Top Banner
16

Aralık 2012 Tarihli Materyal Dergisi

Mar 23, 2016

Download

Documents

Berkay Avşar

Materyal Dergisinin ikinci sayısı.
Welcome message from author
This document is posted to help you gain knowledge. Please leave a comment to let me know what you think about it! Share it to your friends and learn new things together.
Transcript
Page 1: Aralık 2012 Tarihli Materyal Dergisi
Page 2: Aralık 2012 Tarihli Materyal Dergisi

Aralık 20122

Bu S

ayimi

zdaBu S

ayimi

zda

3 İkinci Sayıya Dair

4 Buyur Burdan Bak

6 Başkanlık Sistemi Nedir?

9 AKP Ne İstiyor?

11 Türkiye Siyasi TarihindeTek Adamlık

13

Materyal Dergi İletişim

Telefon: 0539 463 55 94

[email protected]/MateryalDergi

Güldürmeyen Mizah:

Muhafazakar Mizahın Kritiği

15 Başlasın...

Page 3: Aralık 2012 Tarihli Materyal Dergisi

Aralık 2012 3

Geçtiğimiz ay, daha önce pek denemesi bulunmayan varsa dahi başarısızlıkla anılan bir yola giriş yaptık. ODTÜlü Sosyal Bilimler öğrencileri olarak bir dergi

çıkarmaya karar verdik, bu kararımızı uyguladık. İşlerin bekle-diğimizden iyi gittiğini kabul etmek lazım, yorgunluğumuzun karşılığını aldık en azından. Ama tabi ki başlangıca bu kadar anlam yüklemek bir yerden sonra yersiz, zira ilk sayıyla bera-ber beyan ettiğimiz irade bizi daha çok çalışmaya, daha çok üretmeye itiyor. Bu anlamda aramızda bizimle beraber bu iradeyi beyan eden yeni arkadaşlar görmek güzel, ama daha fazlası her zaman daha iyidir.

Pek çoğunuzun bildiği üzere ilk sayımızı çıkarırken dergimize dair bir tanım yapmıştık. Bir yandan güncel siyasete dair söz-lerimizi çekinmeden söyleyecek bir yandan da aynı çekinmez-likle bu tartışmaların teorik zeminine dair konuşacak, doğru diye kabul edilen pek çok noktaya saldırmaktan geri dur-mayacaktık. Bu minvalde ilk sayımız gecikmeli de olsa “Arap Baharı” ana başlığıyla çıkmış bulundu. Hâlen devam etmekte olan bir tartışma olmasına rağmen Suriye’ de olan bitenleri aynı zeminde tartışılması ve benzeri kimi durumlar aslında bu konunun sıcaklığını koruması gibi bir anlam da ifade ediyor. Bugün Suriye’ de yaşanan olaylar dâhil olmak üzere bölgedeki hareketlenmeleri sağlıklı okuyabilmek, “Arap Baharı” olarak adlandırılan sürecin iyi okunabilmesini gerektiriyor. Bir an-lamda gelecekte açılması muhtemel bölgesel tartışma başlık-larında edeceğimiz sözlere bir temel olması açısından da ilk sayımızın bir önemi, anlamı vardır yani.

İkinci sayımızın ana başlığı ise “Başkanlık Sistemi ve Tek Adamlık”. Takip edilebildiği üzere Türkiye’ nin gündemini uzun zamandır meşgul eden bir “Başkanlık Sistemi” tartışması var. Meclis kulislerinden ardı arkası gelmeyen televizyon tartışmalarına kadar bu tartışma sürdürülmekte. Bir yandan gözden kaçırılmaması gereken bir nokta bu tartışmanın ülkemizde yeni bir tartışma olmaması. Bilindiği gibi bu sistemin getirmesi planlanan en büyük özelliklerden biri “istikrar”. Tartışmanın yeni olmamasının temelinde ise Türkiye sermaye sınıfının genel ölçüde bir hükümet istikrarından yana tavır koyması. Daha öncesi de olmakla

beraber 70’li yıllardan beri ara ara ateşlenen, ama hemen her zaman ajandanın bir yerinde kendi yerini koruyan bir tartışmadan bahsediyoruz. Bu tartışmaya dâhil olabilmek adına başkanlık sisteminin nasıl bir sistem olduğuna, teknik açıdan getirebilecekleri ve götürebilecekleri, neyin nasıl işlemesi gerektiği ve işlediği gibi konularda yazıp çizmeye çabaladık. Ama bir yandan unutulmamalıdır ki bu tartışma alabildiğine siyasi bir tartışmadır. Bu bağlamda bir de “Tek Adamlık” meselesi vardır ki Türkiye’ nin yakın siyasi tarihine bakıldığında bunun nüveleri rahatlıkla görülebilmektedir. Bugün Türkiye’ de başkanlık sistemi yerel ve uluslar arası ölçekte sermayenin çıkarlarına göre yorumlanabilecek olsa dahi, bu tartışmalarda siyasi eğilimlerin ve ülkedeki siyaset geleneğinin de görmezden gelinemeyeceği aşikâr. Bu nedenle tartışmalarımızda aslen herkesin bir rezerv koyduğu üzere, “Başkanlık sistemi nedir ne değildir bilmeden tartışılmaz.” cümlesini geçersiz kılabilmek adına bir başkanlık sistemi ta-nımı ve bunun üzerine bu tartışmanın Türkiye’ deki temelleri şeklinde bir yol izledik. Tabi ki bu çaba, tartışmaların önünü açma çabasıdır. Eğer Türkiye siyasetine dair bir şeyler tartışılı-yorsa, sanıyoruz ki bu tartışmanın doğal müdahilleri biziz.

Bu tartışmaları dergi sayfalarına hapsetmemek adına her ay düzenli olarak derginin ana başlığının adını taşıyan etkinlikler düzenleyeceğiz. Dergimiz takip eden arkadaşlar bu etkinlik-lerde de daha genişletilmiş ve değişik zeminlerde hayat bulan tartışmalara dâhil olabilirler. İlkini geçtiğimiz ay ODTÜ Sos-yalist Düşünce Topluluğu’ nun da desteğiyle gerçekleştirmiş bulunuyoruz. Bu etkinlikler dergi çerçevesinde dönen tartış-malara dâhil olmanın en kolay yolu olmakla birlikte, tek yolu değildir. Dergimizin ikinci sayfasında bulabileceğiniz iletişim adresleri aracılığıyla dergimize ulaşabilir, eleştiri ve katkıda bulunabilirsiniz. Denildiği gibi, daha önce pek yapılmamış bir iş yapıyoruz ve bu iş ne kadar çok insan tarafından sahipleni-lirse o kadar başarılı olur. Bu anlamda eleştiri ve katkı konu-sunda eli açık okurlar her zaman en iyisidir. İlk sayımızda yap-tığımız çağrının tekrara gerek duymadan her an için geçerli olduğunu belirtelim. Bir sonraki sayımıza kadar beklemeden, her gün koridorlarında dolaştığımız bölümlerde görüşmek üzere.

İKİNCİ SAYIYA DAİR...

İkinci Sayıya Dair

Buyur Burdan Bak

Başkanlık Sistemi Nedir?

AKP Ne İstiyor?

Türkiye Siyasi TarihindeTek Adamlık

Güldürmeyen Mizah:

Muhafazakar Mizahın Kritiği

Başlasın...

Page 4: Aralık 2012 Tarihli Materyal Dergisi

Aralık 20124

Gökçek’in Gözü Yine ODTÜ’de

Ankara trafiğini rahatlatma adına ODTÜ’den geçirilmesi planlanan yol hakkında ilk kez, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek konuşmuştu. Aylar önce kameralara ‘’ODTÜ’nün içinden bu yolu öyle de olsa böyle de olsa geçireceğiz.’’ diyen Melih Gökçek’in siyasi kariyerinin öyle ya da böylelerle her yol mübah anlayışıyla var olduğu bir kez daha gözler önüne serilmiş oldu. Geçtiğimiz günlerde katıldığı bir televizyon programında bu konu ile ilgili soruları yanıt-layan Gökçek, Anadolu Bulvarı’nın devamı olarak ODTÜ’nün içinden geçmesi planlanan yol ile ilgili (öyle ya da böyle) uzlaşmaya varıldı-ğını duyurdu. ODTÜ’yle alakalı emelleri aşikar olan Gökçek’in, yeni projesiyle beraber bir kez daha usanmadan, ODTÜ’de ki binaların kaçak olduğu hakkındaki söylemleri kimseyi şaşırtmadı.

Rıdvan Oğuz BİLGE Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi / 1. Sınıf

BUYUR BURDAN BAK

Yanlış Alarm Çocuklar !

18 Aralık günü başbakanın ODTÜ yerleşkesindeki TUBİTAK Uzay Teknolojileri Araştırma Enstitüsü’nü ziyaret edeceği haberi, had-dini bilmez öğrenciler tarafından hoş karşılanmadı.Hür olduklarını zanneden bu sözde öğrenciler, tepkilerini dile getirip başbakanı üni-versitelerinde istemediklerini anlatmak amacıyla protesto haklarını kullanmaya kalkınca, acı gerçek o zaman anlaşıldı.ODTÜ’yü ziyarete gelen başbakan değil, 3000 çevik kuvvet eşliğinde korunan biber gazıymış.Öyle tahmin edliyor ki, Çin’de ki Göktürk-2 uydusunun fırlatılışını izlemek için biraraya gelen nadide insanlar, havaya girip ambiansın etkileyiciliğini arttırmak adına, uydunun fırlatıldığı alanı kıskandıracak kadar gazla ve dumanla kaplamak istemişlerdi kendi bilim yuvacıklarını.Emniyet mensupları da kırmamıştı bu nadide in-sanları.Yani, bizler 18 Aralık günü, ODTÜ’de bir başbakan göremedik, sizler gördünüz mü?

YÖK İş Başında

Tüm eleştirileri göz ardı ederek hazırlanan YÖK’ün yeni yasa tasla-ğına karşı birleşen üniversiteler, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi ve İletişim Fakültesi öncülüğünde üç oturumlu bir forum düzenledi. ODTÜ, Ankara, Boğaziçi, Hacettepe, Mimar Sinan, İstan-bul, Van, Ordu üniversitelerinden gelen katılımcılar, konuyu ayrıntı-larıyla masaya yatırdı. Rektör yardımcıları, dekanlar, öğretim üyeleri, araştırma görevlileri, yüksek lisans ve lisans öğrencileri ile üniversite idari personelinin katıldığı, 3 oturumda yapılan forumda, üniversite-lerin bütün bileşenlerine eşit söz hakkı tanınmasına özen gösterildi. Forum öncesinde de soruları yanıtlayan oturum başkanlarından Prof. Dr. Nur Betül Çelik, “Biz sadece neyi istemediğimizi değil neyi istedi-ğimizi de konuşacağız. Üniversitelerin bütün bileşenleri konuşacak. Bu taslağı istememek, eski YÖK’ü istemek anlamına da gelmiyor. Eski YÖK’ü de yeni YÖK sistemini de istemiyoruz” dedi.

