Türk Henkel Yayınlan 22
• • •
KIMLIK VE ŞIDDET KADER YANILSAMASI
Amartya Sen
Çeviren Ahmet Kardam
İstanbul 2006
Yayıma Hazırlayan Zülfü Dicleli
© 2006 Amartya Sen
Orijinal adı ve yayımcısı: Identity and Violence, W.W. Norton & Company
Türkçe yayın haklan Akçalı Telif Haklan tarafından sağlanmıştır.
Yapım
Basım
ISBN
Düzelti Düzenleme Baskı ve Cilt
Türk Henkel
: bzd Yayın ve İletişim Hizmetleri (0216) 412 72 13
: Aralık 2006, İstanbul
: 975-7051-56-X
: Fevzi Göloğlu : Selim Talay : Acar Basım ve Cilt San. Tic. A.Ş.
Kayışdağı Cad. Karaman Çiftliği Yolu, Kar Plaza D-Blok 34752 İçerenköy - İstanbul
Tel: (0216) 469 08 00
Antara, Nandana, Indrani ve Kabir'e,
yanılsamanın daha az esir alabildiği bir dünya umuduyla
SUNUŞ
S on birkaç y1ldlf dünya çapında yaşanan şiddet olaylan ve vahşet
hem korkunç bir kafa karışıklığının hem de çok kötü çatışmaların
hüküm sürdüğü bir dönem başlattı. Kimi çevreler küresel çatışmalara
dünyadaki dinsel ya da kültürel bölünmelerin sonucu gözüyle bakı
yorlar. O zaman bu çatışmaların çözümü de aynı yaklaşımla aranıyor.
Elinizdeki kitabın yazan Nobel İktisat Ödülü sahibi Amartya Sen
bu yaklaşıma karşı çıkıyor. "Neredeyse dünyadaki bütün insanları
yanlış anlamak için, içe kapanmacı böyle bir yaklaşımdan daha iyi bir
yol olmadığı söylenebilir" diyor. Tek bir kimliğin belirleyiciliği fikri te
melinde insanları kategorileştirmek ve kimliklerimiz üzerinde bir ter
cih hakkımızın olmadığını ileri sürmek tehlikeli sonuçlara yol açıyor.
"Oysa" diyor yazar, "birbirinden farklı çok sayıda aidiyetimizin
olabileceğini, birbirimizle çok çeşitli biçimlerde etkileşim kurabilece
ğimizi açıkça görmek zorundayız. Önceliklerimize karar verme imka
nına sahibiz. "
Yazara göre, insan yaşamının merkezinde tercih ve akıl sorumlu
luğu durmaktadır.
Amartya Sen'in Kimlik ve Şiddet kitabı bize gerçek ve kalıcı bir
dünya barışına ve küresel bir istikrara temel olabilecek kapsamlı fi
kirler sunuyor. Dünyanın birbirinden çok farklı noktalarında yaşadı
ğı olaylardan verdiği çarpıcı örneklerle kuvvetlendirdiği bu fikirleri
sizlerle paylaşmaktan sevinç duyuyoruz.
7
Sevgilerimizle
Türk Henkel
Başlarken
ÖNSÖZ
1. Bölüm
2. Bölüm
3. Bölüm
4. Bölüm
5 . Bölüm
6. Bölüm
7. Bölüm
8. Bölüm
9. Bölüm
Notlar
. . .
I ÇIND EKILER
Yanılsamanın Şiddeti
Kimliğe Anlam Vermek
Uygarlık Hapishanesi
Dinsel Aidiyetler ve İslam Tarihi
Batı ve Batı Karşıtlığı
Kültür ve Esaret
Küreselleşme ve Küresel Sesler
Çokkültürlülük ve Özgürlük
Düşünce Özgürlüğü
9
11
15
21
39
61
79
103
123
141
171
193
209
BAŞLARKEN
B irkaç yıl önce, kısa bir yurtdışı seyahatinden İngiltere'ye döner
ken (o sırada Cambridge Üniversitesindeki Trinity Kolejin müdü
rüydüm) Hint pasaportumu baştan sona didik didik eden Heathrow
havalimanının pasaport polisi anlaşılması zor bir felsefi soru sordu.
