1 Avrupa-merkezci Tarih Yazıcılığının Bir Yanılgısı: Osmanlı Oryantalizmi ya da Mission Civilisatrice ‘i Osmanlı’ya Mâl Etmek 1 Hümeyra Bostan Öz: Dünyada ve Türkiye’de mevcut olan Avrupa-merkezci Osmanlı tarih yazıcılığının handikaplarından biri, belirli bir süreç içerisinde Avrupa’nın dinamikleri ve dünya tasavvuru doğrultusunda şekillenen kavramların Osmanlı tecrübesini anlamak için de kullanılmasıdır. Osmanlı oryantalizmi bu bakış açısının ürünü olarak ortaya çıkmış ve akademik çevrelerde itibar görmüş kavramlardan biridir. Buna göre, Osmanlı’nın 19. yy.’ın sonlarından itibaren Arap ve Afrika vilâyetlerine yönelik geliştirdiği yaklaşımla Avrupalı devletlerin sömürge bölgelerine yaklaşımları arasında paralellik kurulmuş ve mevcut tarih literatürü bu ön kabul üzerinden yürütülmüştür. Oryantalizm kavramı, merkez devletin çevre coğrafyalar hakkındaki söylemi üzerinden tespit edilebilir ve Osmanlı için bu söylemi gözlemleyebileceğimiz kaynakların en önemlisi bölgeye gönderilen devlet görevlilerinin yazdıkları seyahatname ve hatırat kitaplarıdır. Bu çalışmada, ilgili metinler üzerinden Osmanlı oryantalizmi söyleminin varlığı araştırılacak; Avrupa’nın Aydınlanma felsefesiyle beraber Hristiyan misyonerlik faaliyetlerinin seküler ifadesi haline gelen medenileştirme misyonu (mission civilisatrice) ile kendilerini “çöl medeniyetçileri” olarak adlandıran Osmanlı elitinin temeddün ve terakkî politikalarının birbirinin muadili olduğu iddiası birincil Osmanlı kaynakları ışığında tenkide tabii tutulacaktır. Anahtar Kelimeler: Osmanlı Oryantalizmi, medenileştirme misyonu, temeddün, terakkî, çöl medeniyetçileri. 1 Bu çalışma yüksek lisans ödevi olarak hazırlanmış ve İlem tarafından düzenlenen II. Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi’nde 2013 senesinde Bursa’da sunulmuştur.
18
Embed
Avrupa-merkezci Tarih Yazıcılığının Bir Yanılgısı: Osmanlı Oryantalizmi ya da Mission Civilisatrice‘i Osmanlı’ya Mâl Etmek
This document is posted to help you gain knowledge. Please leave a comment to let me know what you think about it! Share it to your friends and learn new things together.
Transcript
1
Avrupa-merkezci Tarih Yazıcılığının Bir Yanılgısı:
Osmanlı Oryantalizmi ya da Mission Civilisatrice ‘i Osmanlı’ya Mâl Etmek1
Hümeyra Bostan
Öz:
Dünyada ve Türkiye’de mevcut olan Avrupa-merkezci Osmanlı tarih yazıcılığının
handikaplarından biri, belirli bir süreç içerisinde Avrupa’nın dinamikleri ve dünya tasavvuru
doğrultusunda şekillenen kavramların Osmanlı tecrübesini anlamak için de kullanılmasıdır.
Osmanlı oryantalizmi bu bakış açısının ürünü olarak ortaya çıkmış ve akademik çevrelerde
itibar görmüş kavramlardan biridir. Buna göre, Osmanlı’nın 19. yy.’ın sonlarından itibaren
Arap ve Afrika vilâyetlerine yönelik geliştirdiği yaklaşımla Avrupalı devletlerin sömürge
bölgelerine yaklaşımları arasında paralellik kurulmuş ve mevcut tarih literatürü bu ön kabul
üzerinden yürütülmüştür. Oryantalizm kavramı, merkez devletin çevre coğrafyalar hakkındaki
söylemi üzerinden tespit edilebilir ve Osmanlı için bu söylemi gözlemleyebileceğimiz
kaynakların en önemlisi bölgeye gönderilen devlet görevlilerinin yazdıkları seyahatname ve
hatırat kitaplarıdır. Bu çalışmada, ilgili metinler üzerinden Osmanlı oryantalizmi söyleminin
varlığı araştırılacak; Avrupa’nın Aydınlanma felsefesiyle beraber Hristiyan misyonerlik
faaliyetlerinin seküler ifadesi haline gelen medenileştirme misyonu (mission civilisatrice) ile
kendilerini “çöl medeniyetçileri” olarak adlandıran Osmanlı elitinin temeddün ve terakkî
politikalarının birbirinin muadili olduğu iddiası birincil Osmanlı kaynakları ışığında tenkide
tabii tutulacaktır.
Anahtar Kelimeler: Osmanlı Oryantalizmi, medenileştirme misyonu, temeddün,
terakkî, çöl medeniyetçileri.
1 Bu çalışma yüksek lisans ödevi olarak hazırlanmış ve İlem tarafından düzenlenen II. Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi’nde 2013 senesinde Bursa’da sunulmuştur.
2
Giriş
19. yüzyıl dünya tarihinin önemli kırılma noktalarından biri olmuş ve dünyadaki tüm
imparatorluklarında çeşitli ve farklı boyutlarda dönüşüm görülmüştür. Bu dönemde Osmanlı
İmparatorluğu’nda ve Avrupa’da merkezden uzakta kalan taşra vilayetlerini kalkındırma ve
şehirleştirme; köylüleri ve Bedevîleri eğitip medenîleştirme projesini beraberinde getiren bir
eğilim ortaya çıkmıştır. Bu, modern öncesi dönemin aksine kısmen yeni ortaya çıkmış bir
projedir. Osmanlı için bu projenin yansımaları Tanzimat ideallerinde, getirilen yeni
düzenlemelerde, Osmanlı entelektüelinin yazılarında ve taşra bölgelerine yaptıkları
seyahatlerin ardında yatan sebeplerde gözlemlenebilir. Ancak son dönemde önce Batı’da ve
daha sonra Türkiye’de tarihçiler Osmanlı’nın 19. yy.’ın sonlarından itibaren Arap ve Afrika
vilâyetlerine yönelik medenîleştirme politikasıyla Avrupalı devletlerin sömürge bölgelerine
yaklaşımları arasında paralellik kurmuş ve bir çeşit “Osmanlı oryantalizmi”nden bahseden bir
literatür oluşmuştur. Avrupa’nın Aydınlanma öncesi dönemde sömürgeleştirdiği bölgelerde
uyguladığı Hristiyan misyonerlik faaliyetleri, Aydınlanma sonrasında seküler bir boyut
kazanarak medenîleştirme misyonu (mission civilisatrice) kavramıyla ifadesini bulmuştur.
