-
807
Edebiyatçıların Gözüyle İstanbul
İskender Pala (oturum başkanı) Ahmet Ümit
Beşir AyvazoğluMario LeviSelim İleri
Sunucuİstanbul 29 Mayıs Üniversitesi ile İstanbul Büyükşehir
Bele-
diyesi ortaklığında düzenlenen III. Uluslararası Osmanlı
İstanbulu Sempozyumu’nun kapanış oturumuna hoş geldiniz.
Sempozyumu-muz dün sabah itibariyle üniversitemiz yerleşkesinde
yapılmaya baş-landı ve çeşitli etkinliklerde Osmanlı İstanbul’u
anlatıldı, tartışıldı. Bugün ise edebiyatçıların gözüyle İstanbul’u
göreceğiz. Saymadık kaç yazı, kaç yazar... İstanbul’a şiir
yazılmadı belki, şiire İstanbul yazıldığı kadar. Yedi tepe üzerinde
zaman bir gergef işlerdi, iki deniz ortasında tek bir elmas
parçasına benzetildi. Bin bir direkli Haliç’inde akşam, Adalarında
bahar, Süleymaniye’sinde güneş hep güzeldi. Babil ’de Ölüm
İstanbul’da Aşk, en güzel aşk hikayemiz oldu. Beyoğlu’nun En Güzel
Abisi’yle gezdik hep. Not defterlerimiz gök kubbemizle doluy-du.
Vakit, onların gözlerinin ta içine, gözlerinin İstanbul’una bakma
vakti. “Edebiyatçıların Gözüyle İstanbul” oturumunu başlatması için
oturum başkanımız sayın İskender Pala’yı davet ediyorum.
-
O S M A N L I S T A N B U L U I I I
808
İskender Pala: Efendim. 29 Mayıs Üniversitesi’nin bu defa 3.sünü
gerçekleştirdiği ve inşallah 30’u, 40’ı gerçekleştirmesini te-menni
ettiğimiz Osmanlı İstanbul’u Sempozyumu’nun son oturumu. İşin
bilimsel kısmı tamamlandı. Bilim adına her şey söylendi. Şimdi
biraz daha kültürel yanına ağırlık verecek şekilde, İstanbul’u
yazan çok değerli yazarlarımızdan, belki kalemlerini öpmek
mesabesinde bir cemile olsun diye onlarla sohbet
gerçekleştireceğiz. Sohbetimizin üst başlığı, “İstanbul’u
Yazmak”.
Her şehri yazmak çok zordur mutlaka ama İstanbul’u yazmak daha
da zordur. Çünkü sesini duyarsınız, kokusunu hissedersiniz, rengini
görmek istersiniz, insanını tanırsınız, binasında nefes almak,
sokaklarında yürümek, tarihinde dolaşmak, kimliğini bilmek
ister-siniz. Bütün bunların hepsi için araştırma gerekir. Hepsi
için ayrı bir mekânı, ayrı bir sureti, ayrı bir yüzü ayrı bir sesi
tekrar tekrar gündeminize alırsınız. Cümlelerinizi yazarsınız,
bozarsınız, yeni-den yazar, sonra yeniden bozarsınız ve yeniden,
yeniden yazarsınız. İstanbul buna değer çünkü, İstanbul buna zorlar
sizi. İstanbul’un kıymeti, İstanbul’un tarih içerisindeki anlamı
zaten biraz da bu demektir. Onun için biraz sonra huzurunuza davet
edeceğim çok değerli yazarlar, hadi İstanbul’u yazalım diye
İstanbul’u yazmadılar. Her birinin alın teri, belki yüreklerinden
damlayan güzellikler ve es-tetik duygular, kalemleriyle satırlara
öyle döküldü. Onlar İstanbul’u sadece yazmakla kalmadılar, sokak
sokak dolaştılar, hatta semt semt rehberlik yaptılar, okuyucularını
gezdirdiler, okuyucularıyla birlikte İstanbul’u nefeslendiler. Onun
için İstanbul’u hakikatiyle bildikle-rine kaniyiz.
Hepiniz tanıyorsunuz mutlaka; şu gördüğünüz adamı (Fa-tih Sultan
Mehmet’in resmini işaret ediyor) öldürdüğü için en câni olandan
başlayalım. İçinizdeki Sultanı Öldüren kişi; işte o. İstan-bul
Hatırası’nı mutlaka okumuşsunuzdur. Başkomiser Nevzat acaba kendisi
midir diye zaman zaman şüphelenir, cesaret edip soramam, ama hiç
olmazsa onun satırları arasında İstanbul’un arka sokaklarını yahut
karanlık yüzünü tanırım. Tanıtmaya gerek yok. Değerli genç
dostumuz; Beyoğlu’nun En Güzel Abisi Ahmet Ümit, buyurun.
Hoş geldin Ahmet.
-
809
E D E B Y A T Ç I L A R I N G Ö Z Ü Y L E S T A N B U L
Ahmet Ümit: Hoş bulduk.İskender Pala: Efendim aslında şu
sıralarda, şu saatlerde onun
burada değil Beşiktaş’a doğru Taksim’den iniyor olması lazım.
Biraz sonra da belki Ortaköy’e doğru bir gezinti yapacak. Oradan
bir tak-siye binip “Çek Ortaköy’e” diyecek. Ama bugün tesadüfen
burada. İyi ki burada. Sabahleyin Moda tarafından; evinden çıkmış,
simitle çaydan oluşan kahvaltısını yapmış, öğlen bir vapura atlayıp
Kara-köy’e geçmiş, oradan İstiklal Caddesi’ne uğramış ve oralarda
biraz oyalanıp “Taksim’e gitsem mi, gitmesem mi?” arasında kararsız
kala-rak biraz avarelik yapmış, sonra “Hadi Beşiktaş’a inivereyim!”
demiş-tir. Ama bugün, işte burada, aramızda. İstanbul Bir Masaldı
demişti. İçindeki İstanbul Fotoğrafları’yla bir şehre gidememeyi
çok hazin bir şekilde anlatıp bizleri duygulandırmıştı. Şimdi o
gidemediği şehrin sokaklarından birinde bize Pandispanya yapacak.
Buyurun değerli dostum Mario Levi, hoş geldiniz.
Mario Levi: Hoş bulduk. Teşekkür ederim.İskender Pala:
Kitaplarını okuduğunuzda sadece bir İstanbul
kitabı değil aynı zamanda bir İstanbul Guide’ı bir İstanbul
rehberi okur gibi olursunuz. Şöyle eğer Beyazıt’a doğru çıkarsanız
Divan-yolu’nun nasıl bir yer olduğunu, tarihten itibaren düşünmeye
başlar, Dersaadet’in gece hayatını da ondan öğrenebilirsiniz
pekala. Gece-leyin Dersaadet’e baktığınızda, bir Ateş Denizi’nde
İstanbul’un na-sıl kurulduğunu ve entelektüel sancıların insanları
musiki alanında, edebiyat alanında, nasıl İstanbul’u İstanbul yapan
değerler haline ge-tirdiğini onun kitapları arasında
görebilirsiniz. Üçüncü Tepede Hayat’ı mutlaka yaşamak gerekir. 1924
diye küçücük bir fotoğraf koyar önü-nüze. Ondan sonra o fotoğrafın
peşinden saçaklanıp gelen kocaman bir tarihi anlatır. Sivas’tan
gelmiştir. Benim kadim dostumdur. Yıllar yıllarca önce onu ne kadar
kıskanarak okuduğumu hatırlıyorum. O zaman bir öğretmendi Bursa’da.
Hâlâ kıskanıyorum işte. Ne yapa-yım? Beşir Ayvazoğlu, ağabeyim,
buyurun.
Üç buçuk yaşına kadar hiç konuşmamış, baba bile deme-miş. “Bu
çocuk” demişler, “bir şey olmaz.” 3.5 yaşında ablasına alı-nan
küçük renkli patikleri görünce ilk kez konuşmuş ve ilk cümlesi
“Çıkar onları hınzır” olmuş. O günden sonra da hayatı hep
seslerle,
-
O S M A N L I S T A N B U L U I I I
810
kelimelerle dolu dolu, gürül gürül yaşamış hayatı. İstanbul’un
Sandık Odası’nı o bize açtı. Yaşadığı İstanbul’u anlatan da oydu.
İstanbul üzerine 6 ayrı kitap yazdı. Kitapta bazen şehrin
sümbüllerini, ba-zen yıldızlarını, bazen güzelliklerini bize hiç
durmadan tasvir etti, bıkmadan, usanmadan. Ve o kadar güzel anlattı
ki Yıldızlar Altında İstanbul’u, hakikaten yıldızlar altında okumak
istersiniz. O kadar da içtendir, o kadar derindir, anlamlıdır. En
son bir Tramvaya binerek buraya kadar geldi, dan, dan, dan.
O pek zarif bir insan ve alicenap. “Yazar olmasaydım kimsem
olmayacaktı. İyi ki bana kimse oldunuz” diyor okuyucuları için
Se-lim İleri. Çok değerli dostumuz, buyurun efendim. Hoş geldiniz.
İyi ki siz de buradasınız ve iyi ki siz de bize kimse oldunuz,
yoksa biz kimlere anlatırdık bu kadar kelimeyi, bu kadar cümleyi,
bu kadar İs-tanbul’un güzelliğini.
Evet efendim, müheyya oldu meclis… Buradaki beyefendile-rin
yazdıklarının hepsi çok güzel de onlar sizin elinize gelirken
gü-zelleşerek, muhalled, gayet zarif bir şekilde tasarımlanarak
geliyorlar. İşte o tasarımları yapan, buradaki dört değerli
arkadaşımızın, tabii benim de, kitaplarımızı yayınlayan değerli
yayıncımız da burada; Sa-yın Faruk Bayrak, hoş geldiniz.
Şimdi de değerli dinleyicilerimiz, sizlerle bizleri
buluşturanla-ra teşekkür etmemiz gerekiyor. 29 Mayıs
Üniversitesi’nin çatısı altın-da bu anlamlı sempozyumu
düzenleyenlere teşekkür ile.
Bu son oturumda Nedim’in ifadesiyle: Bu şehr-i İstanbul ki
bî-misl ü behadırBir sengine yekpare acem mülkü fedadır. Bir
gevher-i yekpare iki bahr arasındaHurşid-i cihantâb ile tartılsa
sezadırKâlâ-i maarif satılır suuklarındaErbab-ı hüner, maden-i
ilm-i ulemadır.Altında mı, üstünde midir Cennet-i alaEl Hakk bu ne
halet, bu ne ab-ı hevadır
diye anlatılan şehri konuşacağız.
-
811
E D E B Y A T Ç I L A R I N G Ö Z Ü Y L E S T A N B U L
Nedim’den iki yüz yıl sonra ise Ziya Paşa’nın maalesef şöyle
dediği şehri:
Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler kâşâneler gördüm Dolaştım mülk-i
İslamı, bütün virâneler gördüm
Bugün için belki diyar-ı küfr ile belde-i İslam arasında bu
söz-lerde hakikat payı vardır; lakin Ziya Paşa’nın bunu söylediği
yılların hatıra kitaplarına ve gezginlerin o dönemde yazdıklarına
bakınca İstanbul’a haksızlık edildiği anlaşılır. Çünkü o yılların
kronikleri İs-tanbul’u dünyanın en güzel şehirlerinden biri olarak
tanımlıyor. Na-polyon’un ifadesiyle “Dünya tek bir ülke olsaydı,
başkenti İstanbul olurdu”. Lamartin hakkı teslim edercesine
“Dünyaya sadece bir kez bakma imkânın olacaksa, sadece İstanbul’dan
bak” diyordu çünkü. Ve 15. yy’ın sonlarında İstanbul’a gelen Petrus
Cyllius da, “Bütün şehirler ölümlüdür, İstanbul-yani o zaman ki
adıyla Constantinopo-lis- hariç” diye söyler. Bu bakımdan İstanbul
gibi bir şehri anlatmak da, tasvir etmek de, dillendirmek de çok
zordur. Söz gelimi Lale Devri’ne yakın dönemlerde yurtdışından
İstanbul limanına gelen gemiler gece şehre yaklaştıklarında Marmara
açıklarında, Marmara Denizi’nde durur, bekler, demirler, ertesi
sabah tan yeri ağarırken kaptan kampanaları çalar, bütün yolcular
uyandırılır, hepsi puntel-lere tutunur ve İstanbul’a doğru
ilerlemeye başlanır güneş doğarken de kaptan şu anonsu yaparmış:
“Şimdi ışıklar ve kubbeler şehrine gidiyoruz!”
Acaba o ışıklardan ve kubbelerden geriye ne kaldı? Şimdi
gü-neşin doğuşu Ayasofya’nın kubbesinde nasıl yansıyor, o zaman
nasıl yansıyordu? O yolcular acaba camilerin kubbelerinden neler
görü-yorlardı, şimdi biz ne görüyoruz? Çevre... Niyetimiz eskiye
bir ağıt yakmak değil elbette; sahip olduğumuz nimetin farkına
varmak ve onu öyle korumak.
Efendim. Artık onları dinleyelim. Programdaki sıraya göre
de-ğerli konuşmacılara söz vermek istiyorum. Lakin bir sürpriz
olsun diye -inşallah bana kızmazlar- hepsinden önce İstanbul’a dair
birer küçük anekdot, hikâye, anı vesaire anlatmalarını isteyeceğim.