Giriş formundaki ev adresime (Direktör Lojmanı, Trinity Koleji, Cam
bridge) bakarak bana, göründüğü kadarıyla ev sahipliğinden hoşnut
olduğum direktörün yakın arkadaşı olup olmadığımı sordu. Duraksa
dım, çünkü kendi kendimin arkadaşı olduğumu söylesem mi, söyle
mesem mi diye tereddüt ettim. Biraz düşündükten sonra, bu soruyu
evet diye yanıtlamam gerektiği sonucuna vardım, çünkü kendime ge
nellikle dostça davranırım ve üstelik aptalca şeyler söylediğimde, be
nim gibi bir dostum olduktan sonra, ayrıca bir de düşmana ihtiyacım
olmadığını derhal anlarım. Bütün bunları düşünmem biraz zaman al
dığı için, pasaport görevlisi niye tereddüt ettiğimi, özellikle de İngil
tere'de bulunmamda bir terslik olup olmadığını bilmek istedi.
Mesele sonunda halloldu, ama bu konuşma bana, sanki şartmış gi
bi, kimliğin karmaşık bir sorun olabileceğini anımsattı. Kendimizi bir
nesnenin kendisine özdeş olduğuna ikna etmenin elbette fazla bir
zorluğu yoktur. Gerçi büyük filozof Wittgenstein bir keresinde, bir
şeyin kendisine özdeş olduğunu söylemekten "daha güzel ama ge
reksiz bir önerme örneği daha yoktur" demişti, ama ardından da, tü-
1 1
12 KİMLİK VE ŞİDDET
müyle işe yaramaz olsa bile, bu önermenin, her şeye rağmen, "zihni
mizin bize oynadığı oyunlardan biri olduğunu" da eklemişti.
Dikkatimizi, insanın kendisine özdeş olması fikrinden, bir kimli
ğin (özdeşliğin) belli bir gruba mensup başka insanlarla paylaşılma
sına (sosyal kimlik fikrinin genellikle aldığı biçim budur) kaydırdığı
mızda, karmaşıklık daha da artar. Aslında, günümüzün politik ve sos
yal meselelerinin çoğu farklı grupları ilgilendiren, birbiriyle bağdaş
maz kimliklerin çatışan iddiaları etrafında dönmektedir, çünkü dü
şünce ve. eylemlerimiz kimlik kavramının çok yönlü etkisi altındadır.
Son birkaç yıldır yaşanan şiddet olayları ve vahşet hem korkunç
bir kafa karışıklığının hem de çok kötü çatışmaların hüküm sürdüğü
bir dönem başlattı. Küresel çatışma politikalarına sık sık, dünyadaki
dinsel ve kültürel bölünmelerin sonucu gözüyle bakılıyor. Aslında,
dünya gittikçe daha çok-ima yoluyla bile olsa-bir dinler ve uygar
lıklar federasyonu olarak görülüyor ve böylelikle, insanların kendile
rini algılamasının diğer biçimleri görmezden geliniyor. Bu düşünce
hattının temelinde, dünyadaki insanların, bir tür tekil ve her şeyi kap
sayan bir bölümleme sistemine göre tek bir şekilde kategorileştirile
bileceği gibi garip bir varsayım yatmaktadır. Dünya nüfusunun uygar
lıklar ya da dinler arasında bölünmesi insan kimliği konusunda içe
kapanmacı bir yaklaşım yaratıyor; ve bu yaklaşım insanları yalnızca
tek bir grubun (daha önceki uluslara ve sınıflara dayanmanın tersine,
şimdi uygarlık ya da din tarafından tanımlanan tek bir grubun) men
subu olarak görmektedir.
Neredeyse dünyadaki bütün insanları yanlış anlamak için, içe ka
panmacı böyle bir yaklaşımdan daha iyi bir yol olmadığı söylenebi
lir. Normal yaşamımızda, kendimizi çok çeşitli grupların mensubu
olarak görürüz-bunların hepsine birden ait olduğumuz düşünürüz.