Ben Bugün Bir UFO Gördüm

İşte size dil bilgisi açısından kusursuz bir cümle: ‘’Ben bugün bir UFO gördüm.’’. AKP Adana Milletvekili ve Başbakan danışmanı Ömer Çelik’in, içinde Hegel, Marx ve Gramsci isimlerini barındıran ko-nuşması da, bu güzel cümledeki anlam bütünlüğüne aynı derecede sahipti. Eğer Çelik’in bahsettiği isimler hakkında en ufak bir bilgiye sahipseniz, ne yazık ki sayın milletvekilimizin söylediklerini anlama şerefine nail olamayacaksınız. Şimdi önümüzde iki seçenek var; ya bildiklerimizi unutacağız ya da Çelik’in söylediklerini. İşte Ömer Çelik’in konuşması da böyle bir paradoks temeline dayanıyordu.

Bi gün Hegel,Marx, Gramsci....

Page 5: Aralık 2012 Tarihli Materyal Dergisi

Aralık 2012 5

Medyanın Sağladığı Dokunulmazlık

BDP Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in, İçişleri Bakanı İdris Naim Şa-hin hakkında yazdığı şiiri mecliste okuması ve yine İdris Naim Şahin’e ithafen sarf ettiği sözler, basında geniş yer buldu. Ancak, en az Önder’in söylemleri kadar çarpıcı olan şey, basının haberi sunuş şekli oldu. Haber, medyanın ‘idrak tahliline’ maruz kaldıktan sonra insan-lara sunuldu. Zekice ve ustalıkla göndermelerde bulunan Önder’in sözleri, bakan Şahin’e dizilen methiyeler olarak servis edildi. Bizim yerimize düşünen, idrak eden, fikir yürüten medyamıza bir kez daha sonsuz teşekkürler...

Şanslı Sayılırız!

CHP İzmir Milletvekili Musa Çam, mecliste çok farklı bir performans sergiledi. Kendisine biber gazı sıkıldığını ve sorumluları hakkında hiç bir işlem yapılmadığını iddia eden Çam, biber gazının hikmetiyle kabaran sosyalist duygularına yenik düştü. Önce 70’lerde öğrenciy-ken maruz kaldığı işkencelerden bahsederek, o dönemlerde jandar-maya daha sempatik baktığını ifade eden vekil, sonrasında Rahmi Saltuk’tan duymaya alıştığımız ‘’Jandarma Biz Sosyalistiz’’ marşını, müzik yerine siyasete atıldığı için kendimizi şanslı saymakla mükel-lef olduğumuz detoneler eşliğinde söylemeye başladı. Marşı söyler-ken kürsüde duruşu, ışığı ve el hareketleriyle akıllara başka bir isimi getiren Çam, dileriz siyaset arenasında uzun süre varlığını sürdürür.

Taksitle Aldık

Bundan yaklaşık iki yıl önceydi. Adım adım CHP liderliğine göz kırpan Kemal Kılıçdaroğlu, alıştığımız üzere elinde dosyalarla kamera karşı-na geçti. Hedef yine AKP’ydi elbette. Kılıçdaroğlu, Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Özhaseki hakkında yolsuzluk iddialarında bulundu. Bundan sonrası da öncesi kadar rutindi. AKP kanadından gelen yalanlamalar, ne olduğu belli olmayan ‘belge’ denen kağıt par-çaları ve tabi ki açılan davalar. İşte o davalardan bazıları geçtiğimiz günlerde sonuçlandı ve Özhaseki, dava açtığı CHP’li isimlerden 80 bin lira tazminat elde etti. İlk etapta 20 bin lirası tahsil edilen taz-minatla, Kayseri halkını ihya etmeyi isteyen başkan, ekibini topladı, projeyi belirledi ve 3500 aileye 3500 kilogram sucuk parolasıyla yola çıktı. Sucukları taksitle aldığını ifade eden Özhaseki, sucukların tak-sitlerini tazminat paralarının kalan kısmı eline geçince ödeyeceğini ifade etti. AKP-CHP çekişmelerinin bir çıktısı sayılabilecek bu meblağ, harcandığı yerin sağladığı yarar itibariyle de bu çekişmeler kadar başarılı. Başbakanın bu konuyla ilgili bütçe görüşmelerinde söylediği “Bakın bugün Kayseri’de Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanımız tarafından son derece anlamlı son derece önemli bir etkinlik gerçek-leştirildi.’’ sözleri de bu toplumsal yarara bir işaretti sanırım.

Başkanlık Sistemi Yalan Aslolan Üyelik Sistemi

Ak Parti Genel Başkan Yardımcısı Ekrem Erdem, kayıtlı üye sayıla-rının 8 milyona yaklaştığından övgüyle bahsederken, bir yandan da AKP’liliğine yakışan bir şekilde yeni hedef koymaktan da çekin-miyordu. AKP’de yeni hedef 12,5 milyonmuş ve insanlar bu pek tabii durumu bile kıskanıyorlarmış. Ekrem Erdem’in söyledikleri bir köşede dursun, biz bir de Rize’de patlak veren sahte üye skandalına kulak verelim. AKP zihniyetini ve tutumunu göz önünde bulundu-rarak düşünecek olursak, hiç bir partiye üye olmayan vatandaşların bilgileri kullanılarak AKP üyesi gibi gösterilmesini anlamak güç de-ğil. Fakat aynı yöntemle CHP’li üyeleri, hatta CHP Rize İl Sekreteri İsmail Durmuş’u bile AKP üyesi olarak göstermek, gözü bu denli karartmak akıllara başka bir soruyu getiriyor. Acaba AKP’nin yeni planı, hükümeti parti üye sayılarına göre kurup, vekil sayılarını buna göre belirleyip, ülkemizi seçim gibi masraflı ve anlamsız bir yükten kurtarmak mı?

Page 6: Aralık 2012 Tarihli Materyal Dergisi

Aralık 20126

BAŞKANLIK SİSTEMİ:

UYGULANABİLİR BİR

SİSTEM Mİ?*

• Başkanlık Sistemi-nin Genel Özellik-leri

Sartori’nin de belirttiği gibi başkanlık sistemi, başkan olarak adlandırılan yürüt-menin başının, doğrudan doğruya veya doğrudan benzeri bir yöntemle halk tarafından seçildiği, gö-revini devam ettirebilmek için yasamanın güvenine ihtiyaç duymadığı ve kuv-vetler ayrılığı ilkesine da-yalı bir hükümet sistemidir. Sartori’nin tanımında da altı çizildiği gibi başkanlık sistemi güçler ayrılığı ilke-sine dayanır ki bu ilkenin üç önemli unsuru vardır. Bunlardan ilki, yasama ve yürütme organlarının bir-birinden bağımsız seçim-lerle belirlenmesi ve teorik olarak birbirlerini feshetme yetkilerinin olmamasıdır. Bu ilkenin bir diğer bileşeni, yasama, yürütme ve yargı organlarının kendi araların-daki ilişkilerinde “frenleyici” ve “dengeleyici” mekaniz-malarla donatılmış olma-larıdır. Bir başka deyişle,

sınırları belirlenmiş ve ay-rıştırılmış bu üç gücün her birinin diğer iki gücü kont-rol edebilmesi için gerekli bazı önlemler alınmıştır. Bu bağlamda Amerika örneği düşünüldüğünde, Ame-rikan yasama organının, yürütme üzerindeki temel güçleri başkanın atamaları-nı reddetmek, başkanın az-ledilmesi için gerekli yasal süreçleri başlatmak, başka-nın veto ettiği yasaları ye-niden çıkarmak ve başka-nın onayladığı uluslararası anlaşmaları reddetmektir. Yasamanın yargı üzerinde-ki temel güçleri ise alt dü-zey federal mahkemeleri oluşturup oluşturmamaya karar vermek, bu mahke-meleri feshetmek, fede-ral mahkeme yargıçlarının görevden alınması sürecini başlatmak ve başkan tara-fından atanan federal yar-gıçları onaylamaktır. Bun-lara ek olarak Kongre’nin Yüce Mahkeme’de görev yapacak yargıçların sayı-sını belirleme yetkisi de vardır. Yürütmenin yasa-ma üzerindeki güçleri iki temel alanda toplanmıştır: Başkan, Kongre’nin çıkar-dığı yasaları veto edebilir ve Kongre’ye kendi parti-sinden üyeler aracılığıyla

yasa önerisi götürebilir. Yü-rütmenin yargı üzerindeki en önemli gücü ise federal yargıçları atamak ve bazı suçluları affetmektir. Yar-gının yasama üzerindeki en temel gücü, Kongre’den geçen yasaları yorumlamak ve anayasaya aykırılıkları durumunda geçersiz ilan etmektir. Benzer şekilde, yargı, başkanın eylem ve kararlarını da anayasaya aykırı bularak geçersiz say-ma gücüne sahiptir. Güçler ayrılığı ilkesinin son bileşe-ni ise farklı personel (dis-tinct personnel) unsuruna dayanmasıdır. Farklı per-sonel, yasama, yürütme ve yargı organlarında yer alan bir kimsenin bir başka bir organda yer alamayacağını ifade eder.

Amerika Birleşik Devletle-rinde doğmuş ve uygula-maya konmuş bu devlet yönetimi modelinin daha ayrıntılı bir analizini yap-mak için yukarıda açıklan-mış olan unsurların yanın-da üç temel özelliği daha belirtmek gerekmektedir. Bunlardan ilki hem yürüt-menin başı olan başkanın, hem de yasama organının ayrı ayrı ve birbirinden ba-ğımsız bir şekilde doğrudan

doğruya halk tarafından seçilmesidir. Bu bağlamda her ikisinin de meşruiyet temelleri halkın oyu oldu-ğu için, başkan ve yasama organı birbirine bağımlı değillerdir. Buradaki temel yaklaşım, yürütmenin başı olan başkan ile yasama or-ganının yalnızca kendileri-ne ait olan belirli görevleri yerine getirmeleri ve ken-di yetkilerini kullanmaları gerektiğidir. Bu bağlamda yasaları yapma görevi ve yetkisi olan yasama organı üyelerinin, yasaları yürüt-meye koymakla yükümlü yürütme organını ile orga-nik bir bağ içinde olmaları mümkün değildir. Bir başka deyişle yasaları yapanlar ve yürürlüğe koyanlar aynı ki-şiler olamaz.