Sonra bir sohbet edeceğiz. Bildiri okur gibi herkesin bildiği
İstanbul’u an-latmasını değil, belki birbirimizin sözü arasına da
girebileceğimiz bir
-
O S M A N L I S T A N B U L U I I I
812
sohbeti teklif edeceğim, ediyorum. Hatta eğer çok önemli
görüyor-sanız arada sırada sizler de bu sohbete
katılabilirsiniz.
Sözün hülasası, son oturumu açıyorum efendim. Ahmet Bey,
buyurunuz efendim:
Ahmet Ümit: Tabii. Açık mı bu [mikrofon], açıkmış. Efen-dim iyi
günler. İstanbul’a ben de Beşir Hoca gibi taşradan geldim. O
Sivas’tan gelmiş, ben de Gaziantep’ten geldim. On sekiz yaşında
üniversite için gelmiştim. Marmara Üniversitesi’ne yıl 1978. Tabi
Gaziantep ve İstanbul o zamanlar çok daha farklı. Otuz küsur yıl
öncesinden söz ediyoruz ve Türkiye için çok fırtınalı bir dönem.
Si-yasi olayların, silahlı çatışmaların, adeta bir iç savaşın
yaşandığı bir dönem. Ve geldiğim zaman ben de bir gruba dâhildim. O
grupla beraber hareket ediyordum. İlk öğrendiğim şey, beni ilk
şaşırtan ka-labalık oldu. 1978 yılındaki kalabalık ne kadar
kalabalıksa tabi. O zaman ne kadardı nüfus bilmiyorum. Belki beşte
biri bugünkü nüfu-sun, ama yine de Antep’ten sonra acayip
kalabalık. Trenlerden inen insanlar, otobüslere koşturan insanlar,
o Eminönü, Sirkeci’deki kar-maşa. Aman Yarabbi bu nasıl bir şey
diyorum kendi kendime. Fe-laket bir şey ve nasıl öğreneceğim ben bu
şehri. Şimdi Antep’in bir tane büyük caddesi vardı o zaman.
Sineması o caddedeydi, mağazası o caddedeydi. Yani Beyoğlu da orda,
Beşiktaş da orda, Ortaköy de orda, Bakırköy, Kadıköy’ü de orda.
Nasıl olacak bu kocaman şehir-de yaşamak? İnanılmaz bir karmaşa,
gözümde nasıl büyüyor. Önce meydanları öğrendim. Bakırköy, Sirkeci,
Taksim, Beşiktaş, Kadıköy... Şehri böyle tanımaya başladım. Sonra
kız arkadaşlarım olmaya baş-ladı. Kız arkadaşlarım olunca onlarla
Beyoğlu’na gitmeler, Boğaza gitmeler başladı. E tabi genciz, başka
nasıl olacak böyle oluyor bu işler. Fakat diğer yandan yaşadığın
eski şehrin, o küçük şehrin kapa-lılığı, küçük şehrin getirdiği
muhafaza duygusu? Küçük bir yer, yani biliyorsun daha güvenli bir
yer orası. İstanbul’da işte o duygu kırıldı. Bir de o anlattığım
dönem hakikaten çok sert dönem. Her gün in-sanlar ölüyor, benim
arkadaşlarım ölüyor. Mesela o dönem için ti-yatrodan, sinemadan
daha fazla mezarlığa gidiyordum. Her hafta bir arkadaşımızı
kaybediyorduk. Her hafta bir arkadaşımızın cenazesini
kaldırıyorduk. Korkunç bir dönem... Öyle bir süreç yaşanıyor. Öte
yandan İstanbul çok cazip bir şehir. Birçok fırsatlar sunuyor
insana.
-
813
E D E B Y A T Ç I L A R I N G Ö Z Ü Y L E S T A N B U L
Şimdi Antep’te kız arkadaş meselesi zor, İstanbul daha rahat
tabii. Antep’te kızın arkasından gidiyorsun, konuşamıyorsun bile.
Evet, yıl 1978. Şimdi bunlar size fantezi gibi geliyor ama gerçek.
İstanbul’a gelince tabii herkes özgür. Hepimiz daha rahatız. Ve
tabi politik olaylar, çok büyük politik olaylar, çok büyük
çatışmalar. Yani birden-bire hayat devasa bir boyut kazandı. Bir
yandan bu politik olaylara ayak uydurmaya çalışıyorum bir yandan
ayakta durmaya çalışıyorum bir yandan işte o şiirler okuyorum
kızlara falan. Yazma süreci henüz başlamamış, fakat alttan alta,
çok derinlerde aslında büyük bir gü-vensizlik duygusu var. Büyük
bir endişe ve korku. Belli etmiyorum, on sekiz yaşındayım çünkü.
Güya her şeyi biliyorum, çok cesurum, acayip bir kahramanım.
Örnekler var çünkü öyle, o kahramanlardan biri olmalıyım falan.
Sömestre kadar böyle devam etti. Sömestr baş-ladı Şubat ayı falan.
Sevinç içinde Gaziantep’e gideceğim. Otobüse bindim. O zaman uçak
falan da yok; yirmi saat yolculuk, hava kötüy-se yirmi iki saat.
Hiç unutmam. Antep’e indim. Antep’in merkezi bir yeri var. O kadar
özlemişim ki, yeri öpeceğim nerdeyse. Her tarafta anılar, inanılmaz
bir şey yani. Birdenbire sanki ana kucağına dönmüş gibi. Küçük bir
çocuk kaybolur da sonra annesi onu bulur ya. O ka-dar lezzetli bir
duygu. Ben dedim bir daha dönmeyeyim İstanbul’a. Üstelik
İstanbul’da bir kız arkadaşım da var, ama olsun dedim, bir daha
gitmeyeyim İstanbul’a. Bana yeter burası. Arkadaşlar, herkes
birbirine sarılıyor. Küçücük kahvelerimiz, işte dostlar, ,
akrabalar. Bir daha İstanbul’a gitmeyeceğim. İlk duygu buydu. İlk
akşam, baba evi-ne gittim. Büyük bir evimiz var bizim dokuz odalı.
Dizi filmlerde falan gördüğünüz evlerden. Ortada bir ceviz ağacı.
Öyle bir ev yani.
Birdenbire müthiş bir güvenlik duygusu, müthiş bir huzur. Al-lah
belasını versin İstanbul’un, diye tekrarlıyorum içimden.
Gitme-yeceğim işte. O akşam öyle geçti. Ertesi gün yine öyle.
Arkadaşlarla görüşüyoruz, dostlarla buluşuyoruz. Ama sadece üç
gün... Üç gün sonra birden bire nasıl bir şeydir. Hani biriyle
beraber arkadaşınızdır, dolaşırsınız, gezersiniz falan sonra bir
gün anlarsınız ki aşık oldu-ğunuz kişi odur ya. Üç gün sonra nasıl
bir İstanbul hasreti nüksetti, anlatamam.
Aslında bilmiyorum yani bir insan üç ayda İstanbul’u ne ka-dar
tanıyabilir ki? Ama aşkta öyle değil midir zaten. Bilirseniz
âşık
-
O S M A N L I S T A N B U L U I I I
814
olmazsınız. Belki de bu şehrin gizemi birazda burada. Az önce
İs-kender Hoca anlattı işte. Yani bu şehri anlatmak epeyce zor.
Aslında İki konuyu anlatmak çok zordur: 1: İnsan ruhu.
Edebiyatçılar yap-maya çalıştığı da aslında budur yani, insan
ruhunu anlatmaya ça-lışmak. Ama dünyanın en zor uğraşıdır bu. Çünkü
insan ruhunun resmini çekemezsiniz, tadı yoktur, kokusu yoktur,
dokunamazsınız. Sürekli değişir, sürekli gelişir, sürekli yücelir,
sürekli yıkılır. İyi onda-dır, kötü ondadır. Kahraman ondadır,
korkak ondadır. Her şeyi için-de barındırır. Aslında bu şehir öyle.
Her şey var, İnsana dair olan her şeyi barındırıyor içinde.
Yücelikler, bayağılıklar, iyilikler, kötülükler, güzellikler,
çirkinlikler, büyük acılar, büyük mutluluklar. İşte ben, o üç günün
sonunda İstanbul’a döndüm ve ondan sonra da bu şehir hayatımdan hiç
çıkmadı.
Bazı şehirler vardır. Biz o şehirlere dişi şehirler deriz.
Paris, dişi şehirdir. Moskova, erkek şehirdir. Petersburg, dişi
şehirdir. Barcelona, dişi şehirdir. Madrid, erkek şehirdir. Ankara,
erkek şehirdir. İstanbul, bu dişi şehirlerin en güzelidir.
İskender Pala: Teşekkür ediyorum, zamanın tasarruflu kulla-nımı
için de, güzel nükte için de. Ve hemen sözü Beşir Bey’e veriyo-rum.
Buyurunuz Beşir Abi!
Beşir Ayvazoğlu: Bende mi? Teşekkür ederim. Efendim he-pinizi
saygıyla selamlıyorum. Ahmet Ümit çok güzel konuştu. Ben onun kadar
güzel konuşabilir miyim, bilmiyorum. Ama benim bir üstünlüğüm var.
Ahmet Gaziantepli... Peki, kaç Gaziantepli var İs-tanbul’da? Ben
Sivaslıyım ve 2013 yılı itibarıyla İstanbul’da 750 bin Sivaslı var.
Yani en kalabalık biziz, dolayısıyla İstanbul bizden sorulur.
Ahmet Ümit: Doğru... Hiçbir itirazım yok.Beşir Ayvazoğlu: Burada
galiba doğma büyüme İstanbullu iki
kişi var. Selim Bey ve Mario, değil mi? Ahmet Gaziantepli,
İskender Uşaklı, ben Sivaslıyım. Ama artık biz de kendimizi
İstanbul’u his-sediyoruz ve şimdi İstanbul’u birlikte anlatmaya
çalışacağız. İmdi… İstanbul’u ne zaman gördüm ilk defa? Aslında
çocukluğumda hisset-meye başladığımı söyleyebilirim. Çünkü ilkokul
kitaplarında Ahmet Rasim’in yazıları vardı. Benim neslimden olanlar
hatırlarlar. İstanbul sokaklarında duyulan sesleri anlattığı,
yanlış hatırlamıyorsam Eşkal-i
-
815
E D E B Y A T Ç I L A R I N G Ö Z Ü Y L E S T A N B U L
Zaman’dan alınmış harika bir metin vardı. İstanbul’u ilk defa o
metin-de hissettiğimi söyleyebilirim. Ahmet Rasim’in bulabildiğim
bütün kitaplarını okumuştum. Çocukluğumda Ahmet Rasim’i ilk
gençli-ğimde okumasaydım belki de İstanbul’u bu kadar sevmezdim.
Halen İstanbul hakkında bir şeyler yazmak, yeni bir bakış açısı
yakalamak istediğim zaman mutlaka Ahmet Rasim’in yazılarına,
kitaplarına dönerim. Hüseyin Rahmi’ye de o yıllarda başlamıştım. Bu
iki yazar İstanbul’un sokaklarında, mahalle aralarında gezerler.
Siyah-beyaz Yeşilçam filmlerindeki İstanbul sahnelerini de hiç
unutmam. Ama benim İstanbul’u asıl keşfedişim, 1969 yılında Milli
Eğitim Bakan-lığı Kültür Müsteşarlığı tarafından yayımlanan 1000
Temel Eser serisindeki birkaç kitap sayesindedir. Yahya Kemal’in
Aziz İstanbul, Kendi Gök Kubbemiz ve Eğil Dağlar isimli
kitaplarıyla Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’i... O tarihte, yani
1969 yılında harçlıklarımı biriktirerek aldığım bu kitaplar hâlâ
kütüphanemdedir. Bu kitapları okuyunca inanılmaz bir İstanbul
sevdası başladı bende. Aynı yıl oku-duğum okul bir İstanbul gezisi
düzenledi. O yıllarda İstanbul’a oto-büsle kaç saatte geliniyordu,
hatırlamıyorum. Gaziantep’ten yirmi iki saat sürüyorsa saatse,
Sivas’tan da herhalde on beş saat... Sivas dışına ilk defa
çıkıyorum. Lise son sınıf... Annem bana bir ayakkabı aldı, yeni bir
ayakkabı. Ayakkabılarım eskiydi. O gıcır gıcır ayakkabılarımı da
giydim. Ama yeni ayakkabılar felaketim oldu. İstanbul’a geldik.
Şehri görebilmek için yürümek gerekiyor. Bir müddet sonra
ayakka-bılar vurmaya başladı ayaklarımı. Bunun nasıl bir azap
olduğunu an-cak vuran ayakkabılarla çok yürüyen bilir. Aşağı yukarı
beş günlük bir gezi ve benim ayaklarımı sıktıkça sıkan ayakkabı.
Ama bir yandan da okuduğum kitaplardan, dinlediklerimden ve
Yeşilçam filmlerinden tanıdığım, az çok görüntülerinden aşina
olduğum İstanbul’u tanıma heyecanı... Hayatımda aynı anda hem büyük
bir mutluluğu ve sevinci, hem de büyük bir ızdırabı o zaman
yaşadım.
İskender Pala: O size bir işaretmiş, geri dönüveresiniz
diye.Beşir Ayvazoğlu: Belki... Bu seyahatte İstanbul’un mutlaka
görülmesi gereken bazı yerlerini görmüştüm. Sultanahmet, Beyazıt
Meydanı, Süleymaniye, Taksim, Avrupa Yakası’nda Boğaziçi sahi-li
falan... Otobüste biraz rahatlıyorum, ama inip yürümek gerektiği
zaman fena... Hâsılı benim ilk İstanbul maceram ve İstanbul’la
ilk
-
O S M A N L I S T A N B U L U I I I
816
hatıram bu. Hayret ve dehşet içindeyim; büyük bir kalabalık,
uçsuz bucaksız bir şehir, yollar git git bitmek bilmiyor. Mesafe
duygusu çok farklıdır. Küçük şehirde kısa mesafelere alıştığım için
İstanbul dünyalar kadar büyük görünmüştü gözüme. Ama beni en çok
et-kileyen, gecesiydi İstanbul’un. Bugün gibi gözümün önünde...
Tak-sim’den galiba Yenikapı civarına gidiyoruz, akşamüzeri, hava
karar-mış ve İstanbul’un bütün ışıkları yanmış. Şehrin ışıklarının
Haliç’e ve Boğaza vurmuş hali büyülemişti beni. Bir masal âleminin
içinde gibiydi. O yıllarda Anadolu şehirleri sanki hala Ortaçağ
şehirleriydi. Ben Sivas’tan çıktığım zaman ahşap doku olduğu gibi
duruyordu ve şehir içinde ulaşım hala faytonlarla sağlanıyordu. Beş
on kadar Mu-rat 24 -Hacı Murat derlerdi hani- bir de Chevrolet
gibi, taksi olarak kullanılan büyük, ihtişamlı otomobiller vardı.
1970’lerin ortalarına kadar cidden şehrin için faytonla seyahat
ediliyordu. Geceleri elekt-rik direklerinin ucundaki düşük voltajlı
ampullerden yayılan ölgün ışıklarla güya aydınlatılan karanlık
sokaklar... İstanbul’un o ihtişamlı aydınlığının içine girince 1001
gece masallarının içine girmiş gibi hissettim kendimi ve o tarihten
itibaren -belki inanmazsınız- çok sevdiğim İstanbul’un geceleri
hakkında bir şeyler yazmak istedim. Nitekim yıllar sonra Geceleyin
Dersaadet ismini verdiğim bir deneme yazdım. İstanbul’un gecelerini
anlattım. Sözün kısası, benim İstan-bul rüyam Ahmet Rasim’in,
Hüseyin Rahmi’nin, Yahya Kemal’in, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın
kitaplarıyla okurken bir çeşit masal dün-yası olarak şekillendi. Ve
sonra gerçek İstanbul’da yaşamaya başladım.
İskender Pala: Teşekkür ediyoruz. Mario buyur lütfen.Mario Levi:
Efendim merhaba. Öncelikle ben göstermiş ol-
duğunuz ilgiye teşekkür ederim. Böyle bir edebiyat panelinde
kol-tuklara sığamayıp ayakta kalanları, bağdaş kurarak oturanları
gör-mek… Ben bu görüntülerin sadece Tarkan gibi şarkıcılar
geldiğinde yaşandığını zannederdim! Sayenizde kendimi bir pop star
gibi hisse-diyorum, sağ olun!
Efendim, şimdi kabahatli ben değilim. Savaşı Beşir Bey
baş-lattı. Karşılık verilmeden olmaz. Biz sonradan olma İstanbullu
de-ğiliz. Biz has İstanbulluyuz. Şaka bir yana, şunu söylemek
istiyorum. Nereden bulduğumu bilmiyorum ama hoşuma giden
cümlelerimden
-
817
E D E B Y A T Ç I L A R I N G Ö Z Ü Y L E S T A N B U L
biri de şudur: İstanbul’da yaşamak ile İstanbul’u yaşamak
arasında bir fark vardır ve bu farkı bilmeyenler İstanbullu olamaz.
Dolayısıyla ister İstanbul’da doğmuş olun, ister başka bir şehirde
ve İstanbul’da yaşıyor olun, eğer İstanbul’u hissederek
yaşıyorsanız, duygularınızla yaşıyorsanız o zaman zaten İstanbullu
oldunuz demektir. Peki, ne demek İstanbul’u duygularıyla yaşamak?
İşte benden önce Beşir Bey de, Ahmet Bey de, İskender Bey de
anlattılar zaten. Kitaplar olabilir, tecrübeler olabilir, hatıralar
olabilir. Bunlar da bir yazarı besler. Bana göre de tabii ki
bireysel tarihimiz önemlidir, ama toplumsal hafıza da bir o kadar
önemlidir. Toplumsal hafıza dediğimizde de zaten İstanbul’un çok
önemli bir özelliği ortaya çıkıyor. O da tarih duygu-su. Tarih
bilgisi de demiyorum, tarih duygusu diyorum. Şimdi bakın öyle bir
şehirde yaşıyoruz ki belki birçok taşında yüzyıllara, binyıllara
dayalı bir tarih var. Bunun ne kadar farkındayız.
Sizinle bir tecrübemi paylaşmak istiyorum. Birkaç gün önce
yaşadığım, tarih duygusuna dair bir tecrübemi... Hiç şüphe yok ki
bu masadakilerin de, bu salondakilerin de, birçoğunuzun bildiği bir
bilgi bu. Şimdi İskender Bey beni tanıtırken Moda’dan çıkardı,
teşekkür ederim kendisine. Moda benim için İstanbul’un en güzel
köşesidir. Oraya özel bir gönül bağım vardır. Ama Moda’dan çıkan
günün belli bir vaktinde sonra Moda’ya geri döner. Çünkü
İstanbul’da İstanbullu olmak vardır, bir de Kadıköylü olmak vardır.
Bunu da Kadıköylü-ler anlar ancak ya da hisseder. Ayrıca simit
Yeldeğirmeni’nden alınır. Onu da söyleyeyim, Yeldeğirmeni’nin simit
fırınları meşhurdur. Sa-bahın 6’sında bile sıcacık simit
bulursunuz. Şimdi hazır Kadıköy’e gelmişken... Kadıköy’ün
simgelerinden biri hepinizin bildiği gibi Altıyol’daki boğa
heykeli. Uzun yıllar boğa heykelinin yanında ge-çip gittim.
Birçoğumuzun buluşma yeridir Kadıköy’de. Birçok pro-testonun
yapıldığı bir yerdir, hâlâ da yapılır. Stada gitmeden önce orda
buluşulur. Öyle ilginç bir yerdir. Bir ara aklıma takıldı, dedim
ki:
“Ya, abi boğa dediğin şey İstanbul’da ne arar? Kadıköy’ün
göbeğinde bir boğa... Biraz daha ileri gideyim, Madrid’de olsa
neyse. Sordum, soruşturdum, araştırdım, öğrenmeye çalıştım.
Öğrendiğim şu: işte 1917 yılında Kayzer Wilhelm II. İstanbul’u
ziyarete geliyor, Enver Paşa’nın davetlisi olarak ve bu boğayı
hediye ediyor. Aslında burada başka bir hikâye de vardır. Efendim,
yurt dışına çıkan tek padişah
-
O S M A N L I S T A N B U L U I I I
818
Abdülaziz, bir fuarda bu heykelleri yapan heykeltıraşla
tanışmış, son-ra içinde bu boğanın da bulunduğu heykelleri sipariş
etmiş şeklin-de… Benim hoşuma giden bir hikâye ise bu. Az önce
anlatmaya başladığım... Bazen tarihsel gerçekler olmasa bile
uydurulmuş olan hikâyeler güzeldir. Mesela Evliya Çelebi çok
atmıştır, ama bence bü-yük bir hikâyecidir. Benim bildiğim hikâye,
masal, ne derseniz deyin, boğanın bir Fransız ürünü olduğu ve bir
Fransız heykeltıraş tara-fından yapıldığı. 1800’lerin ortalarında.
Ve o zaman da Fransızlar-la Almanlar arasındaki büyük çatışmada
Alsas-Loren’i aldıklarında Fransız gücünü simgelemek için bu boğayı
Isidore Bonheur adında bir heykeltıraşa yaptırmışlar. Ondan sonra
1870’te ise bu kez Alman-lar geri alıyorlar Alsas-Loren’i. Fransız
gücünü simgeleyen boğa da Almanların oluyor. Almanlar da bu boğayı
alıyorlar Almanya’ya geti-riyorlar, Kayzer Wilhelm de 1917’de
geldiğinde İstanbul’a getiriyor. Sonra boğanın İstanbul’un farklı
yerlerinde dolaştığını, birçok farklı mekânda yer alıp ta
1980’lerde Kadıköy’de Altıyol’a geldiğini bili-yoruz. Biraz da
İstanbul’un daha eskilerdeki tarihiyle ilgilendiğimde şunu gördüm.
Tanrılar tanrısı Zeus’un bir ilginç tarafı var. Aynı za-manda çok
çapkın. Bu arada adam evli. Evli olduğu da Hera. Zeus İo adında bir
genç kıza âşık oluyor ve onunla hep beraber olmak istiyor. Yalnız
Hera’dan çok korktuğu için sevgilisini bir ineğe dönüş-türüyor.
Fakat Hera uyanık. Olanı biteni fark ediyor. İnek olan İo’un başına
bir sineği musallat ediyor. Sinek o kadar çok canını yakıyor ki
İo’un, adeta toprağı yararcasına bir yol açıyor kendisine. O yola
tarih-te, eski Yunancada Bosphorus denmiştir. Bosphorus inek geçidi
de-mektir. Ve Fransızca Bosphore, İngilizce Bosphorus dediğimiz
işte bizim Boğaz’ımız. Şimdi gelin bağlantıları kuralım. Enver Paşa
çok tartışmalı bir komutan, bir lider. Alman hayranı olduğunu
hepimiz biliyoruz. Ama çok önemli bir ayrıntı var. Almanlar
derslerini hep çok iyi çalışır. Siyaseti de çok iyi biliyorlar.
Neden Kayzer Wilhelm İstanbul’u ziyaretinde başka bir şey getirmedi
de boğa getirdi? Eee, İstanbul’un efsanesinde bir inek var ya. Bir
mesajdır bu, “Ben yöne-teceğim!” demektir. Enver bunu anladı mı?
Hiç sanmam. Bu gibi hikâyeler, masallar, doğrudur veya değildir,
hiç önemli değil. Tarihsel gerçekleri karşılar veya karşılamaz, hiç
önemli değil, ama İstanbul’un hafızasında yer alır. Ben de has ve
sahih bir İstanbullu olarak sizinle bunu paylaşmak istedim.
Teşekkür ederim.
-
819
E D E B Y A T Ç I L A R I N G Ö Z Ü Y L E S T A N B U L
İskender Pala: Biz de teşekkür ediyoruz. Selim İleri: Ben bir
İstanbullu olarak -belki değerli İskender
Bey bana kızacak ama- bir anı anlatmayacağım. Dün üstelik
sevgili İskender Bey’le bu konuda haberleştik. Çok da sevinerek anı
anla-tacağımı kendisine söyledim. Ama sonra içeriye, odama
geçiyordum İskender Bey’le haberleştikten sonra; yazı masamda yeni
yayınlanmış bir kitabı görünce, sizler gibi değerli bir dinleyici
kitlesi bulacağım-dan emin olduğum için, kimselerin pek
ilgilenmeyeceğini üzülerek düşündüğüm bu kitaptan söz açmaya karar
verdim. Üstelikte yayın-cısı Faruk Bayrak’ın da burada olacağını da
hiç hesap etmemiştim. Sakın Faruk Beye yağ çektiğimi düşünmeyin.
Ama çok teşekkür et-mem gerektiğini biliyorum. Bu kitabın yazarı
Refik Ahmet Seven-gil... Sevengil bir tiyatro tarihçisi, ama aynı
zamanda önemli bir rad-yo konuşmacısı... Çocukluğumda dinlediğim
radyo konuşmalarıyla divan şiirini, halk şiirini geniş kitlelere
sevdirmiş çok değerli bir yazar. Bir iki tane de -her ne kadar
Ahmet’in romanları kadar satmamış olsa da- önemsenmiş, devrinde
okunmuş, sonra unutulmuş romanı var. Ama en etkileyici eseri beş
ciltlik Türk Tiyatrosu Tarihi adlı kita-bı. Bu kitabı yıllardan
okurun bulmasına imkân ve ihtimal yoktu. Bu kitapla ilgili yazarlık
yaşamım boyunca en az dört beş yazı yazmıştım. Şimdi bu kitabı Alfa
Yayınları bir tek ciltte 1000 küsur sayfa olarak
-biraz küçük punto, ama başka çareleri yoktu herhalde- okurla
bu-luşturdu, üstelikte ek bir bölümle. Refik Ahmet Bey son
yıllarında o eserine yeni dönem tiyatrosunu da eklemeye çalışmış.
Aslında Türk Tiyatrosu Tarihi bence bir anlamda İstanbul tarihi.
Zaten o nedenle bu kitaptan söz açmak arzusunu duydum. Bizim
operayla ilk temas-larımızdan, eski saray tiyatrosundan, eski
geleneğimizdeki tiyatrovari, tiyatromsu oyunlardan, hepsinden
zamandizinsel olarak, kronolojik olarak söz açan bu kitap dikkatle
okunduğunda, dipnotlarıyla özel-likle bütün bir İstanbul’un eski
çağlardan günümüze belgelerini de sunar bize. Devrinde o belgeleri
araştırmak ve elde etmek son derece zorken Refik Ahmet Bey bunların
hepsini gerçekleştirebilmiş. Üs-telik hiç bilinmeyen birtakım belge
ve bulgulara ulamış. Bunlardan biri de Abdülhamid’in tahttan
indirildikten sonraki döneminde, ilk günden ölünceye kadar özel
hekimliğini yapan kişinin tuttuğu jur-nal, günce, defter... Benim
Refik Ahmet Bey’in kitabıyla tanışmam
-
O S M A N L I S T A N B U L U I I I
820
1970li yıllardadır. Çok uzun yıllar bu jurnalin, güncenin
yayınlanma-sını bekledim. Bu günlük ne yazık ki bir yayınevi böyle
bir beş-on sene önce yayınlanabildi. Yine buna benzer sayısız belge
ve yaşantı var Refik Ahmet Bey’in kitabında. Mesela Abdülhak Hamid
Tar-han’ın ünlü eserinin ilk oynanışında dönemin bir şehzadesi
gelmiş ve eser bittikten sonra hafif bir fenalık geçirmiş, üç
buçuk-dört saat sürmüş oyun çünkü. Buna benzeyen sayısız anekdottan
yazarlık ya-şamım boyunca çok yararlandım. İstanbul’u yazarken,
yazmaya ça-lışırken daima böylesi kitapların kılavuzluğunda ve
onların yönlen-dirişinde, onlardan edindiğim bilgiyle hareket
edebildim. O yüzden Refik Ahmet Sevengil’i hatta bir de başka
meseleyi, anıyı da eklemek isterim. Yine bu kitapta ilk Müslüman
Türk kadın oyuncusu Afife Jale’nin trajik yaşam öyküsü sanıyorum ki
dönem itibariyle ilk kez kaleme alınmıştı. Sonradan Afife’yle
ilgili çok çeşitli oyunlar, yazılar yapıldı. Bu okumalarım
sonundaydı ki 1980’lerde rahmetli Nezihe Araz’la birlikte bir Afife
Jale senaryosunu Refik Ahmet Bey’e borçlu olarak yazabilmiştik.
Tabi ki onu burada minnetle anmak istiyorum. Bir de Türk
tiyatrosuna eğilenler, Ermeni tiyatro sanatçılarımızın bozuk
şivelerinden, tiyatromuzu mahvettiklerinden söz açarlar. Eğer Türk
Tiyatrosu Tarihi’ni okursanız Refik Ahmet Bey tamamiyle ter-si
görüştedir. Bir defa tiyatromuza verdikleri başlangıç emeği olarak
bu Ermeni yurttaşlarımıza hem şükran duymamız gerektiğini ısrar-la
vurgular, hem de zaman içerisinde Ermeni sanatkârların özellikle
kadın sanatkârların temiz bir İstanbul Türkçesiyle konuşma
gayret-leri ve aynı zamanda o insanların kaderleri üzerinde tek tek
durur. Oyuncuların hayatlarından söz açarak acıklı akıbetlerini biz
anlatır. Kısacası yalnızca bir tiyatro tarihi değil, hatta belki de
hiç tiyatro tarihi değil, İstanbul yaşaması üzerine olağanüstü bir
belge niteliği taşıyan bu eseri kırk yedi yıldır yazarlık yapmış
birisi ve elli küsur yıl-lık ciddi bir okur olarak sizlere salık
vermek istiyorum. Vaktim doldu mu İskender Bey? Bir de bir diziden
bahsetmek istiyorum. Yine İs-tanbul’u en iyi yazmış yazarlardan
olan Refik Halit Karay... Yalnızca romanlarıyla, günlük yazılarıyla
değil aynı zamanda dili, anlatımı, her şeyiyle İstanbul’un en büyük
temsilcilerinden biri olan Refik Halit Bey’in Memleket Yazıları
adıyla gazetelerde, dergilerde kalmış yazı-ları da şimdilerde
derleniyor. On sekiz kitap olacakmış, dokuzu ya-yınlandı. Hem dil
açısından, hem geçmiş İstanbul’u, o İstanbul’la
-
821
E D E B Y A T Ç I L A R I N G Ö Z Ü Y L E S T A N B U L
birlikte yitirdiklerimizi anlamak açısından önemli. Bu diziyi
mutlaka ve Abdullah (Uçman) Beyi’n hizmeti olan Refik Halit Bey’in
sür-günde yazmış olduğu mektuplarla birlikte okuyarak kendinize bir
Refik Halit Karay şöleni çekebilirsiniz. Onun İstanbul’un baharına
ait yazdığı çok kısa bir alıntıyla noktalayacağım konuşmamı. 1945
yılının Nisan ayında hiç yağmur yağmamış. Diyor ki:
“Geciktikleri için de bana baharı vaktinden önce özleten mor
salkımlar çardaklardan, parmaklıklardan, duvar üstlerinden taşıp
bir haftacık olsun mevsimin keyfini süremediler. Açarken soldular,
karşımdaki kameriyenin üç gün önce kabaran mor köpüğü bir kül
yığınına döndü, sönüverdi. O mor salkımlar ki eğer doyasıya yağmur
yeseydiler, şimdi ancak nadide Çin fağfurlarında rastladığımız
mor-dan ziyade koyu maviye ve açık eflatuna çalan renkleriyle hâlâ
baygın baygın kokulu halleriyle bize ikramda bulunacaklardı.
Geçkinlerinin yerini mütemadiyen tazeleri dolduracaktı. Mor
salkımları yaşatma-yan bir bahardan ne beklersiniz?”
Böyle yazmış. Buradaki dil Türkçe… Ayrıca İstanbul’un 1945’teki
mor salkımları, bugün tek tük birkaç yerde ancak rastladı-ğımız mor
salkımları, nelerin İstanbul’da kaldığını, nelerin yittiğini,
nelere karşı İstanbul’u koruyup koruyamadığımızın bir işareti
olarak da kabul ediyorum. Çok teşekkür ediyorum.
İskender Pala: Efendim, bütün katılımcılara teşekkür ediyo-rum.
Şu dakikadan itibaren sohbet karşılıklı olsun diye, hani halk
şairleri ayak verirlermiş ya, öyle bir girizgâh olsun diye bir
hikâye anlatmak istiyorum. Germiyan Beylerinden bir Yakub Bey
vardır. Ünlü şair Şeyhî onun sarayında hekim imiş. Arada sırada
huzuruna çıkar, birkaç şiir okur, üç beş caize, atiyye alır
geçinirmiş. Günlerden birinde Yakub Bey’in kapısına bir şair
gelmiş. Ben de, demiş Beye şiir okuyacağım. Çöğür şairi. Elinde bir
bağlama. Yakup Bey demiş ki gelsin. Adam huzura çıkmış. Başlamış
çalıp söylemeye. Diyormuş ki:
Benim devletlü sultânım âkıbetin hayır olsun Yediğin bal ile
kaymak, gezindiğin çayır olsun
Adam çalıp söyledikçe Yakub Bey mest olmuş, gaşy olmuş. Şeyhî’ye
verdiği caizenin birkaç misli caizeyi doldurmuş adamın
-
O S M A N L I S T A N B U L U I I I
822
avcuna. Uğurladıktan sonra da hâlâ o lezzetle diyormuş ki: “Yahu
bizim Şeyhî gelir, bir şeyler okur, ben de anlamam ama bozuntuya
vermemek için üç beş kuruş bahşiş veririm, sonra da gider. Ya şiir
dediğin böyle olacak işte!”
Yakup Bey’den itibaren elli yıl ilerleyin; şuradaki temsilî
re-simde (Fatih’in resmini gösteriyor) gördüğünüz insan, henüz daha
gepegenç bir delikanlı iken İstanbul’u fethediverir. Sonra ilk
yaptığı şeylerden birisi buraya bir medrese kurmak olacak, o
medresenin et-rafında şekillenen bilim dünyasına bir de sanat
dünyası ilave edecek-tir. Şiir, Beylikler döneminde beyler arasında
Şeyhî ile, Ahmedî ile dolaşıp dururken birden bire bir medeniyetin
şiiri oluverir. Sanat, bir medeniyetin sanatı haline onun zamanında
gelir, zemini o oluşturur. Yani önce şehir, sonra medeniyet… Bir
şehrin yoğurduğu atmosferde gelişen bilim, sanat ve kültür.
İstanbul ve Osmanlı medeniyeti. Bir-birinin mütemmim cüzü. Bu
sempozyumun adı Osmanlı İstanbul’u olmak bakımından bence
Osmanlı’nın bütün bir tarihi anlamına da geliyor. İstanbul’u
anlatan bu dört bu beyefendiler de o medeniyetin ve şehrin birer
mütemmim cüzü. Şimdi de sözü tamama erdirmeleri gerekiyor. Söz
ortada efendim, artık kim başlamak istiyorsa…
Ahmet Ümit: Şimdi aslında Osmanlı İstanbul’unu anlamak için
biraz geriye bakmak lazım. Çünkü Osmanlı İstanbullu birden bire
ortaya çıkan bir olgu değil. Osmanlı İstanbul’undan önce yani
1453’ten önce yaşanan aslında 7000 küsur yıllık bir medeniyet, 7000
küsur yıllık bir uygarlık var. Marmaray kazılarındaki buluntulardan
sonra bunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Daha önce M.Ö. 560 yılında
kurulduğu var sayılan bir şehir var. Çok emin değiliz çünkü hakikat
efsaneyle karışıyor. Byzantion şehrinden bahsediyorum. Mario’nun
anlattığı hikâyedeki Io var ya, o Io’nun bir kızı oluyor. O kız
daha sonra işte bu Bizans’ı kuran Kral Byzas’ı doğuruyor Haliç’in
tepe-lerinde. Mario’nun da çok güzel anlattığı gibi böyle bir
efsaneyle başlıyor kent. Şimdi eğer bu daha önceki binlerce yıllık
tarih olma-saydı elbette Osmanlı İstanbul’u olmayacaktı. Böyledir
zaten kültür-ler birbirlerinin üzerine yükselir. Hitit
İmparatorluğu da olmasaydı Roma İmparatorluğu olmayacaktı. Yani
Roma İmparatorluğu olma-saydı Osmanlı olmayacaktı. Pek çok açıdan
Roma İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu arasında benzerlik
benzerlikler kurmamız
-
823
E D E B Y A T Ç I L A R I N G Ö Z Ü Y L E S T A N B U L
mümkündür. Çok kültürlülük, çok dillilik, çok dinlilik. Bütün
bun-ların hepsi Roma’da vardı, Osmanlı’da da vardı. Bunu açıkça
büyük Fatih Sultan Mehmet’in sözlerinde de görebiliriz. Daha sonra
gelen Kanuni’nin sözlerinde de görebiliriz. Kendilerini hiçbir
zaman sade-ce Türk ve Müslümanların padişahları olarak görmediler.
Bütün te-baaların, büyük bir cihan imparatorluğunun padişahları,
yöneticileri olarak gördüler kendilerini. Evrensel bir anlayışları
vardı, emperyal bir bakış açıları vardı. Kendi tebaalarının
özgürlüğü için her şeyi ya-pıyorlardı.
İstanbul’u İstanbul yapan şey, bu şehri bu kadar güzel kılan
şeylerden biri de elbette doğasıydı. Yani şehrin neden
Sarayburnu’na kurulduğu, Kral Byzas’ın şehri neden Sarayburnu’nda
kurduğu, daha sonra Roma İmparatorluğu’nun neden mekân olarak orayı
seçtiği, saraylarını orada kurduğu ve daha sonra Büyük Fatih Sultan
Meh-met’in ilk başta sarayını Beyazıt’a inşa ettirmeye kalkışıp
sonra ne-den bugünkü yerine kaydırdığı da biraz bununla ilgili. Hem
şehrin korunması için Sarayburnu’nda kurulması, hem de ulaşım
açısından elverişli bir konuma sahip olması, hem de ekonomik açıdan
iyi du-rumda olması şehrin Tarihî Yarımada’nın ucuna kurulmasını
sağladı.
Elbette Büyük Konstantin’in anmadan geçemeyiz. Çünkü o, Roma
İmparatorluğu’nun başkentini buraya taşıyan ve daha sonra kendi
ismiyle anılacak olan Konstantinopolis’i yaratan imparatordur.
Dolayısıyla İstanbul’u anlamak bugünkü Osmanlı İstanbul’unu
anla-mak için öncelikle bu geçmişteki tarihi anlamamız gerekir.
Bizde bir anakronizma var ne yazık ki bu anakronizma şöyle oluyor:
Mesela cumhuriyetin ilk dönemlerindeki anlayış buna iyi bir
örnektir. Os-manlı’yı yok saymak, tarihin altı yüz yıllık bir
dilimini kesip atmak. İdeolojik yaklaşımlarda fanatizme varan
anlayışlar tarihi kesintiye uğratmaya meyillidir. Bugün aynı
yanlışa düşmemek lazım. Bu şehrin bir tarihi var ve bu şehrin
bugününü anlamak için tarihini anlamak lazım. Bakın, Fatih Sultan
Mehmet Konstantinopolis’i aldığı zaman önemli bir girişimde
bulundu. Osmanlı tipi yaşam biçimini önerdi. Neyle önerdi Osmanlı
tipi yaşam biçimini? Külliyelerle önerdi, cami yaptı ama camiyle
yetinmedi, caminin yanına medrese yaptı, medre-senin yanına
kütüphane yaptı, hastane yaptı, misafirhaneler yaptı, tıp
fakülteleri yaptı. Önerdiği şey aslında diğer uygarlıkları
bastırmak
-
O S M A N L I S T A N B U L U I I I
824
değil, diğer uygarlıklara “Bizim yaşam biçimimiz de budur”u
göster-mekti. Zaten onun kafasındaki emperyal şehir, emperyal
uygarlığa denk düşüyordu. Şimdi bugün baktığımız zaman biz içler
acısı bir durumla karşı karşıya bulunuyoruz yani Osmanlı
İstanbul’undan bu-raya ne kaldı. Biraz önce Selim’in okuduğu, Refik
Halit’in metinin-deki o içimizi acıtan sözler yahut Ahmed Hamdi
Tanpınar’ın me-tinlerinde içimizi yakan paragraflar yahut Yahya
Kemal’in şiirlerinde içimizi acıtan dizeler ne yazık ki bu gün çok
daha geçerli. O güzel İstanbul hızla bozulmaya devam ediyor. Çok
acı. Çünkü Osmanlı İstanbul’unun ne olduğunu tam olarak
kavrayabilmiş değiliz. Bunu kavrayamadığımız için de bugün kendi
medeniyetini bulamamış bir şuurla, ilerleme adına, medeniyet adına,
iğrenç beton binaları dikiyo-ruz, gözümüzün gördüğü her yere. Şehri
ortadan kaldırıyoruz. İler-lemeyi gelişmeyi, yol yapmak, bina
yapmak, köprü yapmaya indirgi-yoruz. Bu tümüyle bir şuursuzluktur.
Şehrin tarihini bilememekten kaynaklanan bir şuursuzluktur. O
yüzden elbette çok teşekkür ediyo-rum 29 Mayıs Üniversitesi’ne,
böyle bir konuyu gündeme aldığı için. Öncelikle şehrin tarihinin,
şehrin ruhunun bilincine varmamız gere-kiyor. İstanbul’dan
konuşuyoruz. Mario Levi çok güzel anlattı. Sorun burada doğmak,
sonradan buraya gelmek değil. Bu şehri anlamak, bu şehre sahip
çıkmak. Bunun için yazar olmaya gerek yok elbette. Çöpünüzü sokağa
atmamaktan tutun, komşuya merhaba demekten, günaydın demekten tutun
başlı başına bir kültür bu. İstanbulluluk bilinci diye bir bilinç
yaratmak zorundayız. Ama bu İstanbulluluk bilincini yaratmak için
önce bir tarih bilinci gerekiyor. Bunu anla-dığımız zaman biz bu
şehri koruyabiliriz, yeryüzünün hâlâ en güzel şehri. Bize rağmen
hâlâ güzel. İnanılmaz bir direnme gücü var İstan-bul’un, inanılmaz
bir güzellik yayma gücü var. İçim acıyor gerçekten. Yazarken biraz
da bu öfkeyle yazıyoruz. Böylesi dünya güzeli bir şehir, sadece
bize ait değil, bütün dünyaya ait olan böylesi kıymetli bir şehri
koruyamıyoruz. Biz sadece biz burada yaşamıyoruz bizim kimliğimiz
bu şehir. Bizatihi varlığımız, şahsiyetimiz...
Mario Levi: Ben bir şey söyleyebilir miyim? Pardon. Birden-bire
ortaya atıldım, söz almak istedi, çünkü İskender Bey bize bu imkânı
verdi, sohbet edebiliriz dedi. Ahmet’in söylediklerine bir destek
vermek için ben de duygularımı paylaşmak istiyorum. Şimdi
-
825
E D E B Y A T Ç I L A R I N G Ö Z Ü Y L E S T A N B U L
Haydarpaşa Garı artık bir tren garı olma özelliğini kaybetti.
Gele-cekte ne olacak? O güzel binadan ne çıkacak ne yapılacak?
Henüz bilmiyoruz. Amacım bu konuda herhangi bir tartışma açmak
değil. Bir konuya dikkatinizi çekmek istiyorum. Sizce dünyada
denize açı-lan kaç tren garı var? Bir tane var, Venedik Ferrovia.
Fakat Haydarpa-şa’nın bir özelliği daha var. Şimdi büyük şehirler,
zaman zaman sözü edildi, isimleri zikredildi burada da, bazı simge
yapılarıyla ünlüdürler. Daha doğrusu bazı simge yapılar o şehri
hatırlatır. Paris’in Eyfel Ku-lesi mesela. Barcelona’nın La Sagrada
Familia Kilisesi, Rio’nun El Corkovado İsa Heykeli. Londra’nın Big
Ben ile Parlamento Binası... Örnekleri çoğaltabiliriz. Şimdi
İstanbul’un size göre simge bir yapısı var mı? Kız Kulesi mi,
Galata Kulesi mi, bilmiyorum.
İskender Pala: Çok olduğu için seçemiyoruz.Mario Levi: Çok
olduğu için seçemiyorsunuz, ama sorun da
burada zaten, anlaşamıyoruz. Paris Eyfel Kulesi dedin mi herkes
an-laşıyor. Peki, ben size kendi fikrimi söyleyeyim. Hiçbir simge
yapı-sı yok İstanbul’un. Ama bir görüntüsü var. Tarihî Yarımada
silueti. İstanbul dediğimizde, şöyle bir gözlerimizi kapattığımızda
fotoğraf olarak en çok o canlanmıyor mu? En çok o işlenmedi mi?
Zaten İs-tanbul orası. Hatta şöyle söyleyeyim seksen altı yaşındaki
babam hâlâ Göztepe’deki evinden Eminönü’ne gittiğinde “İstanbul’a
indim” der. Fransızlar ise Paris için “Paris’e çıkmak” derler, öyle
bir tepeden bakışı da vardır Paris’in. Şimdi Tarihî Yarımada
silueti bize neyi gösteriyor? İşte Haydarpaşa Garı’ndan çıkıyorsun,
İstanbul ben buradayım di-yor. Ne görüyorsunuz? Topkapı Sarayı,
Süleymaniye, Sultanahmet, Ayasofya... Başka ne görüyorsunuz?
Bizans’ın ve Osmanlı’nın şehre ne kadar büyük bir saygı
duyduklarını… Ve İstanbul işte böyle İs-tanbul oluyor. Şimdi
Haydarpaşa Garı’ndasınız ya, Tarihî Yarımada siluetini gördünüz ya,
size tavsiyem, sadece oraya bakın. Ne sağı-nıza bakın ne de
solunuza, çünkü o zaman çok çirkin bir İstanbul göreceksiniz.
Özellikle Ahmet’in sözünü ettiği bir medeniyet ve modernleşme
simgesi olarak görülen gökdelenleri gördüğünüzde... Şimdi tabii ki
tarihi geriye döndüremezsiniz, tabi ki söyleyeceklerim bir yazarın
hayallerinden başka bir şey değil. Ama İstanbul köprüleri olmadan
daha güzeldi. Bunu gerçekten inanarak söylüyorum. Bir de hani bazen
sorarlar ya elinizde bir güç olsa ve hiçbir cezayı takibata
-
O S M A N L I S T A N B U L U I I I
826
uğramayacağınız söylense ne yaparsınız, diye. Bir tek şunu
söylerim. 1. Köprüleri yıktırırım, 2. Tarihî Yarımada’daki 100
yaşından genç bütün yapıları yıktırırım.
İskender Pala: Evet.Mario Levi: Ama... Tamam burada durdururuz.
Sansür gel-
meye başladı. İskender Pala: Yok yok sansür değil. Katkı
için…Mario Levi: Evet, daha fazla konuşma Mario demek.İskender
Pala: Yok yok, katkı için söyleyeceğim Mario. Katkı
söyleyeceğim lütfen. Beşir Ayvazoğlu: Ben de konuşabilir
miyim?İskender Pala: Lütfedin, buyurun.Beşir Ayvazoğlu: Tabi şimdi
Mario’nun bu teklifi geriye doğ-
ru işlediğinde bütün Sivaslılar, bütün Gaziantepliler
yallah...Ahmet Ümit: Ben gitmeye razıyım İstanbul gibi bir şehir
ol-
sun ben gitmeye razıyım.Mario Levi: Sadece tek bir cümle. Tam
bir İstanbul şovenizmi
ve ırkçılığı yapacağım. İstanbul’u sevdiğiniz sürece
kalabilirsiniz. Beşir Ayvazoğlu: Evet yani bu sözünü ettiğiniz
meş’um vetire,
süreç, Ziya Paşa’nın İskender’in de zikrettiği “Diyâr-ı küfrü
gezdim beldeler, kâşâneler gördüm - Dolaştım mülk-i İslâm’ı bütün
vîrâne-ler gördüm” beytinde ifadesini bulan zihniyetin başlattığı
bir süreçtir. Bir zamanlar tarihî binaları yıkıp yerine apartmanlar
yapmak ileri-cilikti. Bu mânâda “ilericilik”in en ileri merhalesini
bugün yaşıyoruz. Dolayısıyla bu süreci günümüzle sınırlamak
yanlıştır. Ta Tanzimat dönemine, hatta daha da gerilere gitmek
gerekir.
Ahmet Ümit: Hocam, sorun zaten bir dönemi eleştirmekle ilgili
değil; bir zihniyetten bahsediyorum.
Beşir Ayvazoğlu: Evet, bir zihniyet... Yani bu belli bir
kesi-min zihniyeti değil, genel bir yaklaşım. Tabii, Osmanlı
şehirlerinin sivil dokusunda ahşabın ağırlıklı olması bu zihniyetin
işini kolay-laştırmıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin
Dışındakiler isimli
-
827
E D E B Y A T Ç I L A R I N G Ö Z Ü Y L E S T A N B U L
romanının hemen başında bir mahalle tasvir eder, Elagöz Mehmed
Efendi mahallesi... Mahallenin ahşap dokusundan söz ederken bu doku
sayesinde son derece imarcı bir millet haline geldiğimizi söyler.
Çünkü ahşabın ömrü kârgire nazaran kısadır. Bazen yangınlar bugün
yaptığınızı yarın yakıverir. Rahmetli Turgut Cansever’in dediği
gibi, donmuş şehirler değildir Osmanlı şehirleri; sürekli yenilenen
şehir-lerdi. Ayrıca ahşap doku kolayca ortadan kaldırılabildiği
için Selatin camileriyle, büyük abidelerle belirlenmiş bir planını
muhafaza ede-rek her nesil şehri kendine göre yeniden tanzim
edebilirdi. Şunu söy-lemek istiyorum. Atalarımız bize yeniden
kurabileceğimiz bir şehir bıraktılar. Eğer modernler yeterince
bilgili ve şuurlu olsalardı ve bu imkânı doğru kullansalardı,
dünyanın en güzel şehirlerini kurabilir-lerdi. Kuramadılar,
modernleşmeyi yanlış yorumladılar. Şehircilerin ve mimarların uzun
uzun tartışmaları gereken bir konu bu. Biz ede-biyatçılar olarak
konuşacağız. Doğrusunu söylemek gerekirse, çocuk-luğumu ve ilk
gençliğimi bir Anadolu şehrinde değil de, İstanbul’da, Suriçi’nde
bir mahallede yaşamak isterdim. Alışkanlıklarımın bir İstanbul
mahallesinin günlük hayatı içinde şekillenmesini isterdim, sonra o
hatıralarımdaki İstanbul’u yazmak isterdim. Seslerini, koku-larını
hissetmek, renklerine boyanmak isterdim. Her şehrin kendine has
renkleri, sesleri, kokuları, kısacası ruhu vardır. İstanbul’da
yaşama sanatına hakkıyla vakıf yazarları, mesela Selim Bey’in de
zikrettiği Refik Hâlid’i okuduğunuz zaman İstanbul’u kokusuyla,
tadıyla her şeyiyle hissediyorsunuz. İstanbul’da yaşamasını bilmek
hakikaten bir sanat. Bunu Yahya Kemal’de görüyorsunuz, Ahmet Hamdi
Tanpı-nar’da görüyorsunuz, Refik Hâlid’de görüyorsunuz, Selim
İleri’de, Mario Levi’de görüyorsunuz. Bunu anlatabilmek son derece
önemli. Ben sonradan gelmiş biri olarak İstanbul’u bu manada
hissetmeye çalışıyorum, keşfetmeye çalışıyorum. Ve keşfettikçe,
hissettikçe İs-tanbul’a daha fazla bağlandığımı hissediyorum. Aynı
duyguları ya-şadığımı söyleyebilirim Ahmet Ümit’le. Kendi
memleketime gitti-ğimde üç gün sonra sıkılmaya başlıyor, İstanbul’u
özlüyorum. Biz taşradan gelenler, yazılanlardan okuyarak öğreniyor,
öyle anlatmaya çalışıyoruz. Ama İstanbul’u sevmek için hakikaten
İstanbullu olmak gerekmiyor. Bunun en tipik örneği Yahya Kemal’dir.
İstanbul’a ilk defa on dokuz yaşında geldi, kısa bir süre kaldıktan
sonra Paris’e kaçtı, 1912’de döndü. Yani yirmi sekiz yaşında
İstanbullu oldu. Ama
-
O S M A N L I S T A N B U L U I I I
828
bugün İstanbul’u şair olarak temsil eden kim var derseniz,
aklınıza hiç şüphesiz ilk anda Yahya Kemal gelecektir:
Sana dün bir tepeden aktım azîz İstanbul!Görmedim sevmediğim,
gezmediğim hiçbir yer.Ömrüm oldukça gönül tahtıma keyfince
kurul,Sâde bir semtini sevmek bile bir ömre değer!Nice revnaklı
şehirler görülür dünyâda,Lâkin efsunlu güzellikleri sensin
yaratan.Yaşamıştır derim en hoş ve uzun rü’yâdaSende çok yıl
yaşayan, sende ölen, sende yatan!
Biz de İstanbul’da çok yaşadık sayılır; muhtemelen burada
öle-ceğiz, ama yatacak yer bulabilecek miyiz, bilmiyorum bize
yatacak yer bulur muyuz bilmiyorum. Hakikaten yatacak yer bulamama
tehlikesi yok değil! Yirmi milyona dayanan bir nüfus... Böyle bir
nüfusu han-gi şehir kaldırabilir? Kendi memleketime gitsem üç günde
sıkılıyor, İstanbul’u özlüyorum dedim... Ama İstanbul’un korkunç
trafiğine girdiğiniz zaman, İstanbul’un problemleriyle karşı
karşıya geldiğiniz, boğulmaya başladığınız zaman kaçmak, kurtulmak
istiyorsunuz. Ve rüyalar görmeye başlıyoruz, bir sahil kasabasına
yerleşsem, küçük bir bahçem olsa, domates eksem falan gibi hayaller
kuruyoruz. Ama bu hayaller bir ev alıp yerleşinceye kadardır.
Kulakları çınlasın, Mustafa Kutlu’nun harika bir hikayesi var.
Böyle İstanbul’un karmaşasından bunalmış bir adam memleketine
gidiyor, Erzincan’a, çünkü Mustafa Kutlu Erzincanlı. Hayallerindeki
evi yapıyor. İşte bahçesi olacak, bah-çesinde domates, biber,
salatalık yetiştirecek. Sakin, kalabalıktan, gü-rültüden uzak bir
hayat yaşayacak. Büyük bir heyecanla evini inşa edi-yor köyünde. En
güzel şekilde, hayal ettiği şekilde bahçesini kuruyor, ev bittikten
sonra içine girmiyor adam. Hayali o kadar, yani orda o evi inşa
etmek. İnşa ettikten sonra o heves bitiveriyor İstanbul’a dönüyor
adam. Yahya Kemal bir şiirinde –galiba “Bedri’ye Mısralar”da-
ahiret-ten ikinci bir hayat yaşamak üzere dönmek mümkün olsa ve
talih ona dönüp nazikâne bir tavırla bir yıldızı malikâne olarak
verse kabul et-meyeceğini söylüyor ve “İstanbul’a dönmek isterim
ben!” diyor. Demek ki İstanbul’un bizi hâlâ büyüleyen, içine çeken,
kendine benzeten bir
-
829
E D E B Y A T Ç I L A R I N G Ö Z Ü Y L E S T A N B U L
ruhu var. İstanbul gibi dişi şehirlerin, yani doğurgan, yaratıcı
şehirlerin her şeyi kendine benzetmek gibi bir hassası var. Eskiden
İstanbul’a gelenler, yani bizim gibi taşralılar çok kısa bir sürede
İstanbul’un at-mosferine kendilerini uydurur, İstanbullu gibi
konuşmaya başlar, aksi takdirde kendilerini dışlanmış gibi
hissederlerdi. İstanbul’un kültürü içine aldığı her şeye damgasını
basar, onu İstanbullu yapardı. Aslında bütün gerçek şehirler
öyledir, büyük kültür şehirleri öyledir. Ama biz büyük kalabalıklar
olarak geldik,750 bin Sivaslı, 250 bin Urfalı, 150 bin Antepli vb.
olarak gelip kuşattık İstanbul’u. Üstelik İstanbul’a göç 1950’lerde
değil, 1870’lerde, hatta belki de daha önce başladı. Dedim ya,
hiçbir şehir böyle büyük göç dalgalarını ve yirmi milyona dayanan
nüfusu kaldıramaz. İstanbul kültürü takatten kesildi diyorum, ama
ümitsiz de değilim. İstanbul -Ahmet Ümit’in dediği gibi- büyüsünü
hâlâ muhafaza ediyor. Bana sorarsanız İstanbul’un büyüsünü hiçbir
güç bozamayacak. Bu kargaşa, bu kaotik ortam ortadan kalkıp nüfus
istikrara kavuştuktan sonra İstanbul kendi geçmişiyle hesaplaşmak
su-retiyle yeni bir İstanbul’a dönüşecek, kaybettiği ruhunu
bulacak. Bu ruh, bu şehrin arkasındaki zengin tarih bizim yakamızı
bırakmaz!
İskender Pala: Evet teşekkür ederiz. Mario’nun söylediklerine
bir katkı olsun diye birkaç kelam edip sözü hemen Selim Beye
tak-dim edeceğim. Bilirsiniz, Hacı Bayram Veli şöyle der:
Nagehan ol şâra vardım, Ol şârı yapılır gördüm. Ben dahi bile
yapıldım Taş u toprak aresinde.
Eğer şehrin taşıyla, toprağıyla kendiniz yapılmıyorsanız
kendi-niz o taşın toprağın arasında kendinizi yoğurmuyorsanız, taş
toprak size sinmiyorsa, siz de o taş toprak gibi orada şehirli
olmuyorsanız, İstanbul’da kiracı gibi yaşıyorsunuz demektir. Oysa
İstanbul’da ev sa-hibi gibi yaşanırsa lezzet alırsınız, orayı
sahiplenerek, eviniz, yurdu-nuz bilerek... Çünkü buradaki ev
sahipliği bir duyuştan ibarettir, bir hissedişten, bir söylenişten
ibarettir. Bu bir sorumluluktur ve özellik-le gençler için
söylüyorum, İstanbul’u sahiplenmek gerekir. Söz mü istediniz Sinan
Bey.
-
O S M A N L I S T A N B U L U I I I
830
Sinan GENİM (Dinleyici): Mario Levi’nin söylediğine bir şey
söylemek istiyorum. H.C. Seppings-Wright adında bir yazarın
Trablusgarp ve Balkan Savaşlarında Hilal Altında İki Yıl adında bir
kitabını okumuştum. Diyordu ki “Boğaz’dan karşı yakaya, Asya
kı-yılarına bakarken, sahilindeki her kıvrımda insanı hayrete
bırakan güzellikler gözler önüne serilir. Neredeyse kusursuz
denebilecek bu manzaraya ters düşen tek görüntü Almanların yaptığı
tren istasyo-nudur. Yapının haşin sert ve düz hatları tablonun
ruhunu yok ediyor”. Yahya Kemal de yabancı bir mimarla Haydarpaşa
vapurunda karşı-ya geçiyorlarmış. Anadolu sahili görünür görünmez
yabancı mimar “Ne güzel mimari!” demiş. Yahya Kemal, Haydarpaşa
Garı’ndan söz ettiğini zannederek son yıllarda yapıldığını
söylemiş. Bunun üzerine yabancı mimar, “Hayır, o müstekreh ambarı
kasdetmiyorum. Güzel olan şu dört köşe kuleli bina...” diyerek
Selimiye Kışlası’nı göstermiş. 1910’ların başında yapılan bu
tespitler gösteriyor ki, bakışlar zamana göre de değişiyor.
İskender Pala: Evet efendim bir şair diyor ki:
Stanbul o şehr-i Yusuf likasız Heman üstü açık zindana
benzer.
Şöyle demek: İstanbul, içinde o güzeller güzeli yok ise üstü
açık zindandan başka bir şey değildir. Şimdi hatıralara dönelim ve
Selim Bey’e sözü verelim.
Selim İleri: Sağ olun. Ben bu siluet meselesinde çok
şikâyetçi-yim. Her ne kadar bu konuya girmeyelim desek de,
girilmesini ede-biyat açısından çok yararlı görüyorum. Hayır, bir
defa edebiyata bak-tığınız vakit, Türkiye üzerine, İstanbul üzerine
yazmış hemen bütün yabancı seyyahlar asırlar boyunca tuhaf bir
tesadüfle deniz yoluyla İstanbul’a girmişlerdir. Hep aynı silueti
anlatırlar. Ben de işte 65 ya-şındayım, elli altmış yıldır o
silueti görmüşüm, seyretmişim. Bugün gördüğüm siluette hiç
İstanbul’a ait bir şey olabileceğini düşünemi-yorum. Bunu ilk
söyleyen ben değilim; zavallı Peyami Safa, o değerli Peyami Safa
1950’li yıllarda sakın sur içini ellemeyelim diye defalar-ca
yazmış. Ama Peyami Safa’yı kimse dinlememiş. Turgut Cansever gibi
çok değerli bir mimar inanılmaz tekliflerde bulunmuş, hiç kimse
-
831
E D E B Y A T Ç I L A R I N G Ö Z Ü Y L E S T A N B U L
dinlememiş. Reşat Ekrem Koçu “Kendi çapında bir vandalizm,”
de-miş, gözünün içine baka baka yapılmış bütün o istimlak
hareketleri. Gerçi onu yapan kişilerin akıbetleri bir ömür boyu
beni üzmüştür, onu da eklemek isterim. İstanbul’un imar etmek
amacıyla, yani iyi niyetle yapılmıştır. Ama bunu yanlışlığı
anlaşıldıktan sonra da devam edilmiştir. Bugün hala baktığınız
vakit İstanbul’un tarihi dokusunu bozmak için hepimiz el birliğiyle
hareket ediyoruz. Burada ne şahıs-tır suçlu olan, ne bir şey. Ama
yazının, çizinin gücü çok az. Ben hiç değilse bu siluet meselesi
için, Haydarpaşa Garı için belki an, belki yirmi, belki de otuz
yazı yazdım, sayısını hatırlamıyorum. Hiçbir işe yaramadığını gayet
iyi görüyorum. Mesela çok enteresandır, Huzur romanı epeyi sevilmiş
bir romanımız. Zavallı Huzur yayınlandığı yıl-larda pek öyle ilgi
görmemiş, ama son yirmi yıldır herkesin koltuğu-nun altında bir
Huzur görüyorum bir de Kürk Mantolu Madonna. O Madonna’yı
yanlışlıkla aldıklarına eminim. Madonna’nın hayatı diye alıyorlar,
ama Huzur... Huzur’u okuyan biri, bu romanda anlatılan İs-tanbul’la
bugünkü İstanbul’a arasında nasıl bağ kurabilir? Korunacak şeylerin
hepsinin gözümüzün içine bakıla bakıla ben teker teker
nok-talandığını görüyorum. Bir bakıyorsunuz, Anadolu Hisarı’nın
üze-rinde dün gördüğünüz ağaçlık bir saha ertesi sabah yok. Şimdi
geçen gün önünden geçiyorduk. Korkunç birtakım evler, nihayet
etrafı bi-raz kel kör ağaçlandırılmış. Çok değerli bir yer oldu
dedi bir dostum bana. Neresi oldu? Yani bütün Osmanlı minyatüründe
gördüğümüz o harikulade bahar incelikleri, resimdeki incelikleri,
minyatürdeki in-celiklerden geriye hiçbir şey kalmamış. Birkaç
sevgi dolu insanın sağa sola serpiştirdiği üç-beş erguvan ile idare
etmek noktasındayız. Şişli gibi betonlaşmanın, çirkinleşmenin ilk
yapılandığı yerlerden birinde oturuyorum. Ama balkondan bütün
apartman adalarının arka bah-çelerine bakıyorum. Kim bilir hangi
konakların zamanından kalmış iki tane leylak ağacı, bir tane
manolya, bir ıhlamur iki de erguvan var. Yanlışlıkla kalmışlar
orda. Yani gerçekten yanlışlıkla... Çünkü geçen gün o zavallı
leylak ağacını kesilirken gördüm. Kimsenin umurunda değil! Ben o
açıdan 65 yaşında olduğuma ve vaktimin daraldığına çok memnunum
diyebilirim. Çünkü geçmişten kalan hatıraları büs-bütün unutmadan
öteki tarafa doğru yol almaktayım, bu beni sevin-diriyor. Çok
tuhaf, ama sevindiriyor. İstanbul bence hayal âlemin-de Beşir Bey,
İskender Bey, Ahmet Bey, Mario biz kendi halimizde
-
O S M A N L I S T A N B U L U I I I
832
bunları uydura uydura yazıp çizip mesut olmaya çalışıyoruz.
Başka bir şey yok ortada. Acı, ama gerçek. Kendi fikrimi
söyledim.
İskender Pala: Tabi bir de şehirlerin hatıraları saklama gibi
bir görevi var. Yani 70 yıl önceki bir binanız yerinde durmuyorsa
150 yıl önce yaptığınız bir anlaşma artık orada size bir şey
söylemiyorsa, falanca tarihte limanınıza gelmiş bir gemi artık
tekrar gelmiyorsa ve siz de gençliğinizde randevu verdiğiniz bir
arkadaşınıza 40 yıl sonra tekrar orada randevu veremiyorsanız,
oraya götürüp bir çay içmiyor-sanız şehir kendi içinde
yapılanmıyor, dönmüyor, devretmiyor de-mektir. Şehrin hafızası
böyle kaybolur.
Ahmet Ümit: Özür dilerim, bir şey eklemek istiyorum. Sade-ce bir
şehir meselesi değil. Baştan beri söylüyoruz ya, medeniyetin
kendisi. Amacım sadece bugünkü hükümeti eleştirmek değil. Ben bir
zihniyetten bahsediyorum. Bunun ilk adımları Cumhuriyet dö-nemine
uzanıyor. Bugün Tarihî Yarımada’da Cumhuriyet devrinden bir eser
yok. Yani neredeyse yok. Bu zihniyetin değişmesi gerekiyor. Yeniden
bir tarih anlayışı gerekiyor. Şehre baktığın zaman, bu şeh-rin
tarihine dair anıtlar, binalar olmazsa biz nasıl var olacağız,
nasıl bir ortak hafızamız olacak. Bu hafızadan nasıl bir kültür
çıkaracağız. Çünkü kültür hafızayla ilgilidir. Yani maymundan
farklı olarak biz hafızamız var ve hafızada bir şeyler
biriktiriyoruz. Bunları kaldır at, bunları yok et, ortadan kaldır,
kanıtlarını sil, nasıl olacak? Bugünü kurtaralım tamam. Hayır,
böyle değil artık hayat bu kadar basit değil. İnsanlar gelirler,
bunların ihtiyaçları karşılanır, güzel bir şey ama bu ihtiyaçları
önce bu şehrin, yeryüzünün en güzel şehrinin, yeryüzünün biricik
şehrinin ihtiyaçlarını düşünerek yapacaksın. Önce bu şehri
koruyacaksın. Yapamıyorsan git çöle bir şehir kur. Modern, işte
gök-delenler falan, nasıl istersen işte öyle kur. Ama İstanbul gibi
tarihi bir şehirde böyle hareket edemezsin. 8000 yılda oluşmuş bir
şehirden söz ediyoruz. E dediğim gibi sadece şehir değil bir
medeniyet algısı. Bu kadar kesik, bu kadar kesinti, bu kadar ara
verme olunca olmaz, gelişme olmaz.
Mario Levi: Şimdi Ahmet’in söylediği şehir değil medeniyet,
dediği. Aslında çok doğru. Ama zaten ilginç bir tesadüf olarak
eti-molojik bir yaklaşımda bulunacak olsak şöyle sonuçlarla karşı
karşıya
-
833
E D E B Y A T Ç I L A R I N G Ö Z Ü Y L E S T A N B U L
kalıyoruz. Fransızca da Site, İtalyancada çitta, İspanyolcada
si.., İn-gilizcede city, bunların hepsi Latincedeki givitas
kökünden geliyor. Klasik Latincede kivitas. Kivitas zaten medeniyet
demektir. Ve o yani Fransızcadaki civilizacitionu, İngilizcedeki
civilizationu vesaire. Me-dine şehir demektir ve medeniyetten
gelir. Şimdi böyle baktığınızda zaten medeniyet ile şehir birbirini
tamamlar. Bu açıdan Ahmet’e ka-tılıyorum. Edebiyat açısından
bakacak olursak hikayeye evet doğru kaybolanlar var. James Troys
şunu söyler: mealen aktaracağım, der ki
”Dablin’e öyle bir anlatmak istiyorum ki günün birinde şehir bir
doğal felaket neticesinde yerle bir olur, yok olursa benim
romanlarımdan yola çıkılarak yeniden inşa edilebilsin.” Şimdi bu
bir megalomani olarak görülebilir ama öte yandan şehre gönül vermek
olarak da gö-rülebilir. Ben ikinci seçeneği satın alıyorum ve bu
yüzden de edebi-yatın çok önemli olduğuna inanıyorum. Elimizde
bugün bunlar var, dün bunlar vardı. Biz yaşayanlar mesela taşlık
bahçesini anlatabiliriz uzun uzadıya. Taşlık bahçesinin yerinde ne
var şimdi? Swiss Hotel. Orayı anlatabiliriz, neden anlatmayalım.
Hiç olmazsa bu hafızanın bir parçası. Çünkü önemli olan şudur,
edebiyatta sade ve sadece an-siklopedik bilgi değildir önemli olan.
Yaşanmışlıktır ve bu yaşanmış-lık beraberinde sahiciliği ve
samimiyeti getirir ki edebiyatın zaten en önemi gücü budur.
Beşir Ayvazoğlu: Efendim, bugün bir açılış var. Beyazıt’ta II.
Beyazıt Külliyesi’nin hamamı açılıyor. Nurhan Atasoy Hanım orayı
Hamam Müzesi yaptı; bir de sergi açılışı var zannediyorum. Ben o
hamamın Cumhuriyet dönemindeki macerasını araştırmıştım.
Ga-zeteleri taradım. Bu hamamı yıktırmak için devrin aydınları
nasıl bir mücadele veriyorlar inanamazsınız. Sadece hamam da değil,
onun karşısındaki Simkeşhane ve Hasan Paşa Hanı’nın da yıkılmasını,
iki tarafa tertemiz, pırıl pırıl apartmanlar yapılmasını istiyor
adamlar. Rahatsız oluyorlar o görüntüden, bakımsızlık, onlara
bakamayan-ların değil de o harabelerin suçuymuş gibi... Adliye
Sarayı yanıyor Ayasofya’nın karşısındaki... Yeni bir adliye sarayı
yapmak ihtiyacı hâsıl oluyor. Koskoca İstanbul’da boş alan kalmamış
gibi, bula bula günümüze ulaşan tek vezir sarayının, yani günümüzde
Türk ve İslam Eserleri Müzesi olarak kullanılan İbrahim Paşa
Sarayı’nın yerini bu-luyorlar. Sedat Çetintaş, Ahmet Hamdi Tanpınar
gibi birkaç kişinin
-
O S M A N L I S T A N B U L U I I I
834
canhıraş mücadelesi sayesinde sarayın bir kısmı
kurtarılabiliyor. Sim-keşhane ve Hasan Paşa Hanı’nın ön kısmı
kesiliyor. Dedik le, bu bir zihniyet... Biliyorsunuz Amicis,
İstanbul hakkındaki en güzel kitabı yazan adamdır bana sorarsanız,
İstanbul 1874 harika bir kitaptır. Bu kitapta bir kehaneti var:
Korkarım, diyor, bu şehri yıkıp bizim şe-hirlerimize benzeyen
şehirler yapacaklar. Pierre Loti... Adamcağız Suriçi’nin tarihi
dokusunun korunması için neredeyse ömür boyu mücadele ediyor, ama
bizim küflerimizi müdafaa ediyor, bizim ilerle-memizi istemiyor
diye adamı kıyasıya eleştiriyor, neredeyse düşman belliyorlar.
Tamam, oryantalisttir, şudur, budur... Ama o tarihlerde kafası
oryantalist kalıplarla şekillenmemiş Avrupalı bulmak ko-lay değil.
Pierre Loti’nin oryantalist klişelerle düşünüyor olmasına rağmen
İstanbul’u sevdiği, Eyüp’ü sevdiği, dokunun korunmasını istediği
bir gerçek. Bundan hiç şüphe edilemez. Yani içimizde bir yıkıcılık
var, bu yıkıcılık maalesef devam ediyor. Asıl yıkılacak olan bu
zihniyettir. O da tarihi yeniden okumak, dilini, şifrelerini
öğren-mek, tadını tuzunu yeniden keşfetmekle mümkün olabilecek bir
şey. Üniversitelere İstanbul Kültürü dersleri bunun için konuldu,
ama ne kadar faydalı oluyor, bilmiyorum.
Selim İleri: Yani düşündüğünüz vakit, sözünüzü kesiyorum Beşir
Bey, özür dilerim, sizin bunca emeğiniz, global olarak seksen
milyonluk ülkede kaç adet satıyor? Hani, korkunç bir şey! Geçen gün
Abdülhak Şinasi Hisar’ı hesapladım, özellikle hesapladım.
Eserlerini önce Hilmi Kitabevi, birkaç yayınevi basmış. Bu arada
nüfus art-mış, nesiller gelip geçmiş. Abdülhak Şinasi Hisar gibi
İstanbul’un en seçkin yazarlarından birinin toplam basım sayısı
10.000’e zor ulaşı-yor. Buradan ne çıkabilir ki? Dediğiniz gibi bir
mantalite değişmesi, gaddarca bir şey var yani. Suçlu eğitim
sistemi mi gelir, başka bir şey mi, bilmiyorum. Ama çok acı bir
şey, 1940’lardan, 50’lerden bu yana Fahim Bey ve Biz gibi bir
eserin 10.000 adeta ulaşmamış olması. Bu basım sayısı eserin
okunmuş olduğu anlamına da gelmiyor.
Beşir Ayvazoğlu: Maalesef öyle... İstanbul Kültürü dersleri-nin
bu bakımdan da faydalı olacağını ümit ediyoruz. Bir hususu daha
ifade etmek istiyordum. Şu İnönü Stadyumu meselesi... Biliyorsunuz
bu stadyum, acımasızca yıkılan Istabl-ı Amire ve Tiyatro-yu
Şaha-ne’nin yerine yapılmıştır 1940larda. Bu stadyumun yeniden
yapılması
-
835
E D E B Y A T Ç I L A R I N G Ö Z Ü Y L E S T A N B U L
söz konusu olduğu zaman ben ve bazı yazar arkadaşlar birçok
yazılar yazdık. Onun yerinde Istabl-ı Âmire vardı, bir adı da Has
Ahırlar’dır. Ahır deyince insanların nasıl bir mekânın
canlanacağını tahmin ede-bilirsiniz. Bir bakan, bu adamlar ahır
mahır diyor, ahırın nesi önemli gibi laflar ettiği kulağımıza
gelmişti. Tabi başarılı olamadık. Istabl-ı Âmire’nin sarayın
ayrılmaz bir parçası olduğunu, atların eğitildiği bir manej yeri,
birçok yapıdan oluşan büyük bir mekân olduğunu nasıl
anlatacaksınız?
İskender Pala: Şimdi bu konuda başarılı olabileceğimiz bir alan
var önümüzde, ben öyle görüyorum. Kanal İstanbul diye bir pro-je
var. Kanal İstanbul muhtemelen şu nostaljiyi bize yaşatan bir
proje. Boğaziçi’nde neleri kaybettik Allah aşkına, şu Boğaziçi bir
zamanlar nasıldı, şu Boğaziçi’nde şunlar vardı diye yakındığımız
pek çok şeyi Kanal İstanbul’da şu anda yapmalıyız, yaparsak ancak o
zaman oraya Kanal İstanbul deriz. İki saattir konuşup, hiç durmadan
şehir böyle diye hayıflandığımız halden onu kurtarabiliriz. Ama
Kanal İstan-bul’un proje yapanları arasında bir sanat adamı
duydunuz mu, bir şair var mı acaba, bir sanat tarihçisi.
Mühendisler var, mimarlar var da…
Dinleyici: Sanat tarihçisi de yok.İskender Pala: Yok mu? Biz
sanat tarihçisi olarak sizi tanırız.
Şimdi şehir eğer insana ses veriyorsa, insanı içerisinde mutlu
kılıyor-sa o zaman Ahmet’in dediği o medeniyet tarafına açılan
kapıyı açar. İbn Miskeveyh medeniyetin 6 şartını sayarken
imaratü’l-arz diye bir kavramdan bahsediyor ve bunu, “içinde
yaşayan insanların gülümse-diği, mutlu olduğu şehir” olarak
açıklıyor. Şehri imar etmek binalar yapmak, sokaklar düzenlemek
değildir. Orada mutlu insanlar oluş-turmaktır. Mutlu insanlar
oluşturmak taşla toprakla değil, belki sesle, renkle, bakışla,
gülüşle, tebessümle, sırt sıvazlamakla, arkadaşlıkla ve-saire
oluyor. Aklıma bir fıkra geldi, herkes biliyordur ama gençlerden
bilmeyenler olabilir diye anlatayım. Efendim, vaktiyle Şirket-i
Hay-riye vapurlarının yeni kurulduğu zamanlarda Boğaziçi’nde birkaç
iskele var imiş. Köylerin iskeleleri. Şirket-i Hayriye müdürü İhsan
Bey de Galata Köprüsü’nde bir ofiste her şeyi yönetiyor. Tabii seyf
ü seferleri de yakından takip ediyor; çünkü vapurlar köprüye aborda
oluyorlar, iskeleler henüz yok. Bir müddet sonra Boğaz
vapurunun
-
O S M A N L I S T A N B U L U I I I
836
tarifesinden 10 dakika geç gelmeye başladığını fark ediyor.
Kaptanı çağırıyor. Kaptan, her zaman olduğu gibi Karadeniz’den.
Okuması yazması falan yok ama İstanbullu. İstanbul’da yaşayan bir
adam, evet Sivaslılar gibi (Beşir Ayvazoğlu’ya bakıyor) İstanbullu
olmuş, Ga-ziantepliler gibi(Ahmet Ümit’e bakıyor). Diyor ki neden
10 dakika geç geliyorsun? Adamın verdiği cevap şu: “Efendim,
Kuzguncuk’un haşeratı, Çengelköy’ün zerzevatı, Beylerbeyi’nin de
teşrifatı bir türlü bitmek bilmiyor.” Şimdi eğer bir gemi kaptanı
bile İstanbul’da ya-şamanın kendisine kazandırdığı böyle secili 3
kelimeyi arka arkaya sıralayıp bir cümle kurabiliyorsa o şehirde
bir medeniyet vardır ve o adam medeniyetin bir parçasıdır. Oradaki
delikanlı bir soru soracaktı yahut bir şey söyleyecekti.
Dinleyici: Teşekkür ediyorum söz verdiğiniz için. Öncelikle bu
tarz sempozyumlarda bizler gerçek hayatımızdaki birtakım kim-selere
olan serzenişlerimizi dile getirmek yerine daha çok edebiyat
yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Bir de Ahmet Ümit Bey’in dişi
şehirlerle ilgili örneklerini biraz daha arttırmasını istiyorum.
Teşek-kür ederim.
İskender Pala: Zaten sözü de Ahmet Bey’e verecektim. Ahmet Ümit:
Yani dişi şehirlerin özelliği şu: aslında Beşir
Hocam biraz açıkladı, anne şehir. Yani anne şehir, kucaklayıcı
olan, şefkat dolu olan, ona sığınabiliyorsunuz. Ama tabi bu dişi
şehir aynı zamanda öğretici olan, her anne gibi. Sizi eğitiyor,
yetiştiriyor, ilk eğitiminizi veriyor ve tabi bu dişi şehir her
anne gibi benzersiz bir güzelliğe sahip, hiç akıldan çıkmayacak.
Bir de erkek şehirler var. Bu erkek şehirler de, özelliği şu; işte
biraz önce olmaması gereken yapılar, yani iğrenç yapılar, yan yana
konmuş yapılar. Şimdi ben bir dönem Sovyetler Birliği varken,
Sovyetler Birliği’nde yaşadım. Sov-yetler Birliği’nde şöyle
yapıyorlardı. Şimdi bizim TOKİ’ler gibi, ay-nısı orada vardı, şehir
kuruyorlardı ve bu şehirler hepsi birbirinin aynı şehirlerdi.
Binaların hepsi birbirine benziyordu. Tek bir amacı vardı, insanlar
orada barınabilsinler. Bu güzel bir amaç ama estetik yoksunu. Hatta
bir film izledim bununla ilgili, aynı şehirden bir tane Moskova’da
kurmuşlar, bir tane Kiev’de kurmuşlar. Adamın bir ta-nesi bur düğün
gecesi, Kiev’e gideceğine Moskova’ya gidiyor. İniyor
-
837
E D E B Y A T Ç I L A R I N G Ö Z Ü Y L E S T A N B U L
havaalanından. Diyor ki işte Barış Sitesi’ne gideceğim.
Hakikaten Barış Sitesi’ne gidiyor. 22 numaralı apartmana gidiyor,
üçüncü kata çıkıyor, anahtarla kapıyı açıyor, içeri giriyor. Evet,
yani herhangi bir ruhu, herhangi bir kimliği olmayan sadece
ihtiyaçların karşılandı-ğı binalar. İhtiyaçların karşılanmasını
küçümsemiyorum, ama hayat güzel olacaksa, o şehrin estetik olması
lazım. O şehrin estetiği yoksa o şehrin ruhunda bir sakatlık
vardır. Hepimiz birbirimize benzeye-biliriz. Sovyetler
Birliği’ndeki sosyalizmin yıkılmasının nedeni şuy-du: İnsanların
ruhlarını birbirine benzetmeye çalışıyorlardı. Hepi-miz
birbirimizle aynıyız, ihtiraslarımız, tutkularımız yok diyorlardı.
Karnınız doydu, üstünüzü giyiyorsunuz, barınıyorsunuz bu size yeter
diyorlardı. Bu insana yapılabilecek en büyük kötülük. Bir ideoloji,
bir din bunu dayatıyor, böyle yaşayacaksınız diyor, dünyanın en
yanlış şeyi. İnanç kutsal, ideoloji kutsal, ideal kutsal. Her insan
buna inana-cak ve bununla hayat bulacak. Ama ben ne zaman ki bir
ideolojimi, bir idealimi, bir inancımı başkasına dayatırsam bunun
adı zulüm. Ve zulmü yapanlar da abad olamazlar. Sovyetler Birliği
bir süper devletti. Yıkıldı. Bir günde. Çünkü insan doğasına
tersti. Erkek şehirler insan doğasına ters kardeşim.
Azmi Özcan (Dinleyici): Çok teşekkür ederim. İnanılmaz keyifli
bir oturum oluyor, ama ben memleketimizin güzide edebi-yatçılarının
bir arada olduğu bir oturumda daha çok İstanbul’da ya-şamanın
âdab-ı muaşeretinin de kaybedildiğini söylerseniz... Mimari görüntü
bizim ruhumuza aksettiriyor ve bir kaos olduğu ortada Ümit Bey de
ve diğer üstadlar da aynı şeyi söyledi, ama bir de bu medeni-yetin
bir İstanbul üslûbu vardı hemen her alanda. Zamanımız varsa, günlük
hayatta, iş hayatında, edebiyatta, şiirde İstanbul üslûbu… Bi-raz
da bunları duymak isteriz.
Beşir Ayvazoğlu: Vakit doldu galiba, beş on dakika var.Ahmet
Ümit: Belki başka bir gün “İstanbul’da Âdâb-ı Muaşe-
ret Sempozyumu” yapalım. Başlı başına bir şey ve bunlarla çok
alâkalı hocam.
Beşir Ayvazoğlu: Âdâb-ı muaşeret çok önemli tabii... İstanbul
Türkçesi de... Has Türkçe İstanbul’da, özellikle İstanbul
hanımların-ca konuşulurmuş. Bugün sempozyumu hem İngilizce, hem
Türkçe
-
O S M A N L I S T A N B U L U I I I
838
takdim olarak eden akademisyen arkadaşımız. İngilizceyi çok
hususi bir sesle konuşuyordu, bir İngiliz gibi vurgulayarak... O
dilin ken-dine has bir sesi ve rengi olduğunu hissediyorsunuz,
kulağınıza bir musiki gibi geliyor. Bizim Azeriler de öyle. Onlar
konuşmaya baş-ladığı zaman dilin musikisini hissedersiniz. Bugün
konuştuğumuz Türkçe, dümdüz, hiçbir inişi çıkışı olmayan, vurguları
yanlış yapılan, hususi rengi, tadı, sesi olmayan bir dil gibi.
Türkçe bu olamaz! Yetiş-tiğimiz eski İstanbulluların Türkçesiyle
bugün konuşulan Türkçe her bakımdan çok farklı. Bilenler bilir
İstanbul hanımefendilerinin nasıl konuştuğunu. Tamam, dil canlı bir
varlık, önüne set çekemezsiniz, değişecektir. Ama bu kadar yozlaşma
da olmaz ki... Geçenlerde bir yazı yazdım. Dikkatinizi çekti mi
bilmiyorum, genç kızların çoğu ş sesini telaffuz edemiyor. Şeker
demiyorlar mesela, seker diyorlar, te-şekkür ederim değil, tesekkür
ederim diyorlar. Buna manken Türkçe-si diyorum ben. Televizyon
seyrederken dikkat, sari bir hastalık gibi yayılmış durumda bu.
Genç kızların en az yüzde ellisi, Türkçedeki bütün Ş’leri
dişlerinin arasından tıslar gibi S diye telaffuz ediyor.
Selim İleri: O takma dişlerden olmasın?Beşir Ayvazoğlu: Ama hep
genç kızlar yapıyor. Genç kızlarda
takma diş, yani…Selim İleri: Ama manken dediniz, onların hepsi
yaptırtıyor.
Ben de dört beş tane diş yaptırmıştım, toparlayamamıştım, benden
de S sesi çıkıyordu.
Beşir Ayvazoğlu: Hakikaten bu enteresan bir hadise. Bu ek-rana
çıkan, görüntü veren hanımların çoğu dişlerini yeniden
yaptırı-yorlar, herhalde güzel görünmek için. Muhtemelen o
dişleriyle rahat telaffuz edemedikleri için bazı harfleri, sesleri
çıkaramıyorlar. Onlar da televizyonlarda yaygınlaşıyor. Bunu
düşünmemiştim. Harika…
Selim İleri: Valla ben kendimden biliyorum. Beşir Ayvazoğlu: Ş
sesinin kaybolması gibi, Türkçeye sonra-
dan girmiş, ama Türkçenin has seslerinden biri olmuş uzun
heceler de yok oldu. Hâlid değil Halit, Hâlide değil Halide
diyorlar. Açıkça-sı İstanbul Türkçesi sizlere ömür. Aslında
“İstanbul’un Kaybettikleri” konulu bir sempozyum düzenlemek
lazım.
-
839
E D E B Y A T Ç I L A R I N G Ö Z Ü Y L E S T A N B U L
İskender Pala: Buyurun.Dinleyici: Teşekkür ederim söz hakkı
verdiğiniz için. Ben bir
de bir konferans önerisi olarak söylüyorum. Bu farkındalık nasıl
oluş-turulabilir? Şu anda problemler konuşuldu belki, ama
insanımızda bu konuda bir farkındalık yok belli ki. Bunun çözümü
nedir? Belki çözümler üzerine konuşulmalı. Ben yurt dışında
yaşıyorum, bir hafta olmadı geleli. İnanın bazı şeyler birbirinin
kopyası gibi. Dünyanın öbür tarafında gördüğüm ne varsa burada da
aynısını görmek üzdü beni. Çocukluk hatıralarım, her şey. Yani
evimize yakın bir metro açılmıştı, ben oraya baktığım zaman 5.
sınıftaki piknik yaptığımız alanı hâlâ görüyorum. Belki bunları
yazmak gerekiyor. Bunun hari-cinde de insanımıza bu farkındalık
yok. En basitinden kütüphane-lerimiz saat 5’te kapanıyor, yurt
dışında böyle değil. Çocuklarımız oraya ne kadar gidiyor? Ben
çocukluğumda gittiğimde kütüphane memuru azarladı bizi. Yani insana
yatırım konusunda eksiklerimiz var. Bunun üzerine düşünmek, bunun
üzerine aydınlarımızın bir şeyler üretmesi, toplumun farkındalığını
arttırması gerekiyor. Öbür türlü hep kayıplar yaşayacağız gibi.
Belki bir konferans da bu konuda yapılabilir diye düşünüyorum.
İskender Pala: Teşekkür ediyoruz. Tabi ki farkındalık dışarı-dan
görün, hissedin, duyun şeklinde değil, içimizden onun sancısını,
heyecanını, belki hayatı güzelleştiren yanını görmekle daha mümkün
olabilir. Okuma eylemini çok yapmalıyız; okumak, okumak, okumak.
Biz burada bir edebiyat toplantısında olduğumuz için bunu çok
ra-hat söyleyebiliyorum; hepimiz yazarlarla büyüdük, onlarla kimlik
edindik, onlarla hayatı anladık, onların gözüyle baktık. Okuduğunuz
zaman çeşitli coğrafyalardan çeşitli dostlar edinirsiniz.
Okuduğunuz zaman çeşitli yüzyıllardan çeşitli dostlar edinirsiniz.
Dikey ve yatay yaşamak ancak okumakla mümkün. Evet, bir son soru
alıyoruz. Be-yefendiye verelim mikrofonu.
Dinleyici: Ben soru sormayacağım, sadece bir hatıramı pay-laşmak
istiyorum. Arkadaşımla birlikte İstanbul gezileri yapıyordum. Bir
defasında tadilat halinde olan bir camide bir ustayla sohbet ettik.
Ustanın tavrı şuydu: Ya zamanında bu taşlar varmış, böyle
yapmış-lar. Şimdi buraya şu kadar para verdiler, bu parayı bana
versinler on
-
O S M A N L I S T A N B U L U I I I
840
tane bina dikeyim. Yani Süleymaniye’yi yapan da bir inşaat
ustasıydı. Bunu bir tadilatta çalışan bir söyledi. Aradaki farkın
bilmiyor. Yani bunu kaybetmişiz aslında biz. Biz ruhumuzu
kaybetmişiz bir bakıma.
İskender Pala: Evet, ama umutsuz değiliz. Efendim, çok te-şekkür
ediyoruz. Başlangıçtaki temennimi tekrarlıyorum. İnşallah bu
sempozyumların kırkıncısında mesela şehrin estetiğini, kırk
birinci-sinde inşallah ahlak, âdâb ve muaşeretini konuşalım,
konuşabiliriz. Güzel şeyler olsun. Hayırlı olsun.
Sunucu: Bizler de bu değerli paylaşımlardan ötürü Sayın
Pa-la’ya, Sayın Ümit’e, Sayın Ayvazoğlu’na, Sayın Levi’ye ve Sayın
İle-ri’ye teşekkür ediyoruz. Sayın Başkan’ın söylemiş olduğu gibi
nice güzel İstanbul’u konuşacağımız, dünyanın en güzel şehrini
konuşa-cağımız sempozyumlarda, konferanslarda görüşmek üzere.
Hepiniz hoşça kalın. Teşekkür ediyoruz.