Aynı kişi, herhangi bir çelişki yaşamadan, hem bir Amerikan vatan
daşı, hem Karayib kökenli biri, hem bir vejeteryan, hem bir uzun me
safe koşucusu, hem bir tarihçi, hem bir öğretmen, hem bir romancı,
hem bir feminist, hem bir heteroseksüel, hem bir eşcinsel ve lezbi-
Başlarken 1 3
yen hakları savunucusu, hem bir tiyatro aşığı, hem bir çevre eylem
cisi, hem bir tenis tutkunu, hem bir caz müzisyeni, hem de evrende
kendileriyle acilen (tercihen İngilizce kullanarak) temas kurmamız
gereken bizden başka zeki varlıklar olduğu görüşüne derinden ina
nan biri olabilir. Bu kişinin aynı anda hepsine birden mensup oldu
ğu bu kolektif bütünlüklerin her biri ona özel bir kimlik kazandır
maktadır. Bu kimliklerden hiçbiri o kişinin tek kimliği ya da tekil
mensubiyet kategorisi olarak düşünülemez. Kaçılması mümkün ol
mayan kimliklerimizin çoğulluğu veri alındığında, belirli bir bağlam
daki farklı ortaklıklarımızın ve aidiyetlerimizin göreli önemleri hak
kında bir karara varmamız gerekir.
Şu halde, insan yaşamının merkezinde tercih ve akıl sorumluluğu
durmaktadır. Buna karşılık, sahip olduğumuz varsayılan ve anlaşıldı
ğı kadarıyla bizden geniş (bazen aklımıza hiç yatmayan) taleplerde
bulunan herhangi bir sözüm ona kendine özgü-genellikle savaşçı
bir kimliğin kaçınılmaz bir şey olduğu duygusunun yaratılması ise sa
dece şiddeti öne çıkartır. Sözüm ona kendine özgü bir kimlik dayat
ması, genellikle sekter çatışmaları kışkırtıcı "savaş sanatının" kritik bir
bileşenidir.
Şiddetin bu türünü durdurmaya yönelik çok sayıda iyi niyetli giri
şimin önündeki engellerden biri de, ne yazık ki, kimliklerimiz üze
rinde tercih hakkımızın olmadığı algısıdır ve bu da şiddeti alt etme
yeteneğimizi ciddi şekilde zedelemektedir. Farklı insanlar arasında iyi
ilişkiler kurma umuduna esas olarak "uygarlıklar arasında dostluk" ya
da "dinsel gruplar arasında diyalog" veya "farklı topluluklar arasında
arkadaşça ilişkiler" bağlamında bakıldığında (ve böylelikle, insanların
birbirleriyle ilişki kurmasının çok farklı biçimleri görmezden gelindi
ğinde), insan ciddi bir biçimde minyatürleştirilmiş olur ve bu da ta
sarlanan barış programlarının önüne geçmektedir.
Dünyamızdaki çok sayıda bölünme-ya din ya topluluk ya kültür
ya ulus ya da uygarlık adı altında (ve bunların her birinin, savaşa ve
barışa ilişkin özel yaklaşım bağlamında kendine özgü bir güce sahip
14 KİMLİK VE ŞİDDET
olduğu varsayılarak)-sözüm ona egemen tek bir sınıflandırma siste
mi içinde bir araya getirilecek olursa, ortak insanlığımıza vahşice
meydan okunmuş olur. Belli bir şekilde parçalara ayrılmış bir dünya,
onu biçimlendiren çoğul ve çeşitliliğe sahip kategoriler evrenine kı
yasla çok daha kolay bölünebilir bir dünyadır. Bu ise, "biz insanlar
birbirimize çok benzeriz" biçimindeki (bugünlerde-haklı nedenler
le- çok aptalca bulunarak alaya alınan) eski inanışa ters düşmekle
kalmaz, aynı zamanda üzerinde çok daha az konuşulan ama çok da
ha akla yatkın olan, birbirimizden çok çeşitli yönlerden farklı oldu
ğumuz biçimindeki anlayışa da ters düşer. Günümüz dünyasında
uyum umudu büyük ölçüde, insan kimliğinin çoğulluğu konusunda
daha net bir anlayışa ulaşmamıza ve birbirlerini çaprazlamasına ke
sen bu kimliklerin geçit vermez tek bir katı hat boyunca çizilen kes
kin bir ayrıma karşı koyduklarını idrak etmemize bağlıdır.