Osmanlı taşrasındaki terakki ve temeddün politikalarının fikir babası ve yürütücüsü olan
Osmanlı elitinin kendilerini “çöl medeniyetçileri” olarak tanımlaması dikkate değer bir
linguistik paralellik arz etmektedir. Oryantalizm kavramı, merkez devletin çevre coğrafyalar
hakkındaki söylemi üzerinden tespit edilebilir. Osmanlı için bu söylemi
gözlemleyebileceğimiz kaynakların en önemlilerinden biri bölgeye giden devlet adamlarının
yazdıkları seyahatname ve hatırat kitaplarıdır. Bu tebliğin amacı ilgili metinler üzerinden
Osmanlı oryantalizmi iddiasının doğruluğunu araştırmak; Avrupa’nın mission civilisatrice’i
ile Osmanlı’nın temeddün ve terakkî politikalarının birbirinin muadili olup olmadığını
tartışmaktır.
3
Osmanlı Oryantalizmi Söylemi ve Medenîleştirme Misyonuna Bir Eleştiri
Tarih yazıcılığındaki postkolonyal akım tarihçilerin dikkatini dünya sömürgecilik
tarihine çekmiş ve hem sömürgeleştirme hem de sömürgeleştirilme tecrübesinin ve
Oryantalizm konusunun farklı boyutlarıyla tekrar gündeme taşınmasına imkân sağlamıştır.
Robert Young’a göre postkolonyalizm kolonilerin bağımsızlığı sürecinin politik, sosyal ve
kültürel etkilerini anlamaya çalışır fakat bu süreci anlamak için sömürge dönemini Avrupa-
merkezci olmayan bir yaklaşımla iyi bilmek ve değerlendirmek son derece mühimdir. Young
(2001), Avrupa sömürgeciliğini devlet merkezinin ekonomik çıkarlarını gözeterek yerli halkın
zenginliğini ve kaynaklarını merkeze taşıdığı ekonomik sömürüye dayalı bir yönetim biçimi
olarak tanımlar (s.16-7).
Frederick Cooper mevcut literatürün Batılı olmayan tarihi tamamen Batı merkezli bir
yaklaşımla değerlendirdiğini ve Batılı olmayanın Batı’nın Aydınlanma, demokrasi, modernite
gibi önemli yapı taşlarına sahip olmadığını varsaydığını; Avrupa’nın çeşitli stratejilerden
müteşekkil sömürgeciliklerini tek tip bir modernite gibi göstererek sömürünün sömürülenler
üzerinde açtığı değişik çatlakları görmezden geldiğini düşünür (Conklin, 2006). Her ikisi de
farklı sömürgecilik tipleri olduğunu ve 19. yüzyılda eski imparatorlukların millet devletlere
dönüşerek kendi milli çıkarları için yeni topraklar ele geçirdiklerini söyler. Onlara göre bu
dönüşümden Osmanlı İmparatorluğu da payını alır ve 19. yüzyılda modernleşmeye,
merkezileşmeye ve millet-devlete dönüşmeye başlayan Osmanlı da, Avrupa’nın sömürgeci
devletleri arasında konumlanır.
19. yüzyıl boyunca yaşanan modernleşme ve Batılılaşma girişimleri Osmanlı’nın Batı
üstünlüğünü kabul ettiğinin bir işareti olarak değerlendirilmiştir. Aynı zamanda Osmanlı o
zamana dek sahip olduğu emperyal vizyonunu birdenbire bırakıp 19. yy.’da Batı etkisiyle
merkezileşerek modernleşme kaygısı güden sömürgeci bir devlet olmuştur. Ussama Makdisi
(2002a) Osmanlı’nın periferilerindeki hakimiyetinin modern Avrupa emperyalizmiyle
4
benzeştiğini, modernleştiren elit ile vilayetlerde yaşayan yerel halk arasında kültürel ve etnik
farklılıkların açık bir şekilde dile getirildiği ve sistemli şiddet uygulandığı iddiası üzerinden
tartışır (s. 29-30).
Osmanlı sömürgeciliği ayrı bir tartışma konusudur ve bu çalışmada ele almak mümkün
değildir. Ancak Osmanlı oryantalizmi kavramını anlayabilmek için Osmanlı sömürgeciliği
iddialarını da bilmek gerekir ki bu ikisi birbirini müteakip ortaya atılmış ve ancak birbirinin
varlığıyla mümkün olabilen kavramlardır. Osmanlı’nın sömürgeci olduğunu iddia eden
tarihçiler Osmanlı’nın asla Avrupa devletleri gibi sömürüye dayalı bir vizyonu olmadığını
kabul ederler ancak bir yandan Tanzimat sonrası merkezileşmeye çalışan Osmanlı’nın bazı
vilayetlere özel nizamnameler uygulamasını, merkez hukuk uygulamalarından muaf tutmasını
veya taşra vilayetlerine daha az önem atfettiklerini düşünerek bütün bunları sömürgecilikle
bağdaştırmıştır.2 He ne kadar burada Osmanlı sömürgeciliğini ele almak mümkün değilse de
var olan literatürün zayıf ve tartışmaya açık bir iddiaya sahip olduğunu belirtmek gerekir. 19.
yüzyılda tüm dünya imparatorluklarında olduğu gibi Osmanlı’nın da bir dönüşüm geçirdiği
aşikardır. Ancak Osmanlı’nın bir yandan merkezileşmeye çalışırken diğer yandan bazı
vilayetleri merkezi kurallardan muaf tutmasını ve vilayetlere farklı uygulamalarını
sömürgeciliğe bağlamak yerine Tanzimat’ın merkeziyetçi politikalarının başarılı bir şekilde
uygulanamamasıyla ve imparatorluğun geçmişten beri taşıdığı gelenekten birdenbire
vazgeçememesiyle açıklamak daha doğru olabilir. Osmanlı’nın nerede geleneğe bağlı kaldığı,
nerede Tanzimat ideallerini gerçekleştirebildiği ve nerede Avrupa etkisiyle sömürgeci
2 Bkz. Blumi, Isa. Rethinking the Late Ottoman Empire: A Comparative Social and Political History of Albania and Yemen, 1878-1918 (Istanbul: The Isis Press, 2003); Hanssen, Jens, Thomas Philipp, Stefan Weber eds. The Empire in the City: Arab Provincial Capitals in the Late Ottoman Empire; Ed. Thoms Kühn. Borderlands of the Ottoman Empire in the 19th and early 20th centuries. “An Imperial Borderland as Colony: Knowledge Production and the Elaboration of Difference in Ottoman Yemen, 1872-1918.”
5
tutumlar sergilediğini ayırt edebilmek oldukça güçtür ve bunun için daha derinlikli
çalışmalara ihtiyaç vardır. Varlığını dahi tartışabileceğimiz Osmanlı sömürgeciliğinin üzerine
inşa edilen ve sömürgeciliğin kültürel ve sosyal boyutları olan; ancak söylemde
gözlemlenebilen Osmanlı oryantalizmi iddiası vardır.
Modern Batı düşüncesinde hâkim olan yaklaşım, Doğu’yu öteki olarak tanımlamış;
“Doğu (orient)”yu, onun olumsuz bir alternatifi olan “Batı (oksident)”nın karşısında daimi ve
kalıcı bir bilgi nesnesi olarak konumlandırmıştır. Medeni dünyanın alanı ve sınırları “Doğu
(orient)” olana nispetle belirlenmiş ve bu medenî dünyanın dışında kalan alanlar gayrı medenî
addedilmiştir (Turner, 2002, 20-1). Merkezde yaşayan Osmanlıların Batı’nın kendilerine
yönelik geliştirdiği oryantalist tavrı kendi taşrasındaki halka yansıtmak suretiyle kendi
oryantalizmini yarattığı ileri sürülmüştür. Bir bakıma Osmanlılar kendi taşra halkını
ötekileştirerek (oryantlaştırarak) Avrupa oryantalizmine katkıda bulunmuşlardır. Bu iddia
esasen Ussama Makdisi, Selim Deringil ve Edhem Eldem gibi tarihçiler tarafından ileri
sürülmüş ve desteklenmiştir. Makdisi (2002b), Osmanlılar’ın Arap taşrasını, görünürde
direndikleri fakat içten içe kabul ettikleri Batı’nın “miskin Osmanlı” algısını tamamlayacak
şekilde gördüklerini ve gösterdiklerini belirtir (s. 768). Yukarıda zikredilenlerin de içinde
bulunduğu pek çok tarihçi, Osmanlı elitinin kendi vilayetlerine yönelik yaklaşımlarındaki
emperyal ve merkeziyetçi devlet algısını sorgulamışlardır.
Edhem Eldem’e göre (2010) kafası karışık Osmanlı elitinin Batı oryantalizmine yönelik
geliştirdiği tavır “onu bazen benimseme ve içselleştirme veya yansıtma, bazen tamamen
reddetme ve yıkma, bazen basitçe kabul etme ve tüketme” şeklindeydi (s. 27). Benzeri bir
şekilde “Hal-i vahşet-i bedeviyette yaşarlar?” başlıklı makalesinde Selim Deringil, Tanzimat
dönemi modernleşme projesinin Osmanlı eliti üzerindeki yansımasının hem bir yandan Batı
üstünlüğüne karşı bir tepki hem de Avrupalı fikirlerle kaynaşmanın bir sonucu olduğunu
söyler. Deringil (2013) yaygın kanaatten farklı olarak Osmanlı sömürgeciliğinin Rusya
6
örneğinden devşirildiğini söyler ve buna “ödünç sömürgecilik” adını verir (s. 313). Ancak
bunu yaparken Osmanlı’nın hangi yönleriyle Rusya sömürgeciliğine benzeyip Avrupa’dan
ayrıldığını izah etmez ve Osmanlı Oryantalizminden bahsederken yine Avrupa etkisinden
bahseder ki bu biraz çelişkili gözükmektedir. Deringil, Osmanlı entelektüelinin yazılarında
sıklıkla kullandığı “temeddün/medenileştirme” vurgusunu Kipling’in “Beyaz Adamın Yükü”
ile benzeştirmektedir (s. 313).
Rice Üniversitesi Tarih Bölümünde Osmanlı Arap tarihi ile Amerikan misyonerlik tarihi
üzerine çalışan Ussama Makdisi’ye göre, (2002b) imparatorluğun tamamından farklı olarak
İstanbul, modernleşmenin siyasî merkezi olmakla beraber aynı zamanda idari ve kentsel
reformlar yoluyla vilâyetler üzerinde tam bir kontrol ve otorite sahibiydi. (s. 784) “Osmanlı
Oryantalizmi’nden kastım” diyor Makdisi, “açıktan ya da zımnen Doğu’yu geri kalmışlıkla
özdeşleştirirken, Batıyı ilerlemenin adresi olarak telakki eden 19. yüzyıl Osmanlı
reformlarının ürettiği karmaşık tavırdır” (Kayapınar, 2006, 312).