Başkanlık sisteminin ikinci temel özelliği, hem başka-nın hem de yasama organı üyelerinin birbirinden farklı ama belirli dönemler için seçilmeleridir. Yine Ameri-ka örneğinden yola çıkarak, bu sürenin başkan için dört yıl, Temsilciler Meclisi ve Senato üyeleri için sırayla ikişer ve altışar yıl olduğu görülmektedir.. Hem baş-kan, hem de Kongre üyeleri görev sürelerinin bitimine

BAŞKANLIKSİSTEMİNEDİR?

İbrahim ÖKER Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi / 4. Sınıf

Page 7: Aralık 2012 Tarihli Materyal Dergisi

Aralık 2012 7dek işbaşında kalırlar. Baş-kanın Kongre’ye karşı siya-sal sorumluluğu olmadığı için (bu sorumluluk seç-menlere karşıdır), Kongre başkanı görevden alamaz. Yani, başkanın göreve baş-layabilmesi ve görevde ka-labilmesi Kongre’nin ona-yına bağlı değildir. Benzer şekilde, Kongre de başkana karşı sorumlu değildir ve başkan tarafından feshedi-lemez. Seçimle göreve ge-len Kongre üyeleri de tıpkı başkanın kendisi gibi görev sürelerinin bitimine dek iş-başında kalırlar.

Başkanlık sisteminin üçün-cü ve son temel özelliği, başkanın neredeyse tek başına yürütmeyi temsil etmesidir. Başkanlık sis-teminde yürütme organı başkanın egemenliğinde ve güdümündedir. Başkan, devletin tüm kademelerin-de önemli atamaları yapar, kabineyi ve kendisine hiz-met edecek verecek kad-royu kendi oluşturur. Bu kişileri istediği zaman gö-revden alma ve yerine yeni insanları atama yetkisine de sahip olan başkan için, kendi kadrosu ve kabine yalnızca danışman konu-mundadır.

• Başkanlık Sistemi Lehine İleri Sürü-len Argümanlar ve Bu Argümanların Geçerlilikleri

İstikrarlı Yönetim

İstikrarlı yönetim, başkanın sabit görev süresine sahip olmasından kaynaklanır. İki genel seçim arasında yasama organında temsil edilen partiler veya bunların liderleri ya da partilerine sadık olmayan yasama organı üyeleri, yürütme organında değişikliğe sebep olabilecek herhangi bir hamle yapamazlar; yapsalar bile bunlar hiçbir olumsuz etki yaratamaz. Dolayısıyla da, bu sistemde parlamenter sisteme has olan ileriyi görememe ve belirsizlikler yoktur. Ancak hemen ifade etmek ge-rekir ki, istikrarlı yürütme görüşü, tamamen yürütme organının görev süresi ve

dolayısıyla rejimin istikrarı için bir garanti oluşturma-maktadır. Nitekim başkan-lık sisteminin uygulandığı birçok Latin Amerika ülke-sinde askeri darbelere ma-ruz kalınması, sabit görev süresinin rejimin istikrarı için bir güvence teşkil et-mediğini göstermektedir.

Başkanlık Sistemi Güçlü Yönetim Sağlamaktadır

Bu sistemin güçlü yürütme sağlayacağı varsayımının temelini oluşturan özellik-lere bakıldığında, bunların başkanın halk tarafından seçilmesi, yürütmeye tek başına hâkim olması ve sa-bit görev süresine sahip ol-ması sebebiyle yasama or-ganı tarafından görevden alınmaması olduğu görül-mektedir. Fakat başkanın yürütme gücüne tek başına sahip olması, başkanın her yerde sanıldığı kadar güçlü olmadığını göstermekte-dir. Başkan anayasal ola-rak güçlü olabilir; fakat bu gücü kullanabilmesi en az, bu güce sahip olması kadar önemlidir. Yürütme orga-nının yasamanın güvenine dayanmadan görevde ka-labilmesinin güçlü başkan-lık doğuracağı varsayımı da yeterince sağlam değildir. Her ne kadar yasama orga-nı güvensizlik oyu vererek başkanın düşmesine yol açamamakta ise de başkan da yasama organını feshe-dip seçimlerin yenilenme-sine karar verememekte-dir. Böylelikle de başkanın sahip olduğu iddia edilen avantaj yasama lehine den-gelenmiş olmaktadır.

Başkanlık Sistemi Daha Fazla Demokrasi Sağlar

Başkanlık sisteminin daha fazla demokrasi sağlaya-cağı iddiası birbirine bağlı iki sebebe dayanmaktadır. Bunlar, başkan ve parla-mentonun ayrı ayrı seçim-lerle doğrudan doğruya halka tarafından seçilmesi ve bu suretle de seçmene daha fazla tercih imkânının verilmiş olması ve organla-rın görevde kalabilmek için birbirlerinin güvenlerine ihtiyaç duymamalarıdır.

Her ne kadar yürütmenin başının halk tarafından se-çilmesi demokrasi adına olumlu bir etkenmiş gibi görünse de yapılan seçi-minin yine daha önceden başkaları tarafından belir-lenmiş adaylar arasından yapılması hale hazırda var olan demokrasi tartışması-nın tekrar ortaya çıkmaması için bir garanti oluşturama-maktadır. Bunun yanında, başkanlık sisteminin daha fazla demokrasi getirece-ği varsayımını destekleyen ikinci iddia da pek sağlıklı değildir zira demokrasiler-de yasama meclisinde tem-sil edilen bütün partilerin hükümeti desteklemeleri beklenen ve dahası normal olan bir şey değildir. Dola-yısıyla iktidar partisi dışın-daki partiler büyük bir ihti-malle hükümete karşı tavır alacaklar ve onun politika-larını bloke etmeye çalışa-caklardır. Aynı zamanda

bu varsayım, gerektiğin-de başkanın partisinin bile başkanla ters düşebileceği-ni ima etmektedir.

• Başkanlık Sistemi ve Parti Sistemi İlişkisi

Yukarıda sayılan argü-manların geçerliliğini ko-ruyabilmesi ve başkanlık sisteminin bir ülkede uy-gulanabilirliğinin değer-lendirilebilmesi için her şeyden önce o ülkelerin dinamikleri incelenmelidir. Bu dinamikler içerisinde en önemlisi parti sistemi olduğundan ve literatürde başkanlık sistemin uygun-luğuna dair yapılan birçok yorumun parti sistemi üze-rinden dile getirildiğinden ötürü yazının geri kalan kısmında başkanlık ve parti sistemleri arasındaki ilişki-den bahsedilecektir.

Page 8: Aralık 2012 Tarihli Materyal Dergisi

Aralık 20128Başkanlık sistemi ve par-ti sistemi arasındaki ilişki-nin uygunluğu noktasında göze çarpan ilk unsur, bir ülkedeki parti sayısıdır. Ni-tekim başkanlık sisteminin verimli bir şekilde işleye-bilmesi için, çıkarılacak ya-saların başkanın uygula-mak istediği politikalarla örtüşmesi gerekmektedir. Başkan böyle bir örtüşmeyi sağlayabilmek için zaman zaman geçici koalisyonlar kurma ihtiyacı hissedebilir. Bu noktada da yine parla-mentoda bulunan partile-rin veya parti koalisyonları-nın başkana destek vermesi büyük önem arz etmekte-dir. Partilerin niceliği ba-kımından parti sistemleri incelendiğinde ortaya iki veya çok partili sistemler olmak üzere bir ayrım or-taya çıkmaktadır. Yukarıda belirtilen literatürde ise iki partili sistemin başkanlık sisteminin düzgün bir şekil-de işleyebilmesi için iki par-tili sistemin daha uygun ol-duğu konusunda bir görüş birliği bulunmaktadır. Şöyle ki, başkanın programını uy-gulayabilmesinin meclisten sağlayacağı desteğe paralel olduğu düşünülürse başka-nın mensup olduğu par-tinin mecliste çoğunluğa veya ona yakın olma şansı iki partili sistemde bir hayli yüksektir. Başkanın mensup olduğu partinin meclis çoğunluğuna sahip olmasının etkisini araştıran bir çalışmada, uzun süre ayakta kalmış başkanlık demokrasilerinin (Kolombiya, Kosta Rika, ABD, Venezuela gibi) başkanlarına meclis çoğunluğu veya ona yakın sayıda destek sağlamış olan demokrasiler oldukları görülmüştür. Çok partili sistemlerde başkanlık sis-temi uygulamasının pek de olumlu sonuçlar doğur-madığı gözlemlenmekte-dir. Bunun sebebi ise parti sistemindeki parçalanmış-lığın fazla olduğu başkan-lık sistemlerinde partiler arasında uzlaşma ve koa-lisyon kurma zorunluluğu doğmakta ancak sistemin kurumsal özelliklerinden dolayı her ikisinin de zor gerçekleşebilmektedir.

Başkanlık sisteminin uy-gunluğu tartışmasında et-kili olan bir diğer unsur da meclisteki etkili, güçlü partiler arasındaki ideolojik mesafedir. İdeolojik mesa-feyle kast edilen ise yasama organındaki etkin partilerin sahip oldukları fikirlerin, klasik anlamıyla siyasal yel-pazenin sağ-sol ekseninde konumlarıdır. Literatürde, partiler arasındaki ideolo-jik mesafenin genel etkileri üzerine mevcut görüşlerin ideolojik mesafe arttıkça yasama-yürütme ilişkilerin-de çatışmaların da artacağı yönünde olduğu görül-mektedir. Buna göre, par-tiler arasındaki derin ideo-lojik farklılıklar, yasama ile yürütme arasındaki ilişkile-rinde daha çok uyuşmazlık yaratma eğilimindedir. Bu da sistemin yönetme kabili-yeti açısından ciddi tehlike-ler doğurmaktadır. Bunun yanında yapılan inceleme-lerin ortaya koyduğu bir diğer nokta da ideolojik kutuplaşma ve demokrasi arasında da ciddi bir iliş-kinin kanıtlar niteliktedir. Latin Amerika’nın en uzun süreli demokrasileri unva-nını almış olan ülkeler olan Kosta Rika, Venezuela ve Kolombiya’da ideolojik ku-tuplaşmanın sınırlı olması bir tesadüf değildir. Buna karşılık, bir kuşak boyunca (1932-1973) ciddi olarak ideolojik kutuplaşmanın olduğu bir parti sistemiyle ayakta kalabilen tek ülke Şili’dir fakat bu durum so-nuçta Şili demokrasisinin çökme nedenlerinden biri olmuştur.

Başkanlık sisteminde yasa-ma ve yürütme organları arasındaki ilişkilerin bo-yutunu etkileyen bir diğer unsur da meclisteki etkili partilerin sahip oldukları disiplin derecesidir. Parti disiplininden kast edilen bir partinin yasama meclisin-deki üyelerinin hemen hep-sinin aynı doğrultuda hare-ket ediyor olmalarıdır. Parti disiplini, başkanın progra-mını uygulayabilmesi için koalisyonların kurulması ve kendi partisini kontrol et-mesi aşamalarında büyük önem arz etmektedir. Yay-

gın kanaat disiplinsiz par-tilerin varlığının yasama ile yürütme arasındaki ilişkileri kolaylaştırarak sistemin tı-kanmasını engellediği yö-nündedir. Bu durumun en tipik örneği ABD başkan-lık sistemidir. Nitekim son yarım yüzyıldır başkanın partisinin mecliste sayısal olarak büyük üstünlük sağ-layamamış olmasına rağ-men sistem çökmeden var-lığını sürdürebilmiştir ve bu durumun ABD siyasi parti-lerinin disiplinsiz bir yapıda olmasından kaynaklandığı belirtilmiştir.

Başkanlık sisteminin işle-yişini etkileyen son etken ise parti sisteminin kurum-sallaşma derecesidir. Parti sistemindeki kurumsallaş-ma arttıkça başkanlık sis-teminin yönetme kabili-yeti de artmaktadır. Fakat bu durum her ülkede aynı sonucu vermektedir; nite-kim bazı kriterler açısından tam kurumsallaşmış parti sistemi kategorisi içinde değerlendirilemeyecek olan ABD parti sistemi, başkanlık sisteminin işleyişindeki en önemli faktör olarak gösterilirken bazı noktalarda en az ABD’ninki kadar kurumsallaşmış parti sistemine sahip olan bazı Latin Amerika ülkelerinde sistem çok başarılı işleyememektedir.

Sonuç Yerine

Bu yazıda kısaca başkan-lık sisteminin özellikleri ve sistemin işleyebilmesi için gerekli en önemli unsur olan parti sistemi özetlen-meye çalışılmıştır. Buradan çıkarılabilecek en önemli sonuç ise aslında bu sis-temin ülkelerin iç dina-mikleri düşünüldüğünde uygulanabilir bir sistem olacağıdır. Dergide yer alan diğer yazılarda ise bu argü-manlar ışığında, başkanlık sisteminin, ülkenin iç dina-, ülkenin iç dina-mikleri de işin içine katıla-rak, Türkiye’ye uygun olup olmadığı tartışılacaktır.

*Bu yazı Sayın Pınar Akçalı’nın “Başkanlık Siste-mi ve Türkiye” kitabında-ki yazısı, Sayın İpek Eren Vural’ın ders notları ve Sa-yın Emrah Karaca Eren’in “Başkanlık Sisteminin Türk Parti Sistemi Açısından Uy-gulanabilirliği” makalesi kullanılarak ve yazarın şahsi fikirlerinden yola çıkan bir sentez oluşturularak mey-dana getirilmiştir.

Page 9: Aralık 2012 Tarihli Materyal Dergisi

Aralık 2012 9

Başkanlık Sistemi birkaç aydır hatta birkaç yıldır Türkiye’nin en çok konuşulan konuların-dan bir tanesi. Gerek AKP kadroları gerekse medya bu konuya fazlaca önem veriyor. Öyle ki hemen her akşam bu konuda ya bir akademisyen ya bir AKP yöneticisi TV kanalla-rında başkanlık sistemiyle il-gili açıklamalar yapıyor. Hatta kitap yazanı bile var.*

Başkanlık sistemi tartışmala-rını ortaya atanın iktidar par-tisi olması da ilginç bir durum. Burada ilginç olan; zaten ikti-darda olan bir siyasi partinin kendi iktidarını sağlayan se-çim sisteminden ve yönetsel düzenden kurtulup başka bir sistemi öngörüyor olması. Hem de üç dönemdir iktidar-da olan bir partinin. Öyleyse başkanlık sistemi ya gerçek-ten ileri demokrasi yada tar-

tışılanlardan çok daha başka bir şey.

Başkanlık sistemi savunucu-larının gerekçe olarak say-dıkları arasında en başta is-tikrar arayışı geliyor. Ayrıca ideolojik farklılıkların siyasete yansıması, marjinallerin “boz-gunculuğu” ve 90’lı yılların koalisyonlarının siyasi istik-rara ket vurması da bu ge-rekçeler arasında. Türkiye’de başkanlık sisteminden yana tavır alan kesimlerin gerekçelerine baktığımızda başka bir dönemle olan ilginç benzerliklere rastlıyoruz. Bu dönem 12 Eylül faşist darbe-sidir. Darbenin yapıcıları ve savunucuları da gerekçelerini böyle sıralamıştı, tek bir fark-la; onlar 70’lerin koalisyonla-rını sebep olarak göstermişti.

Bu ilgi çekici benzerlik tek ba-

şına başkanlık sistemi tartış-malarının özü olamaz elbette. Yukarıda bu tartışmayı açanın iktidar partisi olduğunu söy-lemiştim ve şimdi de neden sorusunu soruyorum. Birinci-si AKP Türkiye’de on yıllık ik-tidar partisidir ve bu iktidarın kaçınılmaz sonu yaklaşmak-tadır. İkincisi Tayyip Erdoğan AKP içinde kritik bir rol oyna-maktadır ve Tayyip’ten sonra ne olacak sorusunun cevabı henüz verilmemiştir. Bu iki gerekçeyi biraz açmak istiyo-rum.

AKP iktidarının sonuna yak-laşmaktadır çünkü;

a) AKP iç siyasetini ve siya-si konsolidasyonunu çok fazla dış politikaya bağlamıştır ve eğer Suriye konusunda gerek-li inisiyatifi alamazsa (ABD’nin istediği zamanda savaşı baş-

latamazsa) bu AKP iktidarının hem içeride güç kaybetmesi-ne hem de emperyalist mer-kezlerden aldığı desteği kay-betmesine yol açar.

b) Bugün Türkiye ekono-misini ayakta tutabilen yega-ne şey kayıt dışı para girişidir. Eğer AKP dış politika alanında emperyalizmin kendisinden beklediğini yapamazsa siyasi desteğin yanında ekonomik desteğini de kaybedecektir. Bu ekonomik kriz anlamına gelir.

c) Dinci gericilik Türkiye’de sınıra dayanmıştır ve AKP’nin bu alanda attığı her adım geniş toplumsal kesimleri AKP’yle karşı karşıya getir-mektedir.

d) Yıllardır Kürt Sorunu’nda çözüm diyen AKP iktidarının bu meselede ortaya koyabil-

TÜRKİYE’DE BAŞKANLIK SİSTEMİ TARTIŞMALARI:

AKP NE İSTİYOR?

Soner ATASEVEN Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi / 1. Sınıf

Page 10: Aralık 2012 Tarihli Materyal Dergisi

Aralık 201210diği hiçbir çözüm önerisi yok-tur ve bu AKP’yi yıpratmak-tadır. Daha önce çözüm diye ortaya konan “Sünni-İslamcı Birlik” modeli de çökmüştür.

e) AKP iktidarı bugüne ka-dar mağdur edebiyatıyla ve hesaplaşmalarla kendini ger-çekleştirmiştir. Fakat bugün hesaplaşılacak ne bir ordu, ne bir Kemalizm, ne bir yargı ne de bir CHP kalmamıştır. Böyle bir düzlemde, iç siyaseti bitir-diği oranda siyaset yapamaz hale gelen, iktidar yendikleri-nin üzerinde tepinmeye baş-lamıştır. Bunun da bir sınırı vardır.

f) AKP bugün Türkiye’de sa-dece bir hükümet partisi de-ğildir. AKP iktidardır. AKP dev-lettir. Bu da ülkede var olan bütün toplumsal rahatsızlık-ların aynı hedefe yönlenme-sine neden olmaktadır ve bu hedef AKP’dir.

g) AKP kendi düzeninin taşı-yıcısı olabilecek yegane şeye; gençlik üzerinde temsiliyete sahip değildir. On yıldır bu temsiliyeti sağlayamamış ol-ması da AKP iktidarının sonu-nun yaklaştığının bir işaretidir.

Tayyip Erdoğan’ın kilit rolü-nü de şöyle açıklayabiliriz. AKP sanıldığı gibi iç dokusu çok sağlam bir parti değildir. Parti içi dengeleri sağlamak konusunda Tayyip Erdoğan’ın otoritesi bir tutkal görevi gör-mektedir. Ayrıca AKP dışında da bir siyasi otoritesi olduğu gerçeğinin gözden kaçırılma-ması gerekir. Bu dönem Tayyip Erdoğan’ın şimdiki sistemde yasal olarak son milletvekilli-ğidir. Fakat parti içindeki ko-numu düşünülünce; Tayyip Erdoğan AKP’ye fazlasıyla ge-

reklidir ve siyasetin merkezin-de tutulması gerekir.

Buradan hareketle benim te-zim; AKP iktidarının başkanlık sistemini tartışmaya açarken asıl niyetinin kendi iktidarını sağlamlaştırmak olduğudur. Bu da ileri demokrasi değil ancak ileri faşizm arzusu ola-bilir.

Bu konuda AKP’nin yetki-li ağızlarının yaptığı birkaç açıklamayı buraya taşımak istiyorum. Anayasa Komis-yonu başkanı Burhan Kuzu “Recep Tayyip Erdoğan, gece-de 3-4 saat uykuyla yetinen bir adamdır, çok çalışkan ve başarılıdır da… Kuvvetli bir partinin en ileri gelen lideri, şahsi bir görüş ve politikaya sahip…”

Başkanlık sisteminde yasama-yürütme-yargının tek elde toplanacağı bunun diktatör-lük anlamına geleceği eleş-tirilerine de AKP adına yine Burhan Kuzu yanıt veriyor: “Diktatörlük gelecek diyen adama tokat atsım geliyor.” Tokat atmaya bu kadar me-raklı Kuzu aynı tartışmada “üff… Biz bu koalisyonlardan, marjinallerden neler çek-medik ki…” diye yakınıyor. Demek ki Burhan Kuzu’nun rahatsız olduğu şey diktatör-lük değil, AKP’nin diktatörlük isteminin açığa vurulması.

Marjinallik meselesi yana yakıla başkanlık sistemi diye bağıranların ortak özelliği aslında. Burhan Kuzu’nun “Başkanlık sistemi zaten be-raberinde iki partili sistemi doğuracaktır… Çünkü küçük partiler biter. Sağ ve solda iki büyük parti oluşur.” söylemi-ni, Bekir Bozdağ “Marjinal

grupların, ideolojik yapıların başkanlık sisteminde ikti-dar yüzü görme ihtimali yok. Başkanlık sistemi ideolojileri, marjinaliteyi reddeder.” diye-rek destekliyor.

Her ne kadar Bekir Bozdağ’ın ideolojik yapılardan kastı ge-nel olarak solcular ve daha özel olarak komünistler olsa da, buradan AKP’nin kendi-sinden başka hiçbir düşün-ceye tahammülü olmadığını çıkarabiliriz. Bu sebeple diğer ideolojileri iktidardan uzak tutan sistem başkanlık siste-miyse; bu AKP için en iyi sis-temdir diyebiliriz.

Başkanlık sistemi tartışmala-rının sebeplerinden biri ola-rak AKP iktidarının sonuna yaklaşmasını göstermiştim. Bekir Bozdağ da bunu des-tekliyor: “…O yüzden biz di-yoruz ki, sistem öyle olmalı ki, kendisi istikrar ve güçlü iktidar doğurmalı. Bugün biz güçlü bir iktidarız, parlamen-toda güçlüyüz. Buna rağmen bunu neden istiyoruz? Çün-kü Türkiye’de bu her zaman böyle devam etmeyebilir.” Görüldüğü gibi AKP ideolog-larının çabası kendi iktidarla-rını sürdürmek ve sağlamlaş-tırmaktır. Ama Bekir Bozdağ bununla da yetinmiyor. O’nun beklentisi AKP’nin kurduğu düzenin AKP olmasa da ya da güç kaybetse de devamının sağlanmasıdır. Kuşkusuz bu Türkiye sermaye sınıfı açısın-dan en iyisidir. Ayrıca Bozdağ burada yürütme erkinin yasa-ma erki üzerinde mutlak bir hegemonyası olması gerekti-ğini söylüyor. Bu da herhalde AKP’nin başkanlık sistemine bakışının bir özeti sayılabilir.

Türkiye ve başkanlık sistemi birlikte düşünüldüğünde bir şeyin daha altını çizmek ge-rekir: Türkiye’deki sağ siyaset geleneği. Birinci Cumhuri-yet her ne kadar saltanatın ilgası da olsa “Büyük Şef” ve “Milli Şef” kavramları bu dö-nemin ürünüdür. Bütün bir Demokrat Parti Dönemi’nin Menderes’li yıllar olarak anıl-ması da tesadüf değildir. Çün-kü DP Menderes’in istediğini atadığı istemediğini partiden kovduğu bir tek adam yöneti-midir. Ya da 70’li yılların Demi-rel-Ecevit rekabetiyle tanım-

lanması sağ partilerde lider kültünün ne kadar yerleşik ol-duğunun göstergesidir. Başka bir örnek de 80’ler ve 90’lar-dan. 12 Eylül ve sonrasındaki tüm neo-liberal dönüşümler birebir Özal’ın icraatlarıdır ve darbe sonrası dönemde tabiri caizse Özal’dan habersiz kuş uçmamıştır. Türkeş, Erbakan ve Çiller de Türkiye sağının lider kültü olmadan yapama-dığının birer örneğidir. Durum bugün de pek farklılık arz et-memektedir. Bugün Tayyip Erdoğan da parti içinde astı-ğı astık kestiği kestik bir lider kültüdür ve bu bile onu kes-memektedir. O’nun istediği Türkiye halklarının tamamı-nı keyfince idare etmek ve boyunduruk altına almaktır. Türkiye’de tartışılan başkanlık sisteminin anlamı budur.

Başkanlık sisteminin pek o kadar da yakıcı bir gündem olmadığını söyleyenler de çıkabilir, alelade tartışıldığı-nı da. Hatta aslında AKP’nin gündeminde bile olduğunu söyleyenler ya da bunu gün-dem değiştirmek için ortaya attıklarını söyleyenler de çıka-ıklarını söyleyenler de çıka- de çıka-bilir. Dikkat edilmesi gereken husus şudur; AKP’nin siyaset tarzı. Bugüne kadar bütün si-yasi başlıkları önce tartıştırıp sonra geri çektiler. Toplum-sal muhalefeti uyutabildikleri anda da tekrar bu sefer yasa olarak halkın önüne koydu-lar. Başkanlık sistemi de böyle olacaktır. Ayrıca gündem de-ğiştirmek faşizmin ayak sesle-rini duyurarak olmaz.

Sonuç olarak Türkiye’de baş-kanlık sistemi tartışmalarının aslı sermayenin egemenli-ğini ve iktidarını daha muh-kem hale getiren otoriter bir sistem kurmak ve başkanlık sisteminin uygulandığı çoğu ülkede olduğu gibi faşizmin önünü açmaktır.

*Burhan Kuzu, Her Yönüyle Başkanlık Sistemi

*Not: Bekir Bozdağ’ın ko-nuşmaları 12 kasım 2012 ta-rihinde Milliyet gazetesinde Zeynep Miraç’a verdiği röpor-tajdan alınmıştır.

Page 11: Aralık 2012 Tarihli Materyal Dergisi

İsmail Berkay AVŞAR Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi / 2. Sınıf

Aralık 2012 11

Türkiye’ de son zamanlar-da bir başkanlık sistemi tartışmasıdır ki aldı başı-nı gidiyor. Tabi bu esnada “Başkanlık Uzmanı” kesilen arkadaşlardan tutun da ül-kenin ihtiyaçları konusunda bilirkişi olduğu izlenimi-ni veren yorumculara ka-dar geniş bir kitle oluştu. Yürütme, yasama, yargı derken fark edilebilecek en önemli noktalardan biri tartışmaların teknik bir zemine sıkışmış olması. Aslen tarz olarak bakarsak, son on yıl boyunca AKP’nin siyasi açılımlarının çoğunu teknik açılardan tartışmaya açtırmış ve tartışmış olması gibi bir veri var ki, bu yeni tartışmalar pek de şaşırtmıyor. Ama doğruluğundan veya yanlışlığından bağımsız olarak bu tartışmaların bir sınırı var. Bir ülkedeki hükümet sistemini değiştirecekseniz, bu tartışmanın yalnızca kim kime baskın olacak, kim hangi yetkiye sahip olacak tartışmasının yalnızca tek-nın yalnızca tek-nik verilerden ibaret ol-ması imkânsız. Bu konuya dair bu kadar dil döktükten sonra ise, bu yazının der-dinin temel anlamıyla baş-

kanlık sistemi tartışmak ol-madığını da belirteyim. Bu tartışmalara siyasi bir açı-dan yaklaşmanın önemin-den bahsettik ve bir yan-dan bu siyasi tartışmanın bir arkaplanı olarak Türki-ye’ de, özellikle siyaseten, tek adamlık bu konuya dair biraz önem taşıyor gibi. Bu yazıda böyle bir tartışmaya girişebilmek adına bir ar-kaplan oluşturmaya çalışa-cağım.

Türkiye’ de özellikle son 6-7 yılda dönen tartışma-larda tek parti dönemi ola-rak anılan 1923-1950 yıl-ları arasının pek çok farklı açıdan iki siyasi figürün, Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü’ nün siyasal faaliyetlerine indirgenme-si, alışılmış bir durumdur. Bir yandan bunun gerçek-liği vardır. Mustafa Kemal dönemine “Tek Adam” dö-nemi denmesinin arkasın-da gerçekten Türkiye’ de siyasal yaşama damgasını vuran lidercilik, siyaseti işini bilen adamlara bırakma gibi kaba kavramsallaştırmalar-la açıklanabilecek durum-lar bunun önünü açmıştır. Bu durum aslında Türkiye siyasi tarihindeki pek çok

gelişmeyi açıklamada yar-dımcı bir veri olarak kulla-nılabilir, zira seçimler üze-rinden yürüyen kaba siyasi tarihimizde siyasi partilerin lider üzerine oynama eğili-mi gözle görülür derecede. Tabi ki bu durumun doğal olup olmadığını tartışaca-ğız bu yazıda. Ama sanıyo-rum ki bir veri olarak bunu almak yanlış bir hareket ol-mayacaktır.

Cumhuriyeti kuran kadro-ların kafasında tam olarak nasıl bir toplum tasviri var-dı, o kadarı ayrı, ama şura-sı kesin ki bu kadrolar bir halk hareketine dayanarak kurdukları cumhuriyeti belli bir yola sokmak konusun-da perspektif sahibi idiler. Bu noktada açık olmakta fayda var, Kemalist kadro-lar ana eğilim olarak hiçbir zaman sosyalist bir ülke is-temediler. Bunun tartışılan bir konu olması bir yana, dikkatini çekmek istediğim nokta egemen olan eği-limdir. Temel olarak halkın katılımı ile kendini var eden bir iktidar olarak, halkın si-yasete katılım kanallarını mümkün olduğunca kısıtlı tutma konusundaki tutum-ları bu eğilimin çıktısıdır.

İroniktir, kurdukları cumhu-, kurdukları cumhu-riyetin ancak 88 sene daya-nabilmiş olmasının nedeni de buradadır büyük ölçü-de. Bu eğilim genel olarak siyasete kitlesel katılımın önünü kapatmanın yolu-nu, siyaseti birkaç kişinin üstüne yıkmakta buldu. CHP’ nin tek parti olduğu dönemde dahi, siyaset ta-mamen meclis duvarları içerisine hapsedilmeye ça-lışılmıştır. O dönemde ülke-de Rus Devrimi’ nin getir-diği rüzgâr sonucunda bir Komünist Parti kendine ya-şam alanı bulmuş olsa da, bu partinin de siyasi hayatı halka getirmekte başarılı olduğunu söylemek güç. Türkiye, kuruluş döneminin sancıları ile 1950’lere kadar siyasetin halktan uzak kal-dığı bir siyasi hayat yaşa-mıştır.

1950’ lerde ise sah-neye Demokrat Parti çıkı-yor. Yine bir figürün etrafına örgütlenmiş bir parti görü-yoruz işin esasında. “Baş-vekil” Menderes’ in sözleri gelenek itibariyle nihai ka-bul görüyor halkın gözün-de. Uzunca bir süre devam eden bir süreç bu, küçüm-sememek lazım. Ama tabi

TÜRKİYE SİYASİ TARİHİNDE TEK ADAMLIK

Page 12: Aralık 2012 Tarihli Materyal Dergisi

Kasım 201212tek başına iktidar olan bir parti, iktidarının süresi uza-dıkça halktan kopmaya mahkûmdur. Eğer ki halkın siyasete katılımı konusunda bu kadar çekingen bir poli-tika izliyorsanız bir yerden sonra bu durum kaderiniz oluyor. İşte aslında burası bir kırılma noktasının baş-langıcı olarak işaretlenebi-lir. Demokrat Parti politika-larıyla halktan uzaklaştıkça ve bu politikaları halkı ikna etmek suretiyle halkı dahil etmeden gerçekleştirdiği ölçüde, halk tepkisini ver-menin yollarını sokakta ve “geleneksel” siyasi arena-nın dışında buldu. Bu da bir askeri darbe için halk nez-dinde gerekli meşruiyeti sağlamış oldu. Bir yandan da not düşmek gerekir ki bu dönemde CHP, halk si-yasallığına ve muhalefetine olabildiğince oynamıştır. Kitlesel gösteriler, muhalif toplamlar vs. Ama sonra-ki açılımları deyimin tam anlamıyla köprüyü geçene kadar büründüğü kılığı bir anda terk ettiğini gösteri-yor.

1960’ tan 1980’ lerin son-larına uzanan süreçte ise bu yukarıda bahsettikle-rimizden aynen bahsede-meyeceğiz. Demokrat Parti dönemi, gerek süreci gerek kapanışıyla halkta siyasete kitlesel katılım yönünden hem cesaret hem de neden vermiş oldu. 40’ lı yılların sessiz, onaylayan halkı bir anda ülke sermayesinin dahi hazır olmadığı açılımlar yapan DP’ ye karşı muhalefette birleşmiş, siyasete dahil olmuştur. Tabi bir de halkın gözünde bundan 4-5 sene önceye kadar en güvenilen kurum-lar listesine %97 ile birinci sırada olan TSK’ nın “onay” ını alınca, kim alacak halkın önünü. Türkiye İşçi Parti-si (TİP) ile başlayan ve pek çok sosyalist öznenin siya-sal ortama katılımıyla süren bu süreçte halk esasen ala-bildiğine siyasallaşmıştır. Bu dönemde burjuva par-tilerinde dahi bir popülist-leşme görülebiliyor. Ama buna rağmen terk ede-medikleri söylem, “Genel Başkanımız”. O dönemde – muhalefete düştüğü he-

men her dönemde olduğu üzere – CHP’ nin halkı siya-sallaştırma ve bunu mevcut iktidara karşı kullanma ça-balarında her şeye rağmen devrimci demokrasinin bü-yük etkisi görülüyor. CHP dahil herhangi bir burjuva partisi kendisi için sonra-dan tehlike arz edebilecek bu hareketi tek başına ya-pacak, yapabilecek bir olu-şum değil nitekim. Yükse-len faşizm tehlikesine karşı iktidar perspektifini yitir-miş devrimci demokrasinin desteği ile CHP’nin siyase-ti bir noktaya kadar halkla buluşma imkânı bulmuş oldu. Bu süreç, hepimizin az çok aşina olduğu üzere, 1980 darbesi ile büyük öl-çüde sekteye uğramış oldu. 1989’ daki Bahar Eylemle-ri bu sürecin bitmediğini göstermeye dair bir çaba olarak tarihte yerini almış olsa dahi, yeterli olamadı. Bu periyodu da sanıyorum ki 1991’ de Sovyetler Birliği’ nin çözülüşü ile kapatabili- çözülüşü ile kapatabili-ile kapatabili-riz. Şimdi her şeyi Sovyet-ler Birliği’ nin çözülüşüne bağlıyorsun diyen arkadaşlar çıkacak, haklılar. Ama şöyle bir durum var ki ben de haklıyım. Sosyalist solun kendi içine dönme gibi bir yanlış yaptığı bir konjonktürde siyaseti halk-larla buluşturacak bir özne gösterilebildiği anda yaz-mayı bırakabilirim mesela.

Kestirme yoldan 2000’li yıl-lara geçme niyetindeyim. Özellikle şu son 10 yıllık sü-rece baktığımızda gözümü-ze çarpan en önemli mese-le gerçekten tek adamlık meselesinin siyasi hayatı en az 1920’ler kadar baskın bir şekilde işgal etmiş olması-dır. Şimdi burada yer sıkın-tısı nedeniyle tartışamaya-cağım birkaç ön varsayımla hareket edeceğim. Bu sü-reçte bu kadar vurgulanan karizmatik, etkileyici, hita-beti kuvvetli “Tek Adam” Tayyip Erdoğan, kimi açı-lardan Mustafa Kemal ile özdeştir. Şimdi bir yanlış anlaşılmayı ortadan kaldı-ralım. Sınıfsal karakteri, tüm olumsuz özellikleri ve hare-ketlerine rağmen bu ülkeye pek çok ilerici değeri taşı-yabilmiş olan bir hareketin lideri olarak Mustafa Kemal

her zaman tarihte hak etti-ği yeri koruyacaktır. Bunun yanında Tayyip Erdoğan, bu değerlerin yıkıcısı, serma-yenin saf ve aracısız tem-silcisi olarak halkına zul-meden bir lider olarak aynı tarihin ya en karanlık say-falarında yer alacak ya da adı dahi anılmayacaktır. Bu benzerlik, bir açıdan ülke-deki sürecin benzerliğinden kaynaklıdır. Tayyip Erdoğan ve AKP, bugün 1923’te ku-rulmuş olan Cumhuriyetten ardına hiçbir şey bırakmak-sızın kurtulmuştur. Kendi-leri yeni bir düzen, yeni bir cumhuriyet davasındadır ki bu kendilerini “Kurucu Kadrolar” olarak nitelendi-rebilecek kadar ileri giden bir özgüven sağlamıştır arkadaşlara. Yeni anayasa tartışmalarının henüz yeni başlamış olduğu 2011 se-çimleri öncesini hatırlaya-lım. AKP kurmayları, “Bu meclis kurucu meclis ola-cak.” diye boşuna demiyor-lardı. Ve bu kurucu mecli-sin bir kurucu lidere ihtiyacı vardı. 2002’ den beri inşası-na devam ettikleri bir figür olarak Tayyip Erdoğan, bu-gün bu misyonu üstlenme çabasını giderek arttırmak-tadır. Bülent Arınç’ ın meclis oylamaları esnasında söy-lediği bir sözü hatırlatalım burada. Parti liderleri karar verir, gruplar bunu uygu-lar. Bu minvaldeki sözlerin Türkiye’ de burjuva siyase-tinin ana akışını gösterdi-ği aşikârdır. Parti liderleri üzerinden akan bir siyaset, parti liderleri üzerinden halka ulaşmaya çalışan si-yasi partiler…

Yukarıda döndürmeye ça-lıştığım tartışma ışığında as

lında söyleyebilirim ki bu siyasi yaşamın en doğal çık-tısı “Başkanlık Sistemi” ola-caktır. Yani bir siyasi parti li-derinin bu kadar güç sahibi olduğu bir siyasi ortamda, başkanlık sisteminin geti-rilmesi aşikârın beyanın-dan başka bir şey değildir. Özellikle yürütmenin sahip olduğu tüm gücü hesaba kattığımızda, başkanlık sis-teminin bunu yasallaştıran ve süreklileştiren bir yapı olduğundan başka bir tes-pite varamıyorum ben şah-sen. Bir anlamda her şeye rağmen AKP güçlü bir parti ve iktidar olarak kendini var ediyor. Ama yazının başla-rında belirttiğim kaide AKP’ nin de kaçabileceği cinsten değil, halkı siyasetin dışına bu kadar iterseniz, 29 Ekim’ i bile kutlayamaz hâle ge-tirirseniz sonunda bu halk kendine siyaset yapacak yeni alanlar üretmeye baş-lar. AKP de biraz tarih ça-lışmış olacak ki, bunun sü-rekliliğini sağlayabilmek adına kimi önlemler alma ihtiyacını hissetmiş ve ül-kenin gündemine yeniden başkanlık sistemi tartışma-larını sokmuştur. Bu nok-tada yeniden altını çizmeyi önemli buluyorum, bu tar-tışma küçümsenmemelidir. Zira arkasında en az 90 yıl-lık bir siyaset geleneğinin kalıntıları vardır. Beslendiği zemin güçlüdür. Amma ve lakin bu tartışmayı besle-yenler güçten düşmektedir, bu anlamda kazanacağına dair tahminde bulunmak, kuvvetle muhtemeldir ki kaybeden ata oynamak olacaktır.

Burada bir dipnot düşmek lazım geliyor. Siyasi yaşamda halkı siyasetten uzak tutmak çok uzun zamandır burjuva par-tilere has bir özelliktir. 1848’ te son ilerici barutunu attığından beri burjuvazinin siyasi temsilcileri halkın bu işin içinde olma-sından çekinen bir tavrın içinde görünürler. Tüm burjuva de-mokratik devrimler halkın neredeyse tüm katmanlarının yoğun desteğiyle gerçekleşir – ki Türkiye’de de böyle olmuştur- ama sonrasında bunun ileriye gitmesi olasılığı korkutur burjuvaziyi. Halkın siyasete katılımı kendi içinden ileri uçlar çıkarma ihtimali barındırdığından bir şekilde burjuvazinin siyasi iktidarını tehli-keye sokacaktır, bunun engellenmesi de sınıfsal bir görev olarak bu arkadaşların önünde zuhur ediyor tabi ki. Sınıfsal bir tahlil yapacaksak eğer, Mustafa Kemal’ in emriyle öldürülen ilk TKP Merkez Komite üyelerini de unutmamak lazım.

Page 13: Aralık 2012 Tarihli Materyal Dergisi

Aralık 2012 13

Son dönemde hara-retle tartışılan bir konu ‘muhafazakâr sanat’. Bu tartışmaları tetikleyen un-sur, İskender Pala’nın ka-leme aldığı ‘muhafazakâr sanat manifestosu’ olsa da, bu akımın AKP’nin kendine biçtiği ‘toplum mühendisli-ği’ rolünün doğal bir çıktı-sı olduğunu söyleyebiliriz. Heykellerin bir talimatla yı-kıldığı, devlet tiyatrolarına doğrudan müdahalelerin olduğu, türkülerin yasak-lanmasının konuşulduğu, sansürün daha önce hiç ol-madığı kadar hayatımızın içinde olduğu ve son olarak televizyon dizilerine devlet nezdinde müdahalelerin olduğu bir ortamda dahi, mizahın muhalif özelliğini koruduğunu söyleyebiliriz. Tabi ki sanatın belirli kalıp-lara sokulmaya çalışıldığı, sanatçının üretim sürecine açık müdahalelerin oldu-ğu bir atmosferde, mizah da zaman zaman payına

düşeni alıyor(Harakiri der-gisi 2011 yılında Küçükleri Muzır Neşriyattan Koru-ma Kurulu’nca çarptırıldığı 150 bin TL’lik para cezası sonucunda kapanmak zo-runda kaldı).Buna rağmen Türkiye’de mizah baskılara boyun eğmemiştir. Şüp-hesiz ki, mizahın bu denli dirençli olmasında diğer türlerden farklı olarak ele avuca sığmayan bir yapıya sahip olmasının önemli bir rolü vardır. Mizahın bu ya-pısını açacak olursak, mizah eleştiriyi içinde barındırır-ken, eleştirinin muhatapla-rının mizahı eleştirememe-sini de sağlar aynı zamanda. Çizilen bir karikatürüne tepki gösteren bir siyasi, bir anda kamuoyu tarafından tahammülsüzlükle, hoşgö-rüsüzlükle suçlanabilir. Bir siyasinin çizilen karikatüre tepki göstermesi, mizaha malzeme olmasından çok daha trajiktir. Yöneten sı-nıfın mizaha savaş açması,

bu açıdan değerlendirdiği-mizde yel değirmenleriyle savaşmak gibidir.

Toplumsal mizahın geli-şimine en verimli zeminin baskı ortamlarında oluş-tuğunu göz önünde bu-lundurursak, Türkiye’de yapılan mizahın kökleşmiş bir muhalif karaktere sahip olduğunu söyleyebiliriz. Siyasal ve sosyal aksak-lıkları yansıtan mizah, bu-gün önemli bir toplumsal muhalefet mekanizması-dır. RTÜK, Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu gibi toplumsal ahlakı koru-duğunu iddia eden kuru-luşlar, verdikleri siyasi ka-rarlarla, iktidarın arzu ettiği toplumsal dönüşümün bir parçası haline gelmişlerdir. Bu kuruluşların sansürleri-ne, baskılarına rağmen, yı-kıcı bir üsluba sahip siyasi ve sosyal yergi amacı gü-den mizahın, halktan yana tavır aldığını söyleyebiliriz.

Mizah, bizi rahatsız edenle-ri rahatsız ederek egemen ideolojinin baskılarını ber-taraf ediyor. Bir başka de-yişle, toplumsal aksaklıkları göstererek -hatta abarta-rak- kötülüğü önleme yo-lunu seçiyor.

Mizahın, aksaklıklardan ve iktidarın halkla yaşadığı gerilimlerden beslendiği aşikârdır. Bu nedenle mizah doğası gereği muhaliftir. Ortaya çıktığı ilk günden beri halktan yana tavır alır. Mizahın muhalif yapısını göz önünde bulundurdu-ğumuzda, muhafazakâr sanatın bu türe kolay ko-lay diş geçiremeyeceği-ni ve muhafazakâr mizah denemelerinin de hüsran-la sonuçlandığını görüyo-ruz. 90’larda Yeni Şafak’ın eki olarak çıkan Hasan Kaçan’ın editörlüğünü yap-tığı Keskin Ustura dergisi, muhafazakâr kesimin ilk başarısız denemesiydi.

GÜLDÜRMEYEN MİZAH:MUHAFAZAKAR MİZAHIN KRİTİĞİ

Çağan COŞKUNER Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi / 2. Sınıf

Page 14: Aralık 2012 Tarihli Materyal Dergisi

Aralık 201214

Mizahı küfür ve müsteh-cenlikten arındırmak ve milli değerlerle barışık ol-mak gibi argümanlarla mi-zah yapmaya çalışan Keskin Ustura’yı, genelde dergi-nin son sayfasına aldıkları reklamlar da kurtaramadı. Özellikle Oğuz Aral sonrası 2.Kuşak çizerlerin, cinselliği çokça işlemeleri sonucun-da Keskin Ustura ‘seviyeli mizah’ düsturuyla bu gele-neğin karşısında pozisyon aldı. Muhafazakar kesim, Keskin Ustura’ ya olan bu ilgisizliği toplumun büyük çoğunluğunun ‘seviyesiz’ mizahı daha çok tutmasıy-la, insanların bel altı espri-lere daha çok gülmesiyle açıklasa da, bu başarısızlık çok daha derin çelişkiler-den kaynaklanmaktaydı. Keskin Ustura denemesin-den sonra 2007 yılına ka-dar, muhafazakâr mizahta büyük bir üretimsizlik süre-cinden bahsedebiliriz. 2007 yılında, ‘’ana avrat küfür etmeyen, eşinizi bacınızı cı-bıldak çizmeyen, dine ima-na sövüp saymayan, okuru-na hürmet gösteren mizah dergisi’’ tanıtımıyla Caf Caf dergisi çıkmaya başladı.

Keskin Usturayla benzer kaygılarla mizah yapan bu dergi, şu an İslami mizahın tek temsilcisi konumun-da. İlk zamanlarda haftalık çıkarılmak istenen, daha sonrasında aylık olarak çı-kan ve 2012 yılı itibariyle 3 ayda bir okura sunulan bu dergi de muhafazakâr ka-nadın mizah alanındaki ba-şarısızlığını perçinledi. Caf Caf ‘ı, Keskin Ustura’dan hatta dünyadaki diğer mi-zah geleneklerinden ayıran en önemli özelliğiyse, ikti-darın sözcüsü konumunda olmasıdır. Yukarda değin-diğim üzere muhalif ta-vır mizahın beslendiği en önemli kaynaktır. Caf Caf, egemen ideolojinin sözcü-lüğünü üstlenerek zaten bu kaynağı baştan reddediyor. Mizahı ‘seviyeli’ hale ge-tirmek için belirli kalıplara bağlı kalmak, hatta daha da ileri giderek egemen ideo-lojinin bir aracı konumunda olmak, mizahın sorgulayan yapısına oldukça ters dü-şer. Hal böyleyken de belirli dogmalarla mizah yapma-ya çalışırsanız, yine mizahın içinde olursunuz ama an-cak malzeme olarak.

‘’Türkiye’de son yıllarda ge-lişen İslami mizahın temsil-cileri, bugüne kadar hakim

olan mizah anlayışını kirli, çirkin, bu toplumun değer-lerine saygısız bir anlayış olarak görmektedirler. İsla-mi mizahçılar bu değerlen-dirmeyi yaparken, aslında içerisinde birçok farklı mi-zah anlayışını da barındıran günümüz mizah evrenini tek bir boyuta indirgemek-tedirler. Onlara göre, ana akım mizah tektir ve kötü-dür; buna karşılık kendileri doğru alternatifi sunmak-ta, “temiz” ve toplumsal değerlere saygılı bir mizah yapmaktadır. Sonuç olarak İslami mizahçılar kendi-lerini, İslami olmayan mi-zahçılara dair “tepkisel bir indirgemecilik” üzerinden tanımlamaktadırlar. Bunun-la birlikte, İslamcı dergiler ve üreticileri, paradoksal bir biçimde, ana akım der-gilerin, mizahçıların araç ve söylemlerini kullanmak-tadır. Aynı şekilde espri üretmekte, benzer şekilde çizmekte, hatta kimi zaman bu dergilerde yer alan bazı tiplemeleri ana akım mi-zah dergilerindeki benzer-lerinden ayırmak mümkün olmamaktadır. Sadece çıp-lak kadın/adam çizmemek, küfür ve argoyu dışlamak, hatta yasaklamak ve kimi zaman “türban/başörtüsü” gibi bazı “hassas” konular-da taraf olmak İslami diye takdim edilen mizahı ger-çekten İslami yapmamak-tadır.’’ [1]

Hem ana akım mizah ge-leneğine karşı pozisyon alıp, hem de tam anlamıyla bu gelenekten kopmadan bir şeyler üretme iddia-sında olmak, başlı başına bir çelişkiyken, ana akım mizahın hala bel altı esp-rilerden prim yaptığını dü-şünmek de muhafazakâr kesimin, mizahı oldukça yüzeysel değerlendirdiği-

nin göstergesidir. Üstelik Gırgır geleneğinin temsil-cisi olan Penguen, Uykusuz gibi yüksek tirajlı dergilerin de daha çok kişisel sorun-ları ve günlük yaşamdaki absürtlükleri konu edinen mizah anlayışıyla ürün ver-diğini söyleyebiliriz. Henüz ‘Muhafazakâr mizah olur mu olursa nasıl olur? ‘ soru-suna net bir cevap buluna-bilmiş değil ama ‘Küfürsüz mizah olur mu?’ sorusuna en güzel cevapları Pengu-en, Uykusuz gibi ‘seviyesiz’ dergilerin sayfalarında her hafta bulabilirsiniz.

Muhafazakâr mizahın kritiğini yaparken Salih Memecan’a ayrı bir paran-tez açmamak elde değil. Halktan yana bir tavır almak bir yana, en son açlık grev-leriyle ilgili çizdiği akıllara ziyan karikatürden de anla-şılacağı üzere, direkt olarak çizgisini halka karşı kullanı-yor Memecan. Bu tavrıy-la Memecan, Türkiye’deki mevcut aydın profilinin tüm karakteristik özelliklerini taşısa da, karikatürlerinin mizahi incelik taşımadığını açıkça söyleyebiliriz çünkü ‘latife latif gerekir.’

Sözün özü, bu ya-zıda muhafazakâr mizahı, muhafazakâr sanat tartış-malarını ıskalamadan de-ıskalamadan de- de-ğerlendirmeye çalıştım. Mizah türünde eser veren sanatçının sahip olduğu önemli avantajlardan biri de konu sıkıntısı çekmeme-siyken, muhafazakâr mizah anlayışının mizahın çalışma alanını büyük ölçüde daralt-tığını, mizahı belirli kalıp-larla ele aldığını söyleyebi-liriz. Muhafazakâr kanadın tüm çabalarına rağmen mizahı muhalif kimliğinden u z a k l a ş t ı r m a k , t a b i r yerindeyse mizaha ‘ayar çekmek’ mümkün değil.

Page 15: Aralık 2012 Tarihli Materyal Dergisi

Kadir ALVER Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi / 2. Sınıf

BAŞLASIN...

Aralık 2012 15

Doğumun yüzüncü yılında, 2012’nin son ayında Ruhi Su yazısı yazmaya kara ver-mek kolay iş ancak nasıl ya-zacağına karar vermek hiç de kolay değil. Ne yapmalı, nasıl yapmalı; zor mesele… Koca bir ömür, süregelen eserler; anlı, şanlı, Van-lı, dağ gibi bir delikanlı… Hayatını yazmaya kalksan sayfa yetmez, türkülerini yazsan kalem yetmez… Ki, bu ikisini de birbirinden ayıramazsın; iç içe geçmiş-tir. Birbirini var etmiş, bir-biriyle yaşamıştır hayatıyla sanatı.

Başlasın… Sayfa yettiğince, kalem yazdığınca, kervan gittiğince…

1912’de Van’da dünyaya gelir Ruhi Su, annesini ba-basını hiç tanımaz. Asıl ismi Mehmet’tir. Birinci Dünya Savaşı’nın ortada bıraktığı çocuklardan biridir kendi deyimiyle…

“Şu yalan dünyaya da geldim geleli

Tas tas içtim ağuları sağ iken

Kahpe felek vermez benim mu-radımı

Viran oldum mor sümbüllü bağ iken”

Adana’da bir ailenin yanına evlatlık olarak verilir. Ada-na işgal edildikten sonra Öksüzler Yurdu’na verilir. O yıllarda keman eğitimi alır. Zorunlu olarak askeri okula gönderilir. Ruhi ismini ora-da kendisi takar kendine. Kendi rızasıyla hasta oldu-ğuna dair sağlık raporu ala-rak askeri okuldan ayrılır. Tekrar Adana… Ve sonrasın-da Ankara Müzik Öğretmen Okulu… İstediği olmuştur artık. Ankara Riyaseti Cumhur Orkestrası’na se-çilir ve aynı zamanda Köy Enstitüleri’nde öğretmen olarak çalışır. 1936 yılında Devlet Konservatuarı Opera bölümüne başlar. 1945-1952 yıllarında bir çok ope-rada görev aldı.

1942-1945 yıllarında “Basbariton Ruhi Su Tür-küler Söylüyor” adlı radyo programıyla, halkın büyük ilgisini ve beğenisi toplar. Programda Alevi deyişleri ve nefesleri söylemesinden dolayı komünizm propa-gandası yaptığı öne sürüle-rek programa son verilir.

“Bir Allah’ı tanıyalım

Ayrı gayrı bu din nedir?

Senlik, benliği nidelim

Bu kavga, dövüş, kin nedir?”

“Zahid Bizi Tan Eyleme

Hak İsmin Okur Dilimiz

Sakın Efsane Söyleme

Hazret’e Varır Yolumuz…”

Ankara DTCF’de koro kur-muştur. Sıdıka Su ile orada tanışır. Dost olmuşlardır. 1952’de ikisi de TKP’yle olan ilişkilerinden dolayı tutuklanırlar. Yoldaş olmuş-lardır bu yollarda barabar…

İstanbul’a zindana getirilince haykırır.

“Bu nasıl istanbul zindan içinde

Kayboluverdi gecem gündü-züm…”

Tabutluklara konur, ve o günlerde Sıdıka Su için Mahsus Mahal’i yaratır.

“Mahsus Mahal derler, kaldım zındanda,

Kalırım kalırım, dostlar yan-dadır.

İki elleri kızıl kandadır kanda,

Aman ölürüm, aklım sendedir.

Artar eksilmeyiz zındanların-da,

Kolay değil derdin ucu derinde,

Kumhan ırmağında, Karaburun’da,

Bulurum, bulurum öfkem kın-dadır.

Dirliğim düzenim, dermanım canım,

Solum sol tarafım, imanım di-nim,

Benim beyaz unum, ak güver-cinim

Aman bilirim, bilirim kardeş gelen gündedir”

Ruhi Su ile Sıdıka zindanda evlenirler. Nikah şahitlik-lerini Behice Boran ve eşi Nevzat Hatko yapar.

Sonrasında, Adana’ya gön-derilirler. Adana yolunda bileklerindeki kelepçeler-den ve jandarmadan dolayı bir eser daha çıkar ortaya.

“Hasan dağı, Hasan dağı!

Eğil eğil, eğil bir bak,

Sıkıyor zincir bileği;

jandarmada din iman yok

...

Gidiyor kalktı göçümüz.

Gülmez, ağlamaz içimiz.

İnsan olmaktı suçumuz,

Hasan Dağı, insan olmak.”

Adana’da zindandayken Na-zım Hikmet’in Kuvayı Milli-ye Destanı’nı bestelemeye başlar. 1960’ta besteyi ta-mamlar.

1958 yılında Sıdıka ile bir-likte tahliye olurlar. Ruhi Su sürgün yeri olan Çumra’ya gider. Orada türkü derleme-lerine devam eder. Konser-ler verir.

Ankara’ya döndüğünde bir süre arkadaşlarının nak-liye şirketinde çalışır. Atıf Yılmaz’ın “Karacaoğlan’ın Kara Sevdası” filminin müziklerini yapmak için

Adana’ya gider ve tür-kü derler. Film bitince İstanbul’a gider ve türküle-rini gazinolarda söyler.

Yapı Kredi Bankası tarafın-dan basılmak üzere nota arşivlemesine başlar. O sırada “Bitmeyen Yol” adlı film için yaptığı müziklerde Aşık Serdari’nin dizelerini okuduğu için aleyhinde kampanya başlatılır.

“Serdari halimiz böyle n’olacak,

Kısa çöp uzundan hakkın ala-cak.

Mamurlar dağılıp viran olacak,

Akıbet dağılır elimiz bizim.”

Hazırladığı nota kitabı, aleyhindeki kampanyalar üzerine başka birinin adıyla çıkar. Ruhi Su dava açar ve kazanır. Bu kitap ölümün-den 3 yıl sonra Ruhi Su is-miyle basılacaktır.

1975’te Dostlar Korosu’nu kurar. Koro, çok sesli türkü seslendirmeleri yapar ve konserler verir. Koronun ismi 1987 yılında Ruhi Su Dostlar Korosu olacaktır.

1977’de uzun uğraşlar sonunda pasaport alır ve Avrupa’daki gurbetçiler için konsere gider.

80 darbesinden sonra bas-kılar yeniden başlar. Dada-loğlu derlemesi için gittiği Kadirli’den uzaklaştırılır. Plaklarının çıkışı engellenir.

Son yurtdışı konserini 1980’de Avustralya’da ve-rir. Pasaportunun süresi dolar ve bir daha verlmez. Son konserini ise 1983’te İstanbul Şan Sineması’nda gizlice verir. Duyurusu gizli yapılır konserin. İlk türküsü, Nazım Hikmet’in şiirinden bestelediği “Bizim Dostlar”dır.

Page 16: Aralık 2012 Tarihli Materyal Dergisi

Aralık 2012 16“Dörtnala gelip, Uzak Asya’dan

Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan

bu memleket bizim, bizim dostlar.

...

Yaşamak, bir ağaç gibi tek ve hür,

ve bir orman gibi kardeşçesine;

bu hasret bizim, bizim dostlar.”

Sağlığı artık iyice kötüleşmiştir. Kan-ser olmuştur. Tedavi için yurtdışına gitmesi gerekir ancak yurtdışına çı-kışa izin verilmez. Uzun uğraşlar so-nunda bir defaya mahsus olarak izin verilir ancak artık çok geçtir, sağlık durumu kritik safhayı geçmiştir. 20 Eylül 1985’te ölür. Mezarı Zincirlikuyu Mezarlığı’ndadır. Cenazesi darbe son-rası en büyük kitle gösterisi olmuştur. Çıkan olaylarda 163 kişi tutuklanmış-tır. Memleketimizde hâlâ mezar taşı kurşunlanmaktadır.

***

Ruhi Su; halk türkülerini Batı tarzı söyleyişle birleştiren, köyün kültürünü şehre indi-ren mükemmel bir sanatçıdır. O; hayatını adadığı, köylerine kadar gidip kültürünü ortaya çıkardığı, üzerinde devrimci mü-cadelesini ölümünden sonra bile sürdürdüğü bu Anadolu toprağı-nın vücut bulmuş halidir.

“Şaman dualarından Dedem Korkut’a, Dedem Korkut’tan Köroğlu’na, Yûnus Emre’ye, Pir Sultan Abdal’a, Karacaoğlan’a, Dadaloğlu’na, ondan ona on-dan ona, ondan da çağımızın büyük ozanlarına sürüp geldi bu güzel dil. Hep doğ-ru gördü, doğru söyledi bu telli Kur’an.

Onlar yalnız bize bu dünyayı sevdirmekle kal-madılar, daha mutlu ve daha adil bir dünyanın ge-leceğini de söylediler. Belki o dünyayı görmediler ama, görmüşçesine söylediler...”

Ruhi Su ile “Ay dost” deyip Dadaloğlu olunur.

“Şebekeye uğrattılar yolumuz

Acep neye varır bizim ha-limiz

Yedi kral yiyip gider ma-lımız

Seninirse şeker şerbet bal olsun.”

Ruhi Su ile köyde köye gezilir, her köy-de çeşme başında oturulur, güzellere seslenilir; Karacaoğlan olunur.

“Ben meylimi üç güzele düşürdüm;

Biri şemsi, biri kamer, ill’elif.

Onların aşkıyla aklım şaşırdım;

Biri şemsi, biri kamer, ill’elif.

Onların aşkıyle aklım şaşırdım;

Hangisinden yad eyleyim gönlümü.”

Hû hû... Aşka düşer sözümüz, Yûnus bürür özümüz Ruhi Su ile.

“Aşk ateşi geldi yüreğim harlar,

Aşkı olan insan kendini neyler.

Behey Yûnus sana söyleme derler.

Ya ben öleyim mi söylemeyince.”

Pir Sultan olunur Ruhi Su ile, can olu-nur, bir olunur, iri olunur, diri olunur.

“Şu kanlı zalimin ettiği işler,

Garip bülbül gibi zar eyler beni.

Yağmur gibi yağar başıma taşlar,

Dostun bir fiskesi yaralar beni.”

Ruhi Su ile dört nala gidilir bozkırda, koç Köroğlu olunur.

“Yoktur kırat’ın durağı,

Bilmez yakını ırağı,

Ab-ı kevserdir sulağı,

İçip çekilip gidelim.”

Omza silah alınır, dağa çıkılır; efe olunur Ruhi Su ile.

“Şu Dalmadan Geçtin Mi..

Soğuk Sular İçtin Mi...

Efelerin İçinde,

Yörük Aliyi Seçtin Mi...

Hey Gidinin Efesi,

Efelerin Efesi...”

Çanakkale’ye, Yemen’e, onbeşlilere, 5 yıllık asker Ali’ye, darağacındaki şeyhine, Türkmen kızına ağıt yakarsın Ruhi Su ile...

Ruhi Su ile “ay doğar ılgıt ılgıt, gün doğar devrim devrim.”

“Yıkılır sıram sıram el kapıları

El kapıları da kölelik kapıları...

Kurtulur yiğit! Kurtulur yiğit!”

Ruhi Su ile Anadolu’yu tanır, gezer dolaşır; yaşar insan... Yaşasın insan... Hak ettiği gibi yaşasın. Ayrım olma-dan; dinden, dilden, renkten, cinsiyet-ten, memleketten dolayı...

“İnsan olan insan gelsin beriye

Kimi kara, kimi çalar sarıya,

Aslolan hayattır bakma deriye,

Muhabbet insana, cana muhabbet.”

Başlasın dedik, başladık... Bindik atın birine... Yazının sonuna geldik.

Diyelim, ve bitirelim.

“Dostlarım, kardeşlerim, canlarım,

Kaldırın başlarınızı;

Suçlular gibi yüzümüz yerde,

Özümüz darda durup dururuz.

Kaldırın başlarınızı yukarı;

Bize göz verildi, gözle-yin diye,

Dil verildi, söyleyin diye,

Kulak verildi, dinleyin diye.

El, gövdede kaşınan yeri bilir;

Dert bizde, derman ellerimizdedir.

Ararsan bulursun.

Verirsen, alırsın.

İnanmazsan, gelir

görürsün.”