Aslında, çevremizde gördüğümüz hengame ve barbarlığa sadece
kötü niyetler değil, kavram kargaşası da önemli ölçüde katkıda bu
lunmaktadır. Özellikle herhangi bir tekil kimlik ya da diğer bir şey
(ve bunun sözde sonuçları) hakkındaki kader yanılsaması, dışlamalar
ve dayatmalar yoluyla dünyada yaşanan şiddeti beslemektedir. Birbi
rinden farklı çok sayıda aidiyetimizin olabileceğini, birbirimizle çok
çeşitli biçimlerde etkileşim kurabileceğimizi-kışkırtıcılar ve onların
şaşkın muhalifleri bize ne derlerse desinler-açıkça görmek zorunda
yız. Önceliklerimize karar verme imkanına sahibiz.
Aidiyetlerimizin çoğulluğuna ve tercih ve akıl ihtiyacına boş veril
mesi, içinde yaşadığımız dünyayı anlaşılmaz hale getiriyor ve bizi
Matthew Arnold'un "Dover Sahili" adlı şiirinde resmettiği korkunç
olasılığa doğru iteliyor:
Ve burada, karanlık bir düzlükteyiz sanki Mücadele ve kaçışın kafa karıştırıcı alarmlarıyla savrulmuş, Cahil orduların gece karanlığında çarpıştığı yerde.
Oysa, bundan daha iyisini yapabiliriz.
ÖNSÖZ
O scar Wilde, bulmaca gibi bir iddiada bulunmuştu: "Çoğu insan
başka birisidir. " Bu söz onun ölçüsüz sözcük oyunlarından biri
gibi görünse de, Wilde'nin bununla ilgili savunusu oldukça inandırı
cıydı: "İnsanların düşünceleri başkalarına ait kanaatlerdir, yaşamları
taklittir, tutkuları alıntıdır. " Nitekim kendimizi özdeşleştirdiğimiz in
sanlardan şaşırtıcı ölçüde çok etkileniriz. Aktif olarak öne çıkartılan
sekter nefretler azgın bir yangın gibi her yanı sarabilir-tıpkı kısa bir
süre önce Kosova'da, Bosna'da, Ruanda'da, Timor'da, İsrail 'de, Filis
tin'de, Sudan'da ve dünyanın daha birçok yerinde tanık olduğumuz
gibi. Bir grup insanla kurulan özdeşlik duygusu, uygun bir kışkırt
mayla, başka bir gruba gaddarca davranmanın güçlü bir silahı haline
getirilebilir.
Nitekim, dünyadaki çatışma ve barbarlıkların çoğu kendine özgü
ve seçeneksiz bir kimlik yanılsaması sayesinde sürdürülebilmiştir.
Nefret tohumları ekme sanatı diğer aidiyetleri boğan şu ya da bu söz
de egemen kimliğinin büyüleyici gücünü harekete geçirme biçimini
alır ve buna uygun savaşçı bir kimliğe dönüştüğünde de, insanlara
karşı normal olarak besleyebileceğimiz sempatiyi ve doğal iyilikse
verliği bastırabilir. Sonuç, ilkel bir yerel şiddet ya da ustalıklı bir kü
resel şiddet ve terörizm olabilir.
Nitekim, günümüz dünyasında çatışma potansiyelinin temel kay
naklarından biri de, insanların din ya da kültür temelinde kendileri-
1 5
16 KİMLİK VE ŞİDDET
ne özgü kategorilere ayrılabileceği varsayımıdır. Tekil bir sınıflandır
manın her şeyi kapsayıcı gücüne olan üstü örtülü inanç tüm dünya
yı alev almaya hazır bir hale getirebilir. Kendine özgü bölücü bir ba
kış açısı sadece insanlar olarak birbirimize çok benzediğimiz biçimin
deki eski inanışa ters düşmekle kalmaz, aynı zamanda üzerinde çok
daha az konuşulan, ama çok daha akla yatkın olan, birbirimizden çok
çeşitli yönlerden farklı olduğumuz biçimindeki anlayışa da ters düşer.
