1 Araf‟ta Barınan: “Özdeşlik" ve "Değil Özdeşlik" arasında Sanatçının hupokrites olarak Portresi Oğuz Haşlakoğlu Hegel, Batı Felsefesi‟nde ilk kez Kant düşüncesinde ifadesini bulan ve bilginin mümkün koşullarını duyusal tecrübeden bağımsız a priori formu itibariyle ele aldığı “transandantal felsefe”sini Gadamer‟in deyimiyle “sonuçlandırmak” amacıyla, daha önce Platon düşüncesinde ifadesini bulan “diyalektik” kavramını, geliştirdiği kendine has mantık anlayışı sayesinde tümüyle yeniden tanımlamıştır. Hegel diyalektiğinin mantık kurgusu; “farklılık”, “karşıtlık” ve “çelişki” evrelerinden ya da Hegel‟in ifadesiyle, diyalektik düşünce içinde; “bilincin kendi üzerine yansıtmasının belirlenimleri”nden geçerek, nihayet çelişkinin kendisinin değillenmesi yoluyla varılan, mutlak birliğe dayanır. Hegel‟e göre mevcut olan her şey esasen çelişki içindedir çünkü ancak çelişkinin özünü teşkil eden “belirlenimli değilleme” (determinate negation) sayesindedir ki yaşamın temel ifadeleri olan hareket ve canlılık; kısaca, değişim mümkündür. 1 Dolayısıyla, diyalektik düşünce, sıradan düşüncede “farklılık”, klasik felsefedeki “yansıtmaya dayalı” düşüncede “karşıtlık” olarak anlaşılanın, aslında her zaman üstü örtülü “çelişki” olduğunu gösterir. Bunu yaparken de çelişkinin, örneğin Mantık Bilimi‟nde olduğu gibi; “Varlık” ve “Hiçlik” gibi kavramların kendilerinde zihinsel anlamda değil, bunların da ancak birer analitik ciheti (Moment) oldukları “Oluş”ta temellendiğini söyler. İşte Hegel‟in; “felsefenin en önemli kavramı ve kökensel belirlenimi” 2 olduğunu söylediği aufhebung, esasen bir „“Oluş” düşüncesi‟ olarak bütün anlamını bu kavramın birbirine karşıt ; “iptal ve muhafaza” anlamlarını birlikte içererek gerçekleştirdiği diyalektik geçiş işlevinde bulur. Bu geçiş, bilincin -Hegel‟in adını verdiği şekliyle- Geist olarak evrilişinin (alternation) kendi kendisini tümüyle ve eksiksiz olarak kavradığı “Mutlak İdea”da bir “Zemin” (Grund) olarak son bulur ve Hegel mantığı tamamlanarak kapanır. Ne var ki Hegel‟in, çelişkinin devindirdiği bu diyalektik mekanizmayı, bütün bir gerçekliği kendisine mal eden bir totalité olarak özdeşlik zemininde temellendirmiş olması, “gerçek olan ne varsa rasyoneldir” sonucunu kaçınılmaz hâle getirir. Bu içinden bir kelebek olarak çıkılması mümkün olmayan, mutlak idealizmin gerçeklik ve aklı özdeş gören kozasına doğal olarak hapsolmak istemeyen Marksist düşünür, sosyal bilimci ve son büyük estetik ve sanat felsefecisi Adorno, bir Marksist olarak felsefi açıdan kökten bağlı olduğu Hegel diyalektiğini yine de mümkün bir çağdaş materyalist düşüncenin felsefi zemini olarak muhafaza etmek ister. Bunun için de “olumsuz diyalektik” (negative dialectic) adını verdiği eleştirel felsefesiyle, Hegel sisteminde “özdeşlik” içinde eritilen çelişkiyi, yapısal anlamda tersyüz ederek, “değil- özdeşlik”te (das Nichtidentische, non-identity) dondurur. Kendi içinde ele alındığında, “değil-özdeşlik”, düşünce ve algının tümüyle „kavranamaz‟ kökeni olarak, adını ne olmadığından; özdeşlik olmamasından alır. Bu „olumsuz‟ ontolojik yaklaşım için Adorno‟nun altta yatan gerekçesiyse; kendi düşüncesiyle Kant ve Hegel düşüncesi arasındaki felsefi sorunsal bağlamı bir yana, esasen ideolojinin mutlakıyetine teslim olmuş hâlihazırdaki dünya tasviridir. Buna bağlı olarak da Adorno‟nun ifadesiyle; “diyalektik, yanlış koşulların ontolojisidir; doğru koşullarda zaten diyalektiğe ihtiyaç yoktur çünkü çelişki ortadan kalkmıştır” (ND 11). Bu nedenle de “tüm olan biten” Hegel‟in aksine “hakiki” (Wahre) değil “gayri-hakikidir” (Unwahre). Dolayısıyla da mevcut dünya, bir sömürü düzeni 1 G. F. W. Hegel, Hegel's Science of Logic, A. V. Miller, trans., Atlantic Highlands, 1969, p. 439. 2 G. F. W. Hegel, Hegel's Science of Logic, A. V. Miller, trans., Atlantic Highlands, 1969, p. 106-107
10
Embed
Araf’ta Barınan: “Özdeşlik" ve "Değil Özdeşlik" arasında Sanatçının Hupokrites olarak Portresi
This document is posted to help you gain knowledge. Please leave a comment to let me know what you think about it! Share it to your friends and learn new things together.
Transcript
1
Araf‟ta Barınan: “Özdeşlik" ve "Değil Özdeşlik" arasında Sanatçının
hupokrites olarak Portresi Oğuz Haşlakoğlu
Hegel, Batı Felsefesi‟nde ilk kez Kant düşüncesinde ifadesini bulan ve bilginin
mümkün koşullarını duyusal tecrübeden bağımsız a priori formu itibariyle ele aldığı
“transandantal felsefe”sini Gadamer‟in deyimiyle “sonuçlandırmak” amacıyla, daha
önce Platon düşüncesinde ifadesini bulan “diyalektik” kavramını, geliştirdiği kendine
has mantık anlayışı sayesinde tümüyle yeniden tanımlamıştır. Hegel diyalektiğinin
mantık kurgusu; “farklılık”, “karşıtlık” ve “çelişki” evrelerinden ya da Hegel‟in
ifadesiyle, diyalektik düşünce içinde; “bilincin kendi üzerine yansıtmasının
belirlenimleri”nden geçerek, nihayet çelişkinin kendisinin değillenmesi yoluyla
varılan, mutlak birliğe dayanır. Hegel‟e göre mevcut olan her şey esasen çelişki
içindedir çünkü ancak çelişkinin özünü teşkil eden “belirlenimli değilleme”
(determinate negation) sayesindedir ki yaşamın temel ifadeleri olan hareket ve
canlılık; kısaca, değişim mümkündür.1
Dolayısıyla, diyalektik düşünce, sıradan
düşüncede “farklılık”, klasik felsefedeki “yansıtmaya dayalı” düşüncede “karşıtlık”
olarak anlaşılanın, aslında her zaman üstü örtülü “çelişki” olduğunu gösterir. Bunu
yaparken de çelişkinin, örneğin Mantık Bilimi‟nde olduğu gibi; “Varlık” ve “Hiçlik”
gibi kavramların kendilerinde zihinsel anlamda değil, bunların da ancak birer analitik
ciheti (Moment) oldukları “Oluş”ta temellendiğini söyler. İşte Hegel‟in; “felsefenin
en önemli kavramı ve kökensel belirlenimi”2 olduğunu söylediği aufhebung, esasen
bir „“Oluş” düşüncesi‟ olarak bütün anlamını bu kavramın birbirine karşıt; “iptal ve
muhafaza” anlamlarını birlikte içererek gerçekleştirdiği diyalektik geçiş işlevinde
bulur. Bu geçiş, bilincin -Hegel‟in adını verdiği şekliyle- Geist olarak evrilişinin
(alternation) kendi kendisini tümüyle ve eksiksiz olarak kavradığı “Mutlak İdea”da
bir “Zemin” (Grund) olarak son bulur ve Hegel mantığı tamamlanarak kapanır.
Ne var ki Hegel‟in, çelişkinin devindirdiği bu diyalektik mekanizmayı, bütün bir
gerçekliği kendisine mal eden bir totalité olarak özdeşlik zemininde temellendirmiş
olması, “gerçek olan ne varsa rasyoneldir” sonucunu kaçınılmaz hâle getirir. Bu
içinden bir kelebek olarak çıkılması mümkün olmayan, mutlak idealizmin gerçeklik
ve aklı özdeş gören kozasına doğal olarak hapsolmak istemeyen Marksist düşünür,
sosyal bilimci ve son büyük estetik ve sanat felsefecisi Adorno, bir Marksist olarak
felsefi açıdan kökten bağlı olduğu Hegel diyalektiğini yine de mümkün bir çağdaş
materyalist düşüncenin felsefi zemini olarak muhafaza etmek ister. Bunun için de
“olumsuz diyalektik” (negative dialectic) adını verdiği eleştirel felsefesiyle, Hegel
sisteminde “özdeşlik” içinde eritilen çelişkiyi, yapısal anlamda tersyüz ederek, “değil-
Kendi içinde ele alındığında, “değil-özdeşlik”, düşünce ve algının tümüyle
„kavranamaz‟ kökeni olarak, adını ne olmadığından; özdeşlik olmamasından alır. Bu
„olumsuz‟ ontolojik yaklaşım için Adorno‟nun altta yatan gerekçesiyse; kendi
düşüncesiyle Kant ve Hegel düşüncesi arasındaki felsefi sorunsal bağlamı bir yana,
esasen ideolojinin mutlakıyetine teslim olmuş hâlihazırdaki dünya tasviridir. Buna
bağlı olarak da Adorno‟nun ifadesiyle; “diyalektik, yanlış koşulların ontolojisidir;
doğru koşullarda zaten diyalektiğe ihtiyaç yoktur çünkü çelişki ortadan kalkmıştır”
(ND 11). Bu nedenle de “tüm olan biten” Hegel‟in aksine “hakiki” (Wahre) değil
“gayri-hakikidir” (Unwahre). Dolayısıyla da mevcut dünya, bir sömürü düzeni
1 G. F. W. Hegel, Hegel's Science of Logic, A. V. Miller, trans., Atlantic Highlands, 1969, p. 439. 2 G. F. W. Hegel, Hegel's Science of Logic, A. V. Miller, trans., Atlantic Highlands, 1969, p. 106-107
2
içindeki bu hakikat dışı gerçeklik tasviriyle, çelişki içinde asılı kalmıştır. O halde
“değil-özdeşlik” özdeşlikte eritilmesi mümkün olmayan bu çelişkiyi teşhir eder ve
böylece mevcut düzenle uzlaşmayı reddederek gerçeği olduğu gibi gösterir.
İşte bu çerçeveden hareketle, Adorno‟un, sanat yapıtını, kendisinden önce hiç ele
alınmamış bir hakikat ve mimesis bağlamı içindeki tarihsel derinlik boyutuyla ortaya
koyduğu görülür. İlginç bir biçimde, Hegel düşüncesinin sanat tarihinde Panofsky‟nin
yorumlarını eşsiz kılan etkisi, estetik ve sanat felsefesinde de Adorno‟nun yaklaşımını
özgün kılar. Adorno‟ya göre, üretim ilişkilerinin sonucu ortaya çıkan toplumsal
sömürü ve sınıfsal çelişkinin, özne ve toplum arasında ifadesini bulan zorunlu
özdeşleşme sonucu, ideolojik bir gayri-hakikat (Unwahrheit) olarak sanat yapıtında
nasıl gerçekleştiği; yapıta özgü “hakikat-esası” (Wahrheitsgehalt) olarak, yapıtta
mevcut mimetik ifade ve rasyonel yapı bağlamında aydınlatılabilir.3 Dahası ancak
felsefi anlamda ele alınıp, hakikat-esası (Wahrheitsgehalt) itibariyle yorumlanması
açısından sanat felsefeyi gerektirir;4 değilse, diğer tüm mümkün yorumlarında “kültür
endüstrisi” içinde bir “eğlence” olarak „asimile‟ edilir.
Öncelikle Adorno‟ya göre bir sanat yapıtı “rasyonel yapı” arz eden biçimiyle (Form)
“mimetik” içeriği (Inhalt) arasında mevcut kurgunun sonucunda bir muamma
(enigmatic) olarak tezahür eder.5 mimesis burada Adorno‟daki anlamıyla taklitten
ziyade özdeşleşme ilişkisini ortaya koyar. Buna göre mimesis bir şeyin taklidi değil
ama o şeye benzemedir.6 Mimetik ifade olarak yapıt “öznenin oluşagelmiş halidir”,
7
ancak aynı zamanda, öznenin zorunlu bir özdeşleşme hali olarak toplumu, yapıtın
“esası”8
(Gehalt) olarak, sergilediği gayri-hakikiliğinde açar. Böylece yapıt,
Adorno‟nun benzersiz ifadesiyle; “biçim olarak pıhtılaşan içeriğinde”9 bütün bir
tarihsel süreci içerir; öyle ki bütün bir toplum sanat yapıtında bir arka plan ya da atıf
olarak değil onu teşkil eden “esas” (Gehalt) olarak barınır.
İşte sanat felsefesi bağlamında yapılması gereken de Adorno‟nun bu özgün
ifadelerinin eleştirel açıdan ele alınarak açıklığa kavuşturulmasıdır. Öncelikle biçim
(Form) ve içerik (Inhalt) bağlamını ele aldığımızda Adorno‟da her ikisinin de
diyalektik olarak tanımlandığını görüyoruz. Biçim burada rasyonalitesini kavramsal
bir tasarım olmasına borçludur. Ne var ki biçim doğrudan kavram demek değildir;
biçim kavramın çerçevesini çizdiği görsel bir temsildir ve bu özelliğiyle de sanatta
sembolik ifadenin alanına girer. Buna karşın, içerik, bir “oluşagelme” olarak, mimetik
bir fiil olması itibariyle, fiili işleyenin, bunun sonucu olarak ortaya çıkardığına
benzemesidir. Peki bu benzeme durumunu bir fiil olarak yapıtın meydana gelişi içinde
nasıl anlamak gerekir?
Diyelim bir “natürmort” resmi yapıyorum ve önümde çeşitli objelerden oluşturulmuş
bir kompozisyon var. Bu durumda bir mimesis‟ten söz edebilmek ressamın önündeki
natürmort‟u tuvalde taklit ettiğini söylemekle mümkündür, ancak bu genel geçer
mimesis anlayışının, örneğin, temsilden nasıl ayrıldığı açık değildir çünkü aynı
şekilde ressamın önündeki natürmort‟u tuvalinde temsil ettiği de söylenebilir.
Adorno‟nun mimesis‟e atfettiği anlam açısından durum daha da ilginçtir; ressamın
3 Theodor W. Adorno, Aesthetic Theory, op. Cit., p. 129-130-131 4 Theodor W. Adorno, Aesthetic Theory, op. Cit., p. 341 5 Theodor W. Adorno, Aesthetic Theory, op. Cit., p. 127 6 Michael Cahn, "Subversive Mimesis: Theodore W. Adorno and the modern impasse of critique," Mimesis in
Contemporary Theory: An Interdisciplinary Approach, ed. Mihai Spariosu, Vol. I (Philadelphia: John Benjamin's
Publishing Company, 1984), p. 34 7 "it is as if art works were re-enacting the process through which the subject comes painfully into being" Theodor
W. Adorno, Aesthetic Theory, op. Cit., p. 164 8 “İçerik” değil çünkü “içerik” ya da “kapsam” karşılıkları Inhalt olması nedeniyle, bunlara ek olarak “töz”,
“cevher” anlamına da gelen Gehalt‟tan ayrıt edilmelidir. 9
3
tuvalde resmettiği natürmort‟a benzediğini söyleyecektir. Bu ilginç durum mimesis ve
temsil (representation) kavramlarının sanatsal fiil ve yapıt bağlamındaki konumlarının
ve işlevlerinin aydınlatılmasını gerektirir. Dahası içerik (Inhalt) ve biçim bağlamı da
doğrudan aslında mimesis ve temsil kavramlarının anlaşılmasını gerektirir çünkü
biçim temsile dairken, içerik mimetik bir anlam taşır.
„Temsil‟ (representation) bütün bir felsefe tarihinin en temel ve bir o kadar da sorunlu
kavramlarından birisidir. Platon‟un, kendisinden önceki düşüncede keskin bir biçimde
ayrılmış olan, varlık (on) ve oluş (genesis) bağlamını birlikte açıklamak için eidos‟u
(daha bilinen adıyla idea) düşünce tarihinin sahnesine, philosophia faaliyetinin
tecrübî esası olarak çıkardığından beri „temsil‟ (representation) kavramı epistemolojik
köken ve koşul sorunsalının tam merkezinde yer alır. İlginç biçimde, yine, Platon‟un
matematiksel esasa dayanan bir kozmogoni‟yi mitolojik bir söylem içinde ortaya
koyduğu Timaios diyalogunda, demiurgos‟un evreni bir modelden (paradeigma)
hareketle meydana getiriyor oluşu, Adorno bağlamında anlamaya çalıştığımız sanat
yapıtının mimesis/içerik ve temsil/biçim bağlamına oldukça farklı bir açıdan ışık tutar.