Bu konudaki bir diğer önemli makale, Herzog ve Motika’nın (2000) Tanzimat’ın
modernleşme projesini bir “kültür etkileşimi ve benlik davası” olarak tanımladığı
“Orientalism alla Turca”dır. Bu yazarlar Osmanlı Müslüman kültürünü geleneksel ve modern
olarak ikiye ayıran keskin bir fay hattının bulunmadığını söylemişlerdir. Herzog ve Motika
“Osmanlı olmayan Müslüman” topraklara yapılan seyahatlere dair yazılan anlatılarla ilgili
sorular sorar: “Neden Osmanlılar İslam dünyasının bir ucundan bir diğer ucuna seyahat
ettiler? Gittikleri yerlere neden gittiler? Neden ve nasıl seyahatnameler oluşturdular;
yayınladılar? Bunlarda modern Osmanlı seyahat edebiyatının belli başlı kurucu öğeleri
bulunabilir mi? Osmanlı seyyahları “Osmanlı olmayan Müslümanları” nasıl görmekteydiler,
ya da daha post modern bir ifadeyle; yaygın İslâm politikaları çerçevesinde “ötekilik”
kavramını nasıl inşa ettiler?” (s. 140). Bunlar önemli sorular olsa da soruların temelinde
önemli bir yaklaşım problemi yatmaktadır. “Osmanlı olmayan Müslüman” ile kastedilen
7
Osmanlının tebaası kabul ettiği kendi taşrasında yaşayan halktır ve böyle bir tanımlama
Osmanlı İmparatorluğu’nu sadece Anadolu topraklarından ibaret kabul edip ötesini
imparatorluğun esas sınırları dışında saymak ya da buraları sömürge topraklar gibi varsaymak
anlamına gelmektedir ki böyle bir ilişkiden bahsetmek; Osmanlı’nın tebaası saydığı insanlara
“Osmanlı olmayan” titrini vermek son derece yanıltıcıdır. Her ne kadar bu sorular
seyahatnameleri incelerken Osmanlı elitinin taşra halkıyla ilişkisini anlamaya çalışmak için
gerekli olsa da, bu sorulara verilecek muhtemel cevaplar Osmanlı elitinin fikriyatını ve dünya
görüşünü yansıtacağı için, bir yargıya varırken daha dikkatli olmayı gerektirir.
Diğer taraftan Hanssen (2002) Osmanlı modernleşmesinin modernleştiren elitin baskısı
ile değil; yerel gruplarla onların temsilcilerinin işbirliği sonucu oluştuğunu söyler (s. 74). Bu
husus önemlidir çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyıllarında teknolojide, sanatta,
idari ve bürokratik sistemdeki değişimlerde Avrupa etkisi sıklıkla vurgulanmış fakat devletin
kendi iç dinamikleri daima göz ardı edilmiştir. Her ne kadar böyle bir dönem için iç ve dış
etkileri birbirinden ayırmak mümkün değilse de, bunu sadece dış etkilerle açıklamaya
çalışmak yetersiz kalır. Bu nedenle iç dinamikler ve dış etkenleri beraber göz önünde tutmaya
çalışmak imparatorluğun geçirdiği dönüşümü daha sağlıklı anlamaya imkan tanıyacaktır.
Mevcut literatür Osmanlı elitinin Arapları kendilerinden aşağı ve geri kalmış bir şekilde
resmettiğini ileri sürmesine rağmen bu görüş tartışmaya açıktır. “Oryantalizm” kelimesi,
farklı yan anlamlara sahiptir. Mesela, tarih literatüründe de açık bir şekilde görüldüğü üzere
Oryantalizm bir bağlamda sömürgecilikle ilişkilidir dolayısıyla bu iddia beraberinde Osmanlı
sömürgeciliği iddiasını da getirmektedir. Ayrıca her “üstünlük hissiyatı” oryantalizm olarak
mı değerlendirilmelidir? Medenî ve medenî olmayan arasında yapılan her ayrım oryantalizm
olarak mı görülmelidir? Kendini hiyerarşik olarak yüksek bir mevkide konumlandırmak ve
diğerlerini kendinden küçük görmek tek başına oryantalizmden bahsetmek için belirleyici bir
etken olmamalıdır. Mesela, Sahra-yı Kebir’e yaptığı seyahatinde II. Abdulhamit’in Arap
8
kökenli zabiti Sadık el-Müeyyed’in kendisini Bedevîlerden hiyerarşik olarak yüksek ve üstün
hissettiği söylenir. El-Müeyyed’in devlet otoritesinin temsilcisi olarak orada yüksek bir
mevkide bulunması, kendisini öyle hissetmesi ve ona öyle muamele edilmesi tabiidir. Üstelik
aralarında dil ve din ortaklığı olan bir Osmanlı zabiti ile Osmanlı tebaası olan Bedevilerin
karşılaşmasını, bölgeye ekonomik sömürü maksadıyla bambaşka bir medeniyet dairesinden
giden beyaz adamın yerlilerle karşılaşmasına benzetmek hatalı olur. Bu benzetme sonucu
ortaya atılan “Osmanlı Adamının Yükü” ifadesi de sorunlu bir yaklaşımın ürünüdür. El-
Müeyyed Bedevîlerle beraber yemiş, içmiş ve ibadet etmiştir. Hatta, Bedevî diyerek onları
vahşî gibi gösterme niyetinde olmadığını; onların “güzel ahlaka mâlik ve zarif” olduklarını
açıklayacak hassasiyettedir (el-Müeyyed, 2010, 8). Sadece el-Müeyyed değil, pek çok
seyahatname yazarı da genellikle Bedevîler’in cehaletini vurgulamakla beraber onları İslam
dairesinin bir parçası olarak kendilerinden ayrı tutmamışlardır. Meselâ Cape Town’a buradaki
insanları eğitmek üzere hoca olarak gönderilen Ebubekir Efendi, kendisini karşılamak için
gelen ve arkasından yürümek isteyen yerli halkı görünce, büyükelçi Mösyö Robin’in teklifine
rağmen faytona binmemiş ve şöyle demiştir: “Bu kadar ahali-i Müslime yürüyüp de ben nasıl
fayton ile giderim?” (Ömer Lütfi, 2006, 44). Seyahatnamelerdeki bu gibi örnekler artırılabilir
ancak ileride de açıklanacağı gibi farklı örneklerle de karşılaşmak mümkün.
Oryantalizmin bir de kurumsal boyutları vardır. Batı’nın ötekileştirdiği oryant toplumun
antropolojik, etnik, linguistik, sosyoljik yapısını ve kendine has geleneksel kurumlarını
inceleyip kalıplaşmış bilgiler halinde sunmak oryantalizmin kurumsallaşmış kimliğidir.
Dolayısıyla, Said’in tanımladığı gibi bir oryantalizmden Osmanlı için bahsetmek güçtür,
çünkü Osmanlı için kendi taşrasına yönelik böyle kurumsallaşmış bir faaliyetin varlığından
bahsedilemez. Abdulhamit Kırmızı (2012) “Going Round the Province for Progress and
Prosperity” başlıklı makalesinde Osmanlı oryantalizmi kavramının kullanılmasını
kurumsallaşma boyutu olmadığı için eleştirmekte ve şöyle demektedir: ‘“farklılık” Osmanlı
9
vilayetlerinde hiç bir zaman Fransa Cezayir’inde veya İngiliz Hindistan’ında olduğu gibi
kurumsallaşmamıştır” (s. 2).
Bunun yanında Osmanlı’nın da Avrupa devletleri gibi bir “medenileştirme misyonu”
taşıdığı iddia edilir. Aydınlanma Çağı’ndan beri toplumlar çizgisel ve ilerlemeci olmalarına
nispetle değerlendirilmiş, medeni olan ve olmayan arasında yeni hiyerarşiler açıkça ifade
edilmiş, ilerici ve gerici, Batılı ve Batılı olmayan olarak anlaşılmıştır. Fransız kültürünün,
dininin ve dilinin faydalarını, yeryüzünün aydınlanmayan yerlerine götürmek anlamına gelen
mission civilisatrice kavramı, özellikle Fransızlar tarafından Fransız sömürgeciliğinin bir
parçası olarak kullanılmaya başlanmış ve diğer Avrupalı devletler tarafından da hemen kendi
emperyalizmlerinin bir parçası olarak adapte edilmiştir (Young, 2001, 30). Osmanlıların
batılılaşmayla birlikte sömürgeci Avrupa devletlerinin bazı pratiklerinden etkilendiği
söylenebilir. Bunun en bariz örneklerinden biri, Osmanlı’ların mission civilisatrice ile
benzeştirilen temeddün politikalarıdır. Fakat bunun oryantalist bir amaçla yapıldığını
söylemek aynı motivasyondan kaynaklanmayan iki farklı tecrübeyi birbirine eşitlemek
demektir. Böyle yapıldığı takdirde Osmanlı tarihçileri için Avrupa-merkezci bir kavram olan
mission civilisatrice’in dolaylı olarak getireceği imalardan kaçınmak mümkün olmayacaktır.
Yukarıda yapılan tartışmalarla alakalı olarak bu çalışma taşıdıkları derin ve farklı
anlamlar nedeniyle Osmanlı oryantalizmi ve medenileştirme misyonu kavramlarının
kullanımına itibar etmemektedir. Yine de Osmanlı elitine atfedilen İslam dünyasının lideri ve
idarecisi olarak kırsal bölgelerin halkını medenileştirme, ve bölgeyi geliştirip kalkındırma
rolünü tamamen görmezden gelmek değildir. Osmanlı için “medeniyet” kelimesiyle
kastedilen Batı modernleşmesi ve İslam dininin yüksek kültürünün bileşiminden oluşur.
Osmanlı eliti Arap vilayetlerinin ilerlemesinden ve yeniliklere uyum sağlamasına önderlik
etmekten kendilerini sorumlu hissetmişlerdir; Avrupa ile İslam medeniyetleri arasındaki açığı
kapatma rolünü de üstlenmişlerdir.
10
Eğer bir Osmanlı ve bir Avrupa örneğini mukayese etmek gerekirse, 1870 ile 1914
yılları arasında Fransa’daki köylüden Fransız olmaya giden dönüşüm ile yapmak daha uygun
olabilir. Batı medeniyeti ve geleneği üzerine çalışan Amerikan tarihçi Eugen Weber (1976),
Peasants into Frenchmen başlıklı kitabında eskiden şehirden ve merkezden soyutlanmış halde
bulunan kırsal kesime eğitim, hukuk, ordu, Katolik kilise, tren yolları ve piyasa ekonomisi
gibi yeni pek çok unsurun dahil oluşunu tartışır. Fransa’daki şehirleşme ve sanayileşme
projesi sosyal ve ekonomik pek çok geleneksel normu ortadan kaldırmış; modern ve tek
tipleştirilmiş Fransızca konuşan bir ülke oluşturulmaya çalışılmıştır. Osmanlı
İmparatorluğu’nun periferilerine yönelik temeddün ve kalkındırmak politikalarını belki
Fransa devletinin kendi taşrasına yönelik projesine benzetmek daha mümkün olabilir.
Osmanlı eliti de aslında buna benzer şekilde Arap vilayetlerinin ilerlemesinden ve yeniliklere
uyum sağlamasına önderlik etmekten kendilerini sorumlu hissetmişlerdir; Avrupa ile İslam
medeniyetleri arasındaki açığı kapatma rolünü de üstlenmişlerdir. Arap ve Afrika
vilayetlerindeki Osmanlı idaresi de okullar kurmuş, demiryolları inşa etmiş, dünya tarihi
boyunca bereketli ve verimli topraklarıyla bilinen Bereketli Hilal’de yaşayan yerli halkın
sahip oldukları kaynakları daha verimli bir şekilde nasıl değerlendirebileceklerini
öğretmişlerdir.
Çöl Medeniyetçileri Olarak Osmanlı Eliti
Bedevilere medeniyet ve yeni imkanlar getirme ve onları eğitme ve farkındalıklarını
artırma rollerini üstlenen Osmanlı elitinin köylü ve eğitimsiz halka karşı kendilerini daha
üstün hissettikleri, rapor, belge, seyahatname, mektup gibi pek çok anlatıda
gözlemlenebilmektedir. Mesela Selim Deringil (2013) resmi belgelerde “hal-i vahşet ve
bedeviyette yaşarlar; hal-i cehalet ve bedeviyette yaşarlar; pey der pey daire-i medeniyete
idhal; urbanın temeddün ve terakkileri” gibi ifadelerin sıklıkla geçtiğini tespit etmiştir (s.
11
317). Benzeri ifadelere o döneme ait seyahatnamelerde de rastlamak mümkündür ancak çok
yoğun ve aşikar oldukları söylenemez.
Güney Afrika’ya çeşitli sebeplerle seyahat eden Ömer Lütfi, Mühendis Faik ve
Ebubekir Efendi beraber Ümitburnu Seyahatnamesi isimli 1868 yılında yayımlanan bir
seyahatname yazmışlardır. Aralarında en etkin ve Cape Town’daki Müslüman yerel halka
karşı en olumsuz tavra sahip olan Ebubekir Efendiydi. Ebubekir Efendi devlet tarafından
Cape Town’a coğrafi olarak uzak olmaktan ve yetersiz iletişimden kaynaklanan sebeplerle
(2006, s. 20) “cehalet ve sapıklık” içinde kalmış olan yerli halkın yanlış inançlarını düzeltmek
ve aralarında ihtilaf çıkmasını önlemek için eğitmen olarak gönderilmişti (s. 9). Ebubekir
Efendi’nin Cape Town’a gönderilme sebebi Fransız modernizasyonunda okulların taşıdığı rol
ile benzeşmektedir. Weber Fransa kırsalında açılan okulların çocukları alışageldikleri
geleneksel köylü hayatlarından kopardığını söyler. Osmanlı devleti de Fransa’ya benzer
şekilde eğitimi geliştirmeyi ve vilayetlerdeki yerel halkın farkındalığını artırmayı
amaçlamıştır.
Ebubekir Efendi İngiliz hükûmetinin de izniyle yerel halkı eğitme ve yanlış inançlarını
düzeltme misyonunu taşımaktaydı. Fakat Ebubekir Efendi halka yönelik olumsuz tutumu ve
tesettüre riayet etmemeleri nedeniyle onları gavur olarak görmesi halkın üzerinde oluşturduğu
baskı ve rahatsızlık, başarısız olmasına sebebiyet vermiştir. Mühendis Faik’e göre ise, tesettür
konusunda hassasiyet göstermemeleri uzun seneler boyunca İngiliz yönetiminde olmalarından
kaynaklanmaktadır ve Ebubekir Efendi’nin baskısı fazla gelmiş ve onları rahatsız etmiştir.
Ebubekir Efendi’nin bu olumsuz tutumu yazılarından anlaşılabilir. Mesela, Fettar halkını cahil
ve vahşi olarak tanımlar. Fakat İngiliz halkının yeni şehirler inşa etmesiyle bir ölçüye kadar
medenileştirildiğini söyler (91-2). Ebubekir Efendi’ye göre, Cape Town’daki İngiliz
hükûmetinin tüm medenileştirme çabalarına rağmen, yerel halk vaktini gereksiz işlerle
harcamıştır.
12
19. yy’da bir diğer seyahatname yazarı Senusi şeyhiyle görüşmek üzere Sahra-yı
Kebir’e gönderilen Osmanlı zabiti Sadık el-Müeyyed’dir. Muhtemelen el-Müeyyed aslen
Suriye’li olduğu için Bedevilere karşı olumsuz bir tavır geliştirmemiştir. Her ne kadar el-
Müeyyed modern bir şehirli olarak Sahra’da yaşanan hayatı zor ve kendisinin İstanbul’da
yaşadığından çok farklı bulsa da, onların hayat standartlarını çölün şartlarının gerektirdiği
ihtiyaçlarla uyumun bir neticesi olarak anlamaya çalışmıştır. Onların cesaret, cömertlik, saygı
gibi karakterlerindeki asalet ve zarafeti takdir etmektedir. Medeni ve gelişmiş olmanın sahip
oldukları mülkiyet, yaşadıkları çevre ve aldıkları resmi eğitim ile değil, insaniyetleri ve eşsiz
karakterleriyle ölçülebileceğini düşünür. Fakat yine de Bedevilerin yarı vahşi ve eğitime ve
medenileştirilmeye muhtaç olduklarını düşünür. Sahra’daki hayat İstanbul’daki hayatından
çok farklıdır ve Sadık el-Müeyyed’in bu şartlarda yaşamakta ne kadar zorlandığı liva
kaymakamının Bab-ı Ali’den gelen mektupları ve gazeteleri vermesiyle beraber şehirden ve
medeniyetten haber almanın kendisine verdiği mutluluk ile anlaşılabilir (2010, s.135).
El-Müeyyed’e göre Sahra’da güvenliği Senusi şeyhleri sağladığı için onlara “çöl
medeniyetçileri” denmelidir.3 Sadık el-Müeyyed Bedevileri İslam’dan uzaklaştırmaya çalışan
Avrupalıların tuzaklarından korudukları için ve hem maddi hem manevi olarak cehaletten ve
umursamazlıktan korunmaları için İslam’a teşvik eden Senusilerin rolünü önemsemektedir (s.
113). Senusiler Bedevilerin daha eğitimli ve medeni olmasına ve aralarındaki ihtilafları şeriata
göre çözmelerine yardımcı olmuşlardır. Onların etkisi sadece dini ve ahlaki değil aynı
zamanda ekonomik de olmuştur. Mesela Senusi zaviyelerinin çölde tarım ve ticaret yapma
imkanları hazırlamak suretiyle Bedevilerin kendilerine yetmelerini sağlayan ekonomik
faaliyetleri de vardır. El-Müeyyed, Senusilerin çöldeki yarı vahşi halka nasıl tarım
3 “İşte bu emniyet sırf Senûsîlerin himmeti ve bu himmetin nüfûz ve tesirî de mahzâ telkīnât ve icrâât-ı vâkıalarının şerî‘at-ı garra-yı Muhammediyeye mütābakatı sâyesindedir. Şu halde bu adamları “çöl medeniyetçileri” vasfıyla yâd etmek pek doğru olur.”
13
yapacaklarını ve nasıl yeni ticaret yolları oluşturacaklarını öğreterek medenileştirmeye
yönelik çabalarını takdir etmektedir (s. 108).
Bir Osmanlı şiir, roman ve seyahatname yazarı olan Ali Suad 1916’da yayımladığı
Seyahatlerim kitabında 1910-1912 yılları arasında Suriye ve Irak’a yaptığı yolculuklarındaki
gözlemlerini aktarmıştır. Arap halkına karşı en olumsuz tavır Ali Suad’a aittir. Suriye’deki
hayat şehirli biri için oldukça farklıdır ve Ali Suad (1996) yolların güvenliğinin olmadığını:
“bu yolda o güne kadar kaç kervan soyulmuş; ne kadar emval ve nükud, bedevilerin yılan
kursağı kadar uzun boğazlarına geçmişti” ifadeleriyle hem mevcut halden şikayet ederek hem
de Bedevileri hor ve hakir gördüğünü göstererek anlatmaktadır (s. 14). Ali Suad’a göre Irak
pek çok şey olabilecek potansiyele sahipken hiçbir şeydir.
Bedevilerin arasında geçirdiği günlerini: “Yeknesak, süfli ve hissi rencide eden cehl ve
vahşetin müstekreh menâzırı ortasında bî-ufuk ve bî-emel günler geçiyor. Ne fena bir
yaşamak, ne gafil, ne biçare bir hey’et-i ictimaiyye” sözleriyle ifade ederken ardından bir de
soru ekler: “Asiliğin ilmini almış bu biçare cühelaya karşı acaba ilim ve fen kâr etmez mi?”
(s. 41-2) Ali Suad evvelce “kalpsiz, vicdansız, hain, şaki, hırsız, hilekar ve vahşi” olarak
bilinen kimselerin hane ve tarla sahibi olduklarında “gayretli, muti, minnettar ve hatta halim
ve doğru” olabileceğini söylemektedir (s. 58). Ali Suad bu insanların hepsinin hükûmet eliyle
medenileştirilmesi, geliştirilmesi ve kalkındırılması gerektiğine inanmaktadır. Irak’ta
yapılabilecek muhtemel bir kalkındırma projesi hayal etmiş, zihninde toplumun ekonomisini,
tarımını ve sosyal yapısını canlandırmıştır (s. 53-63). Aynı zamanda bir vilayette “idare”
kelimesinin ne anlama gelmesi gerektiğini de sorgulamıştır. Suad, idarenin rolünün mevcut
şartları idame etmek değil; sosyal ve ekonomik yeni fikirler üretmek ve tarım ve ticareti
geliştirmek olduğunu söyler. Eğer idare düzenin sağlanması, ilerleme ve gelişmek ve umumi
ahlakı sağlamak ise, Osmanlı devlet adamlarının işlerini yapmadığını belirtir ve az bir zabıta
zorunun ve ticari faaliyetin bu bölgede büyük bir dönüşüm sağlayacağını söyler (s. 42-3).
14
Basra ve Bombay arasına ticareti geliştirmek için buharlı gemi konulmasını teklif eder (s. 25-
7).
Ebubekir Hazim Tepeyran ise 1864-1947 yılları arasında yaşamış bir devlet adamıdır ve
Anadolu’dan Musul’a kadar pek çok farklı coğrafyayı kapsayan seyahatlerini anıları arasında
yazmıştır. Tepeyran’a göre (1998) Osmanlı’nın en ihmal edilmiş vilayeti Musul’dur.
Tepeyran pek çok zengin madeni ve bol petrol yatakları olan bu vilayetin ihmal edilmesine ve
yetersiz kullanılmasına üzülmektedir (s. 359). Ham petrolün damıtılacağı bir fabrika kurmak
istediyse de Osmanlı’nın Bağdat demiryolu için Almanlarla anlaşması sonucunda girişimleri
başarısız olmuştur (s. 365-8).
Tepeyran II. Abdülhamid’in güvenliğe ve nizama, yeni yollar yapılmasına, okullar
açılmasına yönelik emirlerinin pek çoğunun hayata geçirilememesinden şikayet etmektedir.
Mesela, pek çok emre rağmen bir okul inşa edilememiştir. Yalnızca Kur’an eğitimine yönelik
son derece yetersiz kalan okullar bulunmaktadır. Musul’da böyle eksikliklerin var olduğunu
görüce, kendisi ilkokul çocukları için öğretmen yetiştirecek bir okul açar (s. 427). Yolların
inşası hususunda ise Kürt kabilelerin direnişi ile karşılaşmıştır. Kürtlerin bir demiryolunun
yapılmasına ve genelde de medenileştirmeye yönelik her türlü girişime mani olmaya
çalıştıklarını söyler. Bu adayı medeniyet dairesine dahil edebilmek için bu haydutlardan
kurtulmak şarttır (s. 440). Tepeyran’a göre Bedevi olma hali bir an önce sonlanması gereken
bir haldir ve bedevilerin bu kadar uzun süre varlıklarını sürdürmeleri Osmanlı hükûmetinin
zayıflığından kaynaklanmaktadır. Tepeyran Bedevileri dağlardan yok etmek ve yerleşik
hayata geçirmek için hükûmetin gerektiğinde zor kullanmasını fakat aynı zamanda yeni
yerleşenlerin göçebelere karşı güvenliklerinin sağlanması gerektiğini düşünür (s. 462).
1877-1949 yılları arasında yaşamış ve 1898 senesinde zabit olarak Trablusgarp’a atanan
Cami Baykurt aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk iç işleri bakanıdır. Afrika’ya dair
anılarını, gözlemlerini ve fikirlerini anlattığı seyahatnamesinde her ne kadar yerel halka karşı
15
anlayışlı ve olumlu bir yaklaşımı olsa da onları cahil olarak tanımlar. Gat halkının “ilk
medeniyet çağının küçük siteler hayatını” yaşadıklarını söyler (Baykurt, 2009, 194). İçtimai
nizamın adaletsiz yönlerini, Tanzimat’ın olması gerektiği gibi uygulanmadığını, devlet
görevlilerinin evlerinde kalıp ofislerine doğru düzgün uğramadıklarını, halktan adaletsiz bir
şekilde vergi toplandığını, “çiftçi halkı soyan küçük burjuvazi ile bürokrasi arasında ortaklık”
olduğunu anlatır (s. 138). Baykurt tam da günümüz Osmanlı tarihçilerinin sömürgeciliğe
yordukları, dönemin merkeziyetçi politikalarıyla çeliştiği düşünülen farklı vilayetlere farklı
uygulamaların daha iyi olacağını söyler. Baykurt İmparatorluğun Bursa, Yemen ve İstanbul
gibi çok farklı yerlerinde Tanzimat’ın tek tip kurallarının uygulanmasını eleştirmektedir. (s.
167). Nitekim on dokuzuncu yüzyılda bir yandan merkezileşmeye çalışan Osmanlı devletinin
pek çok vilayette farklı uygulamaları yürürlüğe koyduğu görülmektedir ve bu durum
Osmanlı’nın geçmişten getirdiği emperyal vizyonu ve kısmi özerkliğe sahip vilayet geleneğini
devam ettirmesi ile açıklanabilir.
Sonuç
Osmanlı devlet görevlilerinin Arap vilayetlerine yönelik yaklaşımlarında, zihinlerindeki
köylü imajı, hayal ettikleri kalkınma projeleri ve pek çok ıslah girişimi göz önünde tutularak
denebilir ki Osmanlı seyyahları eleştirilerine ve bazı incitici ifadelerine rağmen, taşrada
yaşayan insanları, Bedevileri ve hayat tarzlarını anlamaya çalışmışlardır. Onları kendi
kararlarıyla yaşamaya terk etmek yerine, Osmanlı seyyahları Arap topraklarında yaşayan
göçebe halkın cahiliyye halinde kalmalarına mani olmak için medeniyet götürmek ve
kalkınmalarını sağlamaktan kendilerini sorumlu hissetmişlerdir. Medeniyete giden yollarını
kolaylaştırmak ve onları medeniyet dairesi içine çekmek Osmanlı elitinin vazifesidir. Fakat
Osmanlı elitinin medeniyet taşıyıcıları olarak üstlendikleri rol Avrupa tarihine has kökenleri
olan oryantalist söylem içerisinde ele alınmamalıdır. Osmanlı elitinin bu çabasını
kendilerinden daha hakir gördükleri ve doğuştan kapasiteleri sınırlı, sömürdükleri insanları
16
medenileştirme olarak görmek yerine, büyük çoğunluğu yaklaşık dört yüz senedir kendi
hakimiyetleri altında bulunan ve eğer geri kalmışsa da yine Osmanlı yönetiminin zaafları
neticesinde geri kalan bu insanlara karşı sorumlu hissetmelerindendir. Seyahatnameleri
değerlendirilen eğitimli Osmanlı devlet adamlarının götürülmesi gerektiğini düşündükleri
eğitimi bir şekilde İslam şeriatı ve İslam eğitimiyle ilişkilendirmeleri de bu yaklaşımlarının
altındaki dini saikleri araştırmak gerekliliğini doğurur. Aynı zamanda mevcut söylem
Osmanlı’nın kendine has iç dinamikleri de göz önünde bulundurularak Tanzimat’ın
modernleşme ve şehirleşme projesi çerçevesinde değerlendirilmelidir.
17
Kaynakça
Birincil Kaynaklar:
Baykurt, C. (2009) Son Osmanlı Afrikası'nda Hayat: Çöl İnsanları, Sürgünler ve Jön Türkler.
Arı İnan (Eds.) İstanbul: İş Bankası Yayınları.
El-Müeyyed, S. (2010) Afrika Sahra-yı Kebirinde Seyahat. İdris Bostan (Eds.) İstanbul:
Çamlıca.
Ömer Lütfi. (2006). Ümitburnu Seyahatnamesi. Hüseyin Yorulmaz (Eds.). İstanbul: Kitabevi.
Suad, A. (1996). Seyahatlerim. N. Ahmet Özalp (Eds.). İstanbul: Kitabevi.
Tepeyran, E. H. (1998). Hatıralar. Oktay Abdal (Eds.). İstanbul: Pere Turizm ve Ticaret AŞ.
İkincil Kaynaklar:
Conklin, A. (2006). Colonialism in Question: Theory, Knowledge, History. By Frederick
Cooper. H-France Review. 6: 70 (June).
Deringil, S. (2003) ‘They Live in a State of Nomadism and Savagery’: The Late Ottoman
Empire and the Post-Colonial Debate. Comparative Studies in Society and History.
45:2.
Eldem, E. (2010). Ottoman and Turkish Orientalism. Turkey at the Threshold. (January-
February).
Hanssen, J. (2002) Practices of Integration- Center Periphery Relations in the Ottoman
Empire. The Empire in the City: Arab Provincial Capitals in the Late Ottoman Empire.
Hanssen, J. & Thomas P. & Stefan W. (Eds.). Würzburg : Ergon in Kommission
Herzog, C., & Motika, R. (2000). Orientalism ‘alla Turca’: Late 19th / Early 20th Century
Ottoman Voyages into the Muslim 'Outback'. Die Welt des Islams, New Series, Vol. 40,
Issue 2, (Ottoman Travels and Travel Accounts from an Earlier Age of Globalization
(Jul.), 139-195.
18
Kayapınar, M. A. (2006) Ussama Makdisi ve Osmanlı Oryantalizmi. DÎVÂN İlmî
Araştırmalar. 20.
Kırmızı, A. (2012). Going Round the Province for Progress and Prosperity: Inspection Tours
and Reports of Late Ottoman Governors. Studies in Travel Writing. 16: 4. Special Issue:
Travelling in Anatolia, the Ottoman Empire, and the Republic of Turkey, 1-20.
Makdisi, U. (2002b). Ottoman Orientalism. The American Historical Review. 107: 3, (Jun),
768-796.
Makdisi, U. (2002a). Rethinking Ottoman Imperialism. The Empire in the City: Arab
Provincial Capitals in the Late Ottoman Empire. Hanssen, J. & Thomas P. & Stefan W.
(Eds.). Würzburg : Ergon in Kommission
Turner, B. S. (2002). Orientalism, or the Politics of the Text. Donnan, H. (Ed.). Interpreting
Islam. London: Sage.
Young, R. J.C. (2001) Postcolonialism: An Historical Introduction Blackwell: Oxford.
Weber, E. (1976). Peasants into Frenchmen: The Modernization of Rural France, 1870-1914.