Dünya sık sık bir dinler (ya da "uygarlıklar" veya "kültürler") toplamı
sayılırken, insanların sahip oldukları ve değer verdikleri sınıf, cinsi
yet, meslek, dil, bilim, ahlak ve politik tercihten oluşan kimlikleri gör
mezden gelinmektedir. Kendine özgü bu bölücülük, içinde fiilen ya
şadığımız dünyayı biçimlendiren çoğul ve çeşitli sınıflandırmalar ev
renine kıyasla çok daha çatışmacıdır. Yüksek teorinin bu indirgeme
ciliği düşük politikanın ürünü olan şiddete, istenmediği halde, büyük
katkılarda bulunabilmektedir.
Aynı zamanda, benzer bir kavram kargaşasıyla, kendine özgü bir
kimliğin kabul edilmesi çok sayıdaki aşikar direnme yolunun önüne
geçtiğinde, şiddetin bu türünü önlemeye yönelik küresel girişimleri
-açıkça ya da üstü örtülü bir biçimde-genellikle zayıf düşürmekte
dir. Sonuçta iş, din temelli şiddete sivil toplumun güçlendirilmesi yo
luyla değil (oysa izlenecek açık yol budur), "ılımlı" gibi görünen çe
şitli dini liderlerin harekete geçirilmesi yoluyla meydan okunması
noktasına gelip dayanabilmektedir; bu dini liderlere yüklenen görev
aşırıcıların hakkından-muhtemelen söz konusu dinin taleplerinin
uygun bir biçimde yeniden tanımlanması temelinde-din içi bir sa
vaşla gelmek olmaktadır. Kişiler arası ilişkilere, uygarlıklar ya da din
sel kökenler arasında "dostluk" ya da "diyalog" biçiminde, tekil bir
gruplar arası bağlam içinde bakılınca ve aynı kişilerin aynı anda ait
oldukları (ekonomik, sosyal, politik ya da başka kültürel bağlara sa
hip) diğer gruplar dikkate alınmayınca, insan yaşamında önemli olan
şeylerin çoğu yok olup gitmekte ve bireyler birtakım küçük kutula
rın içine tıkılmaktadır.
Önsöz 1 7
B u kitabın konusu, insanların minyatürleştirilmesinin bu dehşet
verici sonuçlarıdır. Bu sonuçlar, ekonomik küreselleşme, politik çok
kültürlülük, sömürgecilik sonrası tarihsel dönem, sosyal kökenler,
dinci köktencilik ve küresel terörizm gibi birtakım yerleşik konuları
tekrar incelemeyi ve değerlendirmeyi gerektiriyor. Günümüz dünya
sında barış umudu, bizleri küçük kutucukların içine sıkı sıkıya kapa
tarak oraya mahkum etmekte değil, pekala, aidiyetlerin çoğulluğu
nun kabulünde ve büyük bir dünyanın ortak sakinleri olarak aklımı
zı kullanmakta aranabilir. İhtiyacımız olan şey, her şeyden önce, ön
celiklerimizi belirleme özgürlüğümüzün önemini açıkça anlayabil
mektir. Ve bu anlayışa bağlı olarak, kamuoyunun akla dayalı sesi
nin-hem ülke içinde hem de dünya çapında-oynadığı rolü ve bu
nun yararını doğru dürüst anlamaya ihtiyacımız var.
Bu kitabı yazmaya Pardee Merkezinden Profesör David From
kin'in nazik daveti üzerine Kasım 2001 ile Nisan 2002 arasında Bas
ton Üniversitesinde kimlik konusunda verdiğim altı konferansla baş
ladım. Çalışmalarını gelecek konusuna adamış olan bu merkezin dü
zenlediği konferanslar "Kimliğin Geleceği" ana başlığı altında toplan
mıştı. Ne ki, T.S. Eliot'tan da aldığım küçük bir yardımla, kendimi şu
na ikna ettim: "Şimdiki zaman ile geçmiş zaman, / her ikisi de belki
gelecek zamanın içindedir. " Yazmayı bitirdiğimde, kitabın konusu,
kimliğin geçmişte ve günümüzde oynadığı rol kadar, bundan sonra
sına ilişkin öngörüleri de içerir hale gelmişti.
Aslında, Bostan sohbetlerinden iki yıl önce, Kasım 1998'de, Ox
ford Üniversitesinde, "Kimlikten Önce Akıl" başlığı altında, kimlik ter
cihinde aklın rolü konulu, herkese açık bir konferans vermiştim. Ox
ford Üniversitesinde devamlı olarak, tamamen resmi olarak düzenle
nen (ilki 1892'de William Gladstone tarafından verilen ve 1999'daki
nin konuşmacısının da Tony Blair olduğu) bu "Romanes Konferansı"
her ne kadar son cümlemi söylememin hemen ardından (dinleyiciler
den hiçbirinin soru sormasına fırsat kalmadan) benim (gösterişli giy-
1 8 KİMLİK VE ŞİDDET
siler içindeki üniversite yetkililerinin eşliğinde) salondan ayrılmak zo
ruda kalmamla sonuçlandıysa da, verdiğim konferansın küçük bir
broşür haline getirilmesi sayesinde birtakım yararlı eleştiriler alabil
dim. Bu kitabı yazarken, Romanes Konferansından, eski metnimden
ve aldığım eleştirilerden yararlandım.
Doğrusu, bir dizi ilintili (kimlikle de bir ölçüde bağlantılı) konu
larda verdiğim herkese açık diğer konferanslardan sonra aldığım
eleştiri ve önerilerin çok yararını gördüm. Bu konferanslardan bazı
ları şunlardı: British Academy'nin 2000'deki Yıllık Konferansı, Colle
ge de France'da (ev sahipliğini Pierre Bourdieu'nun yaptığı) özel bir
konferans, Tokyo'da Ishizaka Konferansları, St. Paul Katedralinde
halka açık bir konferans, Bangkok'taki Vajiravudh Kolejinde Phya
Prichanusat Anısına düzenlenen konferans, Bombay ve Delhi'deki
Dorab Tata Konferansları, Trinidad ve Tobago Merkez Bankasındaki
Eric Williams Konferansı, OXFAM'daki Gilbert Murray Konfearansı,
Kaliforniya Berkeley Üniversitesinin Hitchcock Konferansları, Ameri
kan Felsefe Derneğindeki Penrose Konferansı ve British Museum'da
ki 2005 BP Konferansı. Son yedi yıl içinde dünyanın değişik yerlerin
de yaptığım sunumları izleyen tartışmalardan da yararlandım: Am
herst Koleji, Hong Kong'daki Çin Üniversitesi, New York'taki Colum
bia Üniversitesi, Dakka Üniversitesi, Tokyo'daki Hitotsubashi Üniver
sitesi, İstanbul'daki Koç Üniversitesi, Mt. Holyoke Koleji, New York
Üniversitesi, Pavia Üniversitesi, Grenoble'deki Pierre Mendes Fransız
Üniversitesi, Güney Afrika'nın Grahamstown kentindeki Rhodes Üni
versitesi, Kyoto'daki Ritsumeikan Üniversitesi, Tarragona'daki Rovira
Virgili Üniversitesi, Santa Clara Üniversitesi, Claremont'daki Scripps
Koleji, St. Paul Üniversitesi, Lizbon Teknik Üniversitesi, Tokyo Üni
versitesi, Toronto Üniversitesi, Kaliforniya Santa Cruz Üniversitesi,
Villanova Üniversitesi ve bir de, elbette, Harvard Üniversitesi. Bu tar
tışmaların söz konusu sorunlara ilişkin anlayışımın gelişmesinde bü
yük payı oldu.
Önsöz 19
Çok yararlı eleştiri ve önerileri için şu kişilere teşekkür borçluyum:
Bina Agarwal, George Akerlof, Sabina Alkire, Sudhir Anand, Anthony
Appiah, Homi Bhabha, Akeel Bilgrami, Sugata Bose, Lincoln Chen,
Martha Chen, Meghnad Desai, Antara Dev Sen, Henry Finder, David
Fromkin, Sakiko Fukuda-Parr, Francis Fukuyama, Henry Louis Gates
]r. , Rounaq ]ahan, Asma Jahangir, Devaki Jain, Ayesha Jalal, Ananya
Kabir, Pratik Kanjilal, Sunil Khilnani, Alan Kirman, Seiichi Kondo, Se
bastiano Maffetone, Jugnu Mohsin, Martha Nussbaum, Kenzaburo
Oe, Siddiq Osmani, Robert Putnam, Mozaffar Qizilbash, Richard Par
ker, Kumar Rana, Ingrid Robeyns, Emma Rothschild, Carol Rovane,
Zainab Salbi, Michael Sandel, Indrani Sen, Najam Sethi, Rehman Sob
han, Alfred Stepan, Kotaro Suzumura, Miriam Teschl, Shashi Tharoor
ve Leon Wieseltier. Mahatma Gandi'nin kimlik konusundaki fikirleri
ni anlamamda torunu, yazar ve şu anda Batı Bengal valisi Gopal
Gandi'yle yaptığım tartışmaların olağanüstü yararını gördüm.
Norton'daki editörlerim Robert Weil ile Roby Harrington yaptıkları
çok sayıda önerinin yanı sıra, Lynn Nesbit'le yaptığım tartışmalardan
da yararlandım. Amy Robbins, benim düzgün olmaktan çok uzak el
yazmalarımı temize çekerken olağanüstü bir iş çıkartırken, Tom Ma
yer de çalışmanın bütün evrelerini koordine etmekte harikalar yarattı.
Ders verdiğim Harvard Üniversitesindeki destekleyici akademik at
mosferin yanı sıra, özellikle yaz aylarında Cambridge'deki Trinity Ko
lejinin sağladığı kolaylıklardan da yararlandım. Bana olağanüstü ve
rimli bir araştırma temeli sağlayan Cambridge'deki King's Kolejin Ta
rih ve İktisat Merkezinin yardımlarını gördüm; ve araştırmalarımla ilgi
li birçok sorunumu hallettiği için Inga Huld Markan'a çok müteşekki
rim. Ananya Kabir'in bu merkezde ilgili konularda yürüttüğü çalışma
da benim için çok yararlı oldu. Mükemmel araştırma asistanlığı için
David Mericle ile Rosie Vaughan'a müteşekkirim. Araştırma faaliyeti
min masraflarının karşılanması konusunda Ford Vakfının, Rockefeller
Vakfının ve Mellon Vakfının ortak katkılarına çok teşekkür ederim.
20 KİMLİK VE ŞİDDET
Son olarak, Japon Hükümetinin Temmuz 2005'te Tokyo' da düzen
lediği ve bana başkanlığını yapma ayrıcalığını verdiği Dünya Uygar
lıkları Forumuna çok değişik ülkelerden gelen katılımcılarla yaptığım
geniş kapsamlı tartışmalardan sağladığım yararı da belirtmem gerekir.
2004'te Torino'da Piero Bassetti'nin yönettiği Glocus et Locus tartış
malarından ve küresel demokrasiye ilişkin, George Papandreou'nun
yönettiği, Temmuz ayında Girit'te, Heraklion'da düzenlenen 2005
Symi Sempozyumundan da yararlandım.
Küresel şiddet konularına gösterilen güncel ilgi ve angajman her
ne kadar korkunç derecede trajik ve alt üst edici olayların bir ürünü
olarak ortaya çıktıysa da, bu konuların yaygın bir biçimde kamuoyu
nun dikkat alanına girmesi yine de iyi olmuştur. Hükümetlerin ve
müttefiklerinin askeri girişimlerinden ve stratejik faaliyetlerinden ayrı
olarak, küresel sivil toplumun işleyişinde sesimizin daha fazla çıkma
sını elinden geldiğince güçlü bir şekilde savunmaya çalışan birisi ola
rak, karşılıklı etkileşime dayanan bu gelişmeler bana cesaret veriyor.
Bunun beni iyimser bir kişi yaptığını sanıyorum, ama her şey karşı
karşıya olduğumuz bu meydan okumaya nasıl yanıt vereceğimize
bağlı olacaktır.
Amartya Sen
Cambridge, Massachusetts
Ekim 2005
1. BÖLÜM
YANILSAMANIN ŞİDDETİ
Afrikalı Amerikalı yazar Langston Hughes 1940 tarihli özgeçmişin
de, Afrika'ya gitmek üzere New York'tan ayrılırken yaşadığı key
fi anlatır. Amerikan kitaplarını kaldırıp denize atmış: "Bu yüreğimde
ki milyonlarca tuğlayı boşaltmak gibi bir şeydi. " "Zenci insanların
anayurduna, onların Afrika'sına" dönüyordu! Çok yakında, "sadece
kitaplarda okunmakla kalmayıp, