Bir ayı aşkın bir zamandan sonra yine buralardayız.
Malumunuz, vizeler efendim. Buradaki ifadelerimizden,
dışavurumlarımızdan kolayca kapılabileceğiniz “bunlar
işsiz la” kanısının aksine, kışın kendini hala
hissettiremediği şu günlerde koşturmacamız hiç durmuyor.
Yine de yaptığımız işi seviyoruz ve durmaya şimdilik
niyetimiz yok. Umarız ki bu sayıda da okumaya değer bir
şeyler çarpar gözünüze.
Otro
-Alex’in Fenerbahçe’den ayrılması ile ilgili haberlerden bıkan
sivil vatandaş Taksim’de sokakları doldurdu. Eylem sırasında ‘’
Giderayak zamlara da bir el at!’’ sloganları yükseldi.
-350 iş kadınının 700 ikili görüşme yaptığı İş Kadınları Zirvesi’ne
İş adamlarından büyük tepki geldi. Ataterkil ayaklanmalar
yaşanacağı konusunda dedikodular dolanmakta.
-17 Kasım’da düzenlenecek olan 31. Uluslararası İstanbul Kitap
Fuarı’nda kitap fiyatlarının altın gramı üzerinden belirleneceği
söylendi.
- Bilim insanlarının açıklamasına göre, 66 aylıkların okula
başlamasıyla birlikte öğretmenlerin çocukları çişe götürmekten ders
anlatamadığı ve geri zekalı bir nesilin gelmesinden korkulduğu
açıklandı.
Phoebe (D.S. Haber Ajansı)
Kollarını Sallayan Adam
Şarkı başlıyor. Akordeonun titrek ve ürkek sesini duyuyorum. Her
zamanki gibi içim cız ediyor. Tek bir sesin, tek bir şarkının, tek
bir enstrümanın beni böylesine etkilemesi, böyle karamsar
düşüncelere gark etmesine her dinlediğimde şaşıyorum. Müziğin,
müzisyenin etkisi üzerime düşen çığ gibi. Hızlı, ani, soğuk ama bir
o kadar da muhteşem.
Şarkı başlarken ben yoldayım. Hep yoldayım zaten. Hava daha
aydınlanmadan evden çıkıyorum. Tek tük ışıklar yanmaya başlamış,
ailenin geçimini sağlamaya çalışan herkes gündüz gibi görünen
gecede uyanmış, gece gibi görünen gündüzde yollara dökülmüş. Kimisi
daha yatağında kaz tüyü yorganıyla, kimisi de anneannesinin diktiği
yorgana sarılmış uyurken alarmla uyanıp daha hava aydınlanmadan
evden çıkmış.
Yavaş yürü diyorum kendime, şarkıya doymak isterken ve bir yandan
da yetişmeye çalışırken. Koşarak geçiyor günler çünkü.
Bir gün gene şarkı başlarken evden çıkıyorum. O gün, o şarkı, o
zamana kadar dinlediğim en ağlak şarkı oluyor. Kapımın önünde daha
önceki gün besleyip oynadığım şimdi ölmüş olan minik bir can. Kim
ezdi diye ağlaya ağlaya yaklaşırken bir araba daha fütursuzca
üzerinden geçiyor minik meleğin. Daha da bir kanatlanıp uçuyor
havaya. Ellerimle onu asfalttan kaldırırken her taraf
bulanıklaşıyor. Ağzım tuzlu su ile dolarken minik kemikleri
ellerime değiyor. Merak etme, ben senin için ağlarım diyorum.
Şarkı devam ediyor, devamı çok farklı. Öyle yavaş başlıyor ki bu
kısım, sokakta insanları tartmak için çırpınan küçük çocukları
getiriyor aklıma. Hatırı sayılır çoğunluktaki insanların ev-iş-ev-
iş-para-para-para-para-iş-ev-iş-ev şeklinde geçen hayatlarını
getiriyor.
Aklımda sürekli acaba nasıl öleceğim diye ölüm senaryoları. Nedense
hep genç öleceğimi düşünüyorum.
Belki bir araba kazasında ya da deprem sonucu bir enkaz altında.
Tanıyanlar bilir, karşıdan karşıya geçerken pek ürkeğimdir. Hep
korkmuşumdur araba kazasından. Belki de babam zamanında çok kaza
yaptığı için olabilir. Düşünsene yolda giderken TAAAK diye bir
araba belinden 118km hızla çarpıyor. Belinden aldığın darbe ile
kafan ilk olarak kaportaya onu yamultacak şekilde geçiyor ve
ardında havada taklaların başlıyor. Sarsıla sarsıla yere
çakılıyorsun. Yere çarpmanın etkisiyle kafatasın kırılıyor ve beyin
sıvın sızmaya başlıyor. Beyin kanaması da eklenince çok acılı ama
ani bir ölümle işin bitiyor.
Belki de bu kadar dramatik bir şekilde değil de uykumda, asla
mutsuzluğun olmadığı bir anda, birden kalbim atmaktan da
vazgeçebiliyor. Son nefesimde annem elimden tutsun istiyorum. Belki
o zaman acısı diner. Bu şarkı bana böyle şeyler düşündürtüyor.
01:25’te akordeonun yaptığı nazlı gidiş geliş beni benden alıyor.
Trendeyken bir adamla kadın yan yana oturuyor. Kadının elinde bir
telefon mesaj yazarken adam başını cama dayamış üzgün, yorgun,
küçülmüş gözlerle tren giderken devamında akan dünyayı yakalamaya
çalışıyor.
03:34 geliyor. Burası asla göründüğü gibi olmayan kısım. Şarkının
zirvesindeyim, hızlı hızlı eve yürümek istiyorum. Trenden iniyorum,
alt geçidi geçiyorum, koşmaya başlıyorum. Kahveyi geçiyorum, sağa
sapıyorum, sola sapıyorum, kapının önüne geliyorum. Bir damla daha
gözyaşı dökülüyor gözümden, bin tanesi içime dökülürken.
Merak etme, ben senin için ağlarım.
Dinlemek isteyenler için: Yann Tiersen - L’Homme Aux Bras Ballants
Lisbeth
Sahteliğin Katili Her güne başladığımda biraz daha yorgun hissediyorum kendimi. Biraz
daha yıkıma uğramış. Biraz daha kayıp. Bir boşluktaymışcasına.
Elimi uzatsam yetişemediğim, yakalayamadığım günler geliyor ardı
arkaya. Koca bir hiçten ibaret olan günler. Ve baktığım her suratta
yalan ve sahtelik gördüğüm günler... O sahteliğin içinde ayak
uydurmak hayata, gülümsemek kolay olabiliyor bazen ama bazen daha
da kaybediyorum o sahteliğin içinde kendimi. Mesela hiç kendinizi
sahte hissettiniz mi? Bir yalandan ibaret olduğunuzu? Bu
düşüncelerle dört duvar arasında bir katil aradınız mı
delirmişcesine? Sapıkça bir tutkuyla arıyorum ben. Aradıkça daha da
boşlukta hissediyorum kendimi ve bir sigara daha yakıyorum katili
ararken. Sahteliğin katili, ikiyüzlülüğün bedelini istiyorum...
Nihil
-68
Geçenlerde “Gençlik Gelecek Planlaması” adında bir seminere
katıldım. Etkinliğe konuşma yapması için barolardan bir Avukat
Hanım davet edilmişti. Konuşmasına şu anki gençliğin kötü bir yöne
doğru gittiğini söyleyerek karamsar bir giriş yaptı. “Gençlik hayal
etmeli, yoksa yaşayamaz” gibi iddialı laflarla devam etti. Şimdiki
gençlik, onun düşüncesine göre hayal edemiyormuş, hayalleri
ellerinden alınmış, gençlerin geneli kariyer telaşında, toplumdan
kopuk birer bireymiş..! Ve ardından “68 kuşağını” övmeye başladı.
Bazı söyledikleri şunlar: “68’de hayal eden bir gençlik vardı,
okuyan eleştiren birlikte hareket eden”. Aslında “şimdiki gençlik”
ve “68 kuşağı” karşılaştırması hakkında ilk saçmalayan kişi Avukat
Hanım değil. Genel olarak o tayfa, yani 68’de kendini bir devrim
hareketinin içinde aktif olarak yer aldığını zannedenler, gençlik
hakkında çok atıp tutuyor. 68’e dönüp baktığımızda, üç-beş tane
arkadaşları öldü diye korkup hareketten çekilen mi? Aykırı olucam
diye uyuşturucu kullanıp sonra polis paranoyası yapıp deliren mi
dersin? Yoksa iki tane baldırı çıplak gitarın tellerini tıngırdattı
diye şekil peşinde koşan gerizekalılardan mı bahsedelim? 68 kuşağı
devrimi ve sizden sonra gelen nesilleri rezil ettiniz. Bu
gençlikten utanıyorsanız eğer bu gençlik sizin eseriniz. Sizin ufak
dünyanızın eseri, karşı koyamamanızın eseri, geri çekilişinizin
eseri. Siz değil misiniz şu an liberal ayaklarında, pis işleriniz
için MARX’ı kullanan, Freud’u kullanan. Hegemonyayı keşfedip kendi
kendini vuran, saçma sapan siyasi ideolojilerin peşinde koşan.
Şimdi de kalkmışlar gelecek planlayacaklarmış! Bir sürü sahtekar
ırz düşmanı. Gençliği köleleştiren sizlersiniz. Sizin gibi sözde
sosyalist marjinal p ler olmaz olsun.
Patron Köps
Var Oluşun Getirdiği Sorular ve Çözümleri Üzerine
Bir mikrokozmos olduğu söylenegelen insan, buna zıt olarak ele
avuca sığmayan, sırlarla dolu ve her ne yönden olursa olsun tam
ölçülemeyen ama ısrarla ruhani yönüyle de makrokozmos olarak
nitelendirilir.
İnsanın nasıl bir varlık olduğu okültistler, teozoflar, spiristler,
hermetistler tarafından ele alınsa da, batının modernist bilim
anlayışı psikologlara vermiştir bu görevi. Faydalı olanın, kazanç
sağlayanın her zaman desteklendiği bu bilim anlayışında da asıl
aranması gereken sorunların anlamını kaybettiği de kolayca
görülebilir. Psikanalizin insan ruhunu çözmesi, açıklığa
kavuşturması amaçlı çıkılan yolda, kitleleri tüketim amaçlı
yönlendirme doğrultusunda kullanılması aynı faydacı zihnin somut
bir örneğidir. Modernist bilim anlayışının insanı anlamada bir
diğer paradigma kaynaklı sorunu ise sosyal ilimleri, bilim diye
dayatmasıdır. ABD’nin 2. Dünya Savaşı’ndan çıktıktan sonra her şeyi
formüle etme (kişisel gelişim kitaplarından, haber dili ilkelerine
kadar) çabalarının da büyük etkisi vardır bunda. Ucu ne şekilde
olursa olsun insana dokunan bilim, aslında ilim kapsamına girer
çünkü insan kesin sonuçlar vermez. Israrla kesin sonuçlar
istendiğinde ise mesela ekonomide ‘ceterus paribus’ yapılır,
insancıl değişkenler sabit kabul edilir. En çok duyacağınız şey ise
‘rasyonel insan’, ‘rasyonel düşünce’ tamlamaları olur. Skalada
insana daha da dokundurduğumuzda, karşımıza psikoloji biliminin en
ünlü teorilerinin saçmalıklarıyla karşılaşırız. Örneğin, Abraham
Maslow’un (ABD) ihtiyaçlar hiyerarşisi teorisini elektrik tanrısı
Nikola Tesla’ya uygulayalım. Öncelikle bilmemiz gereken piramitin
alt basamaklarındaki ihtiyaçlar karşılanmadıkça üst basamağa
geçemediğiniz. Piramitte cinsellik ihtiyacı olan Tesla’nın aseksüel
olması, beş parasız okyanusu geçmesi ikinci basamaktaki kaynak
sıkıntısının karşılanmaması anlamına gelir. Fakat Tesla bildiğimiz
gibi kendini gerçekleştirmeyi ilk sırada yapmış, piramite tersten
dalmıştır. Peki yüzyıllar boyunca insanlar kendilerini tanımak için ne kullandılar? Dünyada tekrar hortlayan, astroloji. Astroloji,
çeşitli uygarlıklarda farklı şekillerde gelişen en eski ilimlerden
biri olarak bilinir. Basit tabiriyle yıldızların, dünya hayatına
etki ettiğine, kaderdeki yol ayrımlarına işaret ettiğini söyler.
(Bu kaderdeki yol ayrımı kısmı fal endüstrisinin tecavüzüne
uğradığı için bu konuya fazla girmeyeceğim.)
Astrolojinin alt dalı olan bireysel astroloji ise kişinin direkt
kendisiyle ilgilenir. “Kişinin amaçları, karakteri, kişilik yapısı,
yetenekleri ve hayattaki görevi nedir ve nasıldır” gibi sorularla
ilgilenir. Bu kişinin kendini tanımasında direkt olarak işine yarar
sağlayabilecek bir daldır. Mesela neden dönemin en büyük Müslüman
bilgini Ömer Hayyam’da, çevresinde bolca sufi bulunmasına rağmen
dünya hayatının zevklerine karşı bir eğilim vardır?
Tarihte astroloji bilen bilginlerin doğum tarihlerinin net olarak
karşımıza çıkması, onların astrolojiye olan eğilimlerini ve kendini
tanımada bu ilmi kullandıklarını gösterir. Tabi bu eğilim, ilgili
alanda eser vermeleriyle kanıtlanmış olur. (Brahe, Galileo,
Kopernik, Newton Kepler vb.) Ömer Hayyam’ın da doğum tarihini net
olarak öğrenmek için annesini sorguya çekmesi bize net bir tarih
bırakmıştır. Burçlar kuşağında Hayyam, İkizler’de yerini alır.
Basit bir araştırmayla bu kuşağın hayattaki temel noktasının
anlamak, merak, entelektüellik olduğunu anlarız. Diğer yandan onun,
dünya hayatına düşkünlüğü rubailerinin tamamında geçer, ki bu da
kuşağının ona verdiği olumsuz yandır. Kısacası Hayyam sufilerin
hamurundan değildir ve bunu o da bilir. Mevlana'nın da dediği gibi
“kişide sufilik hamuru varsa var, yoksa yoktur”.
İnsanın var oluşunun getirdiği zorunlu olarak cevaplanması gereken
sorular, pozitivizmden çok uzak, okultizmin veya majinin en
derinliklerinde de olsa, yüzeye çıkması gereken ilk ve en önemli
sorulardır, kanımca.
Muslukçu
Diagonal
merak ediyordum. çünkü yürümekten başka öteye gidemiyordum. bazen
düşünmek için gökyüzüne baktığımda, düşünemiyordum. bir yerlerden
gelen siyah bulutlar, soğuk rüzgar ıslıkları alıkoyuyordu beni
bilemediklerimden. zira biliyordum, yağmur yağacaktı yada
üşüyecektik. üşümemeliydik. sonra ceketimi de giymişsem eğer ben
zaten yürümeye gidiyordum..
bütün sevdiklerini bardağa koymadan içebilmişse bir can, sevmiştir
merak duymadan. her ne kadar güzel olsa da yaşadıklarım, ne kadar
güzel di değil mi? diyebilmek içindiyse eğer, değildi öyleyse
meğer.. zira, “uzaklara bir bakışın vardı kafeteryada/keşke yalnız
bunun için sevseydim seni” diyebilmişse cemal süreya, merak
etmiştir. bir şair, kendi bitişini ve sevmenin sebeplerini merak
edişini ancak bu kadar içten itiraf edebiliyorsa, kendi içinde
ölmeyi hak etmiştir.
itiraf ediyorum! zaten, sigaraya da başlamıştım ben. merak etmiştim
de başlamıştım.
Picatto
Kapaktaki güzide eserin sahibi
M.C. Escher. Kendisi 1898 doğumlu 1972 ölümlü Hollandalı bir grafik
sanatçısı. Çalışmaları, fizik-
sel anlamda var olamayacak yapıları,
sonsuzluk temalı öğeleri vb. şeyleri
içeriyor. Çoğu başarılı sanatçı gibi
o da hayatında çeşitli uyumsuzluklar
yaşamış. Çocukluğunda hastalıklar
geçirmiş, notları kötüymüş ve 2. sı-
nıfta kalmış. 13 yaşına kadar maran-
gozluk ve piyano dersleri almış.
Haarlem’de mimarlık okumuş fakat bazı
derslerden kalıp okuldan ayrılmış.
Adının, uzaydaki bir stereoid’e ve-
rilmiş olması şerefine nail olan bu
feyzli abimizin kapaktaki çalışması-
nın adı “Hand with Reflecting Sphere”
(1935). Yansımada görünen çizerin ken-
disi, ayrıca sol üstte bulunan resim-
deki de Escher. Soldaki resim ise
1953 tarihli “Relativity”. Onun bir
benzeri olan alttaki çalışma ise
“Waterfall” ve o da 1961 yılına ait.
Alttaki tablo ise Escher’in son tab-
losu olan “Snakes” (1969). Tabloları-
na bakıp onlarca açı olasılığı çıkar-
mak mümkün. Göz doyumu ve beyin eg-
zersisi için Domates Suyu Bilim Adam-
ları olarak Escher’i öneriyoruz.
Ostinato
Eski Liman/C-9 Seyir Defteri
Gerçek bir haberden uyarlamadır. Son paragraftaki altı çizili isimler ve
fotoğraf hayal ürünü değildir.
1. Gün
Bugün eski limandan ayrılıyoruz. Şu an dalış için son hazırlıklar
yapılıyor. Harabelerden toplayabildiğimiz kadar kaynak topladık ve
ambarda istifledik. Mürettebattan birkaç kaybımız olmasına karşın
iyi durumda sayılırız. En azından diğer yüzey keşiflerimize göre..
Daha kötülerini de görmüştük.
3. Gün
Dibe doğru ilerleyişimizin 3. gününde sorunsuz ilerliyoruz
diyebilirim. Şu an 2000 metredeyiz ve pencerelerden değişim
geçirmiş deniz fenerlerini ve enfeksiyonlu izopodları
görebiliyoruz. Erzağımız programa göre gidiyor ve ekibin morali
yerinde. Tabii, arada hafifçe gülen ifadesiz, soluk suratları iyi
moral belirtisi olarak değerlendirebilirseniz.
7. Gün
Okyanusun derinliklerine inildikçe sinirler geriliyor. Bunu
herkesin yüzünde görebiliyorum. Son Şafak’tan beri kimse eskisi
gibi gülemiyor. Çünkü o gün, sualtı şehirleri ve Ay’daki konutlarda
olanlar dışındakiler – yani neredeyse tüm insan ırkı – yeryüzünden
silindi. Dünya nüfusu, tahminlere göre 8.9 milyardan 1.2 milyara
düştü ve diğer canlı türlerinin tamamı ya yok oldu ya da değişim
geçirdi. Dünyanın canına okuyan bu olayın ne olduğu hakkında kesin
bir bilgi yok. Çünkü buna tanık olanların hepsi öbür tarafı
boyladı.
Ben, haberi C-8’deyken aldım. Şehrin tüm polisleri alarmdaydı.
Federasyonların başkanları acil hologram toplantıları yapıyor,
aşağıdakiler yukarıdaki sevdiklerinden çaresizce haber almaya
çalışıyordu.. Tanrım. Bu tarihin en büyük kıyametiydi kuşkusuz.
Dahası, bu kıyametin ta kendisiydi.
15. Gün
Son 3 gündür Atlantik’in 7000 metre dibindeki Sirius vadisinde bir
mağaraya sığınmış durumdayız. Dev mürekkep balığı sürülerinin
geçmelerini bekliyoruz. Son zamanlarda daha da vahşileştiler.
Kolonilerin çoğuna saldırmaya başladılar. Araçların zırhları onlara
dayanacak şekilde geliştirilmeli. Ancak devlet bu konudan
bihabermiş gibi. 8 kişilik kadromuzun erzağı ise azalmış durumda.
Herkes idareli bir şekilde besleniyor.
Bu arada, bugün benim doğum günüm. Her ne kadar cep saatim tarihi 7
Mayıs olarak gösterse de bugün 10 Mayıs. 10 Mayıs 2042.
O gün ise 8 Ocak 2042 idi. Tanrıların göğü delip dünya üzerine
öfkelerini kustukları gün. Tarih kitapları böyle yazacak.
18. Gün
Bekleyişimiz sandığımızdan uzun sürecek gibi. Sürülerin ardı arkası
kesilmiyor. Sanırım şu an bu ucubelerin göç mevsimi. Neyse ki bu
arada C-6’dan gönderilen yardım modülü aracımıza ulaştı. Bir 10-15
günü daha çıkarabileceğimizi düşünüyoruz.
Nadir olarak frekansı tutan radyomuz ise dış dünyayla tek
bağlantımız. (Kıyametten sonra, haberleşme için birkaç radyo
istasyonu açıldı. Bunların hepsi Ay’dan dönen göçmenler tarafından
İtalya civarında kuruldu ve oy birliğiyle İngilizce yayın yapma
kararı aldı. Neyse ki haberleri hem Ay’a hem de sualtı şehirlerine
ulaştıracak donanıma sahipler.) Son haberlere göre Ay’dan dönen
göçmen kabileler, yeni şehirler kurma niyetinde. Kalkınma konusunda
da II. Dünya Savaşı sonrası Japonya’yı model olarak alacaklarını
söylüyorlar. Bir diğer aklımda kalan haber ise tüm kara parçalarını
saran canlıların temizlenmesi hakkında. Son yüzey gezimizde bize 3
kayba mal olan namussuzlar bunlardı. Kafalarından çıkan dişleri ve
birçok uzuvları var. En kötüsü de etçil olmaları.
25. Gün
Nihayet bugünün sonunda yolumuza devam edebileceğiz. Geçen sürüler
seyrekleşti ve bize de biraz hazine avcılığı yapma şansı doğdu.
Kısaca planımız şu: Son sürünün son üyesini usulca – denizaltının
harici-kıskaçı ile – yakalayacağız ve etkisiz hale getirdikten
sonra gözlerini ayıklayacağız. Herkes biliyor ki son 4 aydır
yürürlükte olan Yeni Düzen’de bu tür yaratıkların gözlerine iyi
para veriliyor. Çünkü dünya kayıp gitmemişken - yani yeryüzünde
yaşam hala sürerken, çeşitli deniz canlılarının gözlerinde bulunan
yağın birçok kronik ve hatta ölümcül hastalığın tedavisinde
kullanılabileceği keşfedilmişti. Yeni Düzen’de devlet, bu gözlere
sağlam ödemeler yapıyor. Bunun sebebi ise insanların sualtı
şehirlerinde yaşamak durumunda kalmasıyla – ve birçok bilinmeyen
sebeple - artan hastalıklar. Bunlar ileri derecede klostrofobi,
migren, şizofreni vb. şeyler.
26. Gün
Lanet olsun! Bu sefer şansımız yaver gitmedi. Her şey kitabına
uygun gidiyordu: Sonuncu sürünün bitmesine yakın farlarımız kapalı
şekilde mağaranın ağzına yaklaşmıştık ve son üyenin geçmesini
bekliyorduk. Sonar radarlarımız bize son üyenin birkaç dakika
içinde geçeceğini söyledi. Makinist, kıskacı aktive etti ve mağara
çıkışına doğru iyice uzattı. Bu çirkin yaratıkların sonuncusu tam
önümüzden geçerken kıskaç ani bir hareketle yaratığı sırtından
yakaladı. Piç kurusu ise deli gibi debeleniyordu. Sürüsü bundan
habersizdi. (Kıyamet sırasında birçok deniz canlısı gibi dev
mürekkep balıklarının da çoğunluğunun duyuları inanılmaz derecede
körelmişti. O yüzden 7-8 metre arkalarında olan bir şeyi bile fark
edemiyorlardı. Ama yırtıcılıkları hala yerindeydi.) Kahrolasıca,
oldukça genç olmasına rağmen kıskaçtan bir kurtulsa aracın zırhına
büyük zarar verebilir, hatta ön camı çatlatabilirdi. Hepimiz büyük
bir heyecanla mücadelenin nasıl sonra ereceğini bekliyorduk.
Makinist önündeki kolları hızla oynatırken aniden kolların
üzerindeki kırmızı parlak düğmelere abandı ve yaratığın o anda beli
kırıldı. Karanlık suya koyu renk kan dalgaları yayıldı. Mürekkep
balığının hareketleri yavaşladı ve birkaç saniye sonra da tamamen
duruldu. Kabinde herkes seviniyor, makiniste sarılıyordu. Daha
sonra yaratık özel bölmeden aracın içine alındı ve gözleriyle
beraber işe yarayabilecek organları ayıklandı. Geri kalanlar ise
turuncu fener balıklarına yem olması için mağaraya bırakıldı.
Şansımızın yaver gitmediği kısım ise gözlerin büyüklüğüydü. Yaratık
oldukça gençti ve bir göz ancak iki avucu dolduracak büyüklükteydi.
31. Gün
Sonunda şehrimize, C-9’a dönebildik. Ama elimizde gözler olmadan.
Bunun sebebi olan sevgili doktorumuz, herkesin yeni uykuya daldığı
bir saatte gözleri incelemeye kalkışmış, bu arada “nasıl olduysa”
özel bölmenin kapağını açmış ve gözleri dışarı, bilinmeze doğru
salmıştı. “Utancından” o an kimseye haber vermemiş, biz de olayı
ancak 4-5 saat sonra öğrenebilmiştik. Karaya ayak basar basmaz
işine son verildi ve yüzey keşiflerinden aforoz edildi.
İnişimizin aynı günü aldığımız habere göre 42. bölgedeki
portallardan birinde bir hareketlilik gözlemlenmiş, karşı tarafa
dünyamızdan bir cisim geçmişti. Bu olay büyük yankı yaratmış
durumda, herkes giden cismin ne olduğunu tartışıyor.
28 Mayıs 2042, Çarşamba
Portaldan karşıya geçen heyet sonunda dünyamıza döndü.
Açıklamalarına göre cisim, 2012 Florida’sına gitmişti ve orada
Pompano Kumsalı’na vurmuştu. Orada yürüyüş yapan Gino Covacci
adında bir hüman tarafından bulunmuş ve dünya basınında bir hafta
boyunca bunun nereden geldiği tartışılmıştı. Elle tutulur bir
sonuca varamayan uzmanlar, medyaya bunun bir kılıçbalığına ait
olduğunu duyurmuşlar ve olay kapanmıştı. Peh. O lanet olasıca
doktor.
Otro
Ralph’in bir günü
Sabah altıda kalkar. 5 dakika yatakta esner. Keyifli bir duş alır.
Üstünü başını giyer. Kendine kahvaltı hazırlar. Hacı yatmaz
sürahiye dikkat. Okuduğu gazetede haber olmuştur. 8:03’te evden
çıkar, Matrix’e girer. Otobüse binerken - inerken acayip
keyiflidir. Bu arada CIA onu uydudan izlemektedir. Ofise varır,
ofiste naaptığını bilmiyoruz belki de bizi kandırıyordur. 17:00’de
ofisten çıkar. Eve dönerken basketbol oynayanları keyifli bir
şekilde izler. Evine mutlu bir şekilde bakar ve şöyle der: “iyi ki
zamanında almışım şu evi”. Akşam yemeği rakı balık yapar. Kendine
“iyi geceler” der, yatar. Karşınızda örnek insan Ralph. RALPH
SIKKOFIELD.
Patron Köps
Yani Başlığın Gerekli Olduğunu mu İddia Ediyorsun? Hayatta hiçbir amacınızın olmadığı oldu mu, ya da hiçbir
beklentinizin? Her şeyin hiçlikten geldiğini ve yine bir hiç uğruna
birçok şey yaptığımızı düşündünüz mü peki? Dün başka şeyler
beklerken, umarken bugün çok farklı şeyler olması... Mesela şu an
ilk aklınıza gelen şeyin hiçbir zaman olmayacağı düşüncesi ne kadar
üzüyor sizi? Ya da birkaç sene sonra gerçekleşeceği düşüncesi?
Sizce hangisi daha çok hüzün verici? Birkaç sene acı çekerek
beklemek mi yoksa ömür boyu giderek azalacak bir acı mı? Bence,
eğer bir acıya sahipsek, bu acıyı unutmak için hiç bir şey
yapmamalıyız. Hiçbir şey söylememeliyiz. Sadece her şeyin bir hiç
uğruna olduğunu bilmek bile yeterince acı verirken, yapılacak,
söylenecek ne var daha fazla?
Hayatta en önemli şey nedir?
Dostluk?
Aile? Ya da aşk mı?
Peki ahlaka ne demeli? Yalnızlık kelimesini duydunuz mu hiç? Onun
hakkında ne düşünüyorsunuz? En yalnız insan ile en ''yalnız olmayan
insan'' arasında ne fark var? Ben söyleyeyim: Yalnız insan koca bir
hiçtir. Hiçlikte uyanır ve hiçlikte uykuya dalar. Bir hiç uğruna
aşık olur ve bir hiç uğruna acı çeker ve bunun koca bir sıfır
olduğunu bilir ve bunu bile bile yapar. Çünkü gerçek dostun ''acı
ve umutsuzluk'' olduğunu bilir.
Hayatta en büyük hatanız neydi? Yalan söylemek falan mı? Ben en
büyük hatamı söyleyeyim: Yalnızlıktan kaçmaya çalışmaktı. Hani
toplumda yalnızlar hep kaybeden olarak görülür ya, o yüzden
sanırım. Buradan yola çıkarak en büyük hatam topluma ayak uydurmaya
çalışmaktı. Bir toplum içinde yer edinebilme çabası. Bu beni mutlu
mu edecekti diye düşününce, hayır etmeyecekti.
En son ne zaman mutlu olduğunuzu düşünün ve ne için olduğunu. Maddi
bir şeye sahip olduğumuzda mutlu oluruz değil mi? Biri bize hediye
alır mutlu oluruz. Ailemiz bilgisayar alır mutlu oluruz. Biri bizi
över mutlu oluruz. Asıl mutluluğun -ki bu benim düşüncem- bir
sigara yakıp yatağa uzanmak ve hiçbir şey düşünmemek olduğunu
keşfeden kaç kişi var ki.
Bir hiçlikten gelip, hiçliğe gittiğimizin farkında olan kaç insan
var? Gerçekliğin, mutluluğun nerede olduğunu bulan kaç kişi var? Ya
da acı çekmenin mutsuzluk olmadığını bilen?
Nihil
Waldeinsamkeit diye Almanca’da bir kelime var.
Bazen bir kelime çok anlama gelir ya, bu tam da onu yapıyor.
Anlamı “ormanda yalnız ve huzurlu olma hissi”
Acaba “biz yenilince Türkler de yenik sayıldı” için bir kelime de
var mıdır?..
Ostinato
Korku Dünyası
Merhaba okuyucum. Bugünkü konu geniş, lafa nerden girmeliyim
şaşırdım açıkçası. Malum endişenin çeşidi ve boyutu, bırak kişiden
kişiyeyi, kişinin kendi içinde bile o kadar çok değişiyor ki genel
standartlara sokmak gerçekten zor. Ama şu bir gerçek: Çoğumuz
endişe etmeyi bile tam beceremiyoruz; kelime yerindeyse bokunu
çıkarıyoruz. Kafamızda olmamış olayların sonuçlarını görüp, o
sonuçların ağırlığını yükleniyoruz. Ve bu sonuçlardan duyduğumuz
korkuyla risk almaz hımbıl insanlar olup çıkıyoruz. Uzağa bakma
okuyucum kendini düşün, korku nedir bilmediğin çocukluğunda
kurduğun bi hayali canlandır gözünde. Ve şimdiki şartlarda o hayali
tekrar kur. O zaman anlıycaksın büyüdükçe endişenin bize nasıl
yerleştiğini ve yerleştirildiğini. Her endişenin bir sebebi vardır
derler; demiyorlarsa da bence demeliler, çünkü öyle. Mesela şu an
her neredeysen, aklına gelen ilk şarkıyı bağırarak söyle desem seni
durduran ne olur? Rezil olma korkusu, insanların garip bakışları,
daha sonra alacağın tepkiler vs vs. Çünkü yetiştiğin ortamda böyle
bi dünya yoktu; seni bu bahanelerle korkuttular ve ayağına ilk
zinciri taktılar. Sonra büyüdükçe ve tecrübe edindiklerinin sayısı
arttıkça zincirlerini kendin takmaya başladın. Belki ilk sevgiline
şiir okumaya kalktın ,yüzüne karşı hunharca güldü şiire tövbe
ettin, belki de sahnede trak yedin tiyatroya küstün. Bu veya böyle
şakaya vurulmayacak şeylerle korku dünyanı besledin. Bunlar normal,
hayat dümdüz giden bi şey değil çünkü. Daha kötü olan senaryoysa,
birilerinin bu korkularımızı güderek kazanç elde edebiliyor olması.
Siz hiç haberlerde ‘ÇARPICI’ olmayan bi olay gördünüz mü? Seni
kendine çekebilmesinin en kolay yolu ne okuyucum? Seni korkutması
tabii ki. Tıpkı korku hikayesi anlatan dedeyi dinleyen çocuklar
gibiyiz. İlgimizi çekiyor ama bi yandan da gerçek olmasından
korkuyoruz. Veya içinde bulunduğun düzen dışına çıktığında düzenin
seni sileceğini bilmek. Çoğumuz öğrenci, ama hepimiz biliriz
kovulma korkusuyla patronuna tahammül etmek durumunda kalan
insanları. İşte bunun gibi dış etkenler de zaten zincirlenmiş
bünyemize kilit vuruyorlar ve en nihayetinde “mükemmel hımbıl” olup
çıkıyoruz. Her yenilik potansiyel bi tehdit oluyo bizim için,
mükemmel(!) rutinimizi kaybetme korkusuyla kapatıyoruz kendimizi o
yeniliklere. Yanlış anlama okuyucum, ben sana git sağda solda
taşkınlık yap, maganda ol demiyorum. Demek istediğim şey şu an
bulunduğun yerde insanların seni duyabileceği şekilde şarkı
söylersen kimseye zararın dokunmaz. Hatta ordaysam sana eşlik bile
ederim belki.
Şu an içinde bulunduğum konumda saat ilerledikçe editörün soğuk
nefesini ensemde hissediyorum okuyucum o yüzden yazımı burada
bitiriyorum. Bi sonraki sayıda görüşmek üzere öpenzeee..
Rakkavun
Domates Suyu İletişim Adresi:
Cemal Süreya Sokak, Şair Nedim Apt. No: 1
Kadıköy / İstanbul
Bu bir fikr-iletişim dalgasıdır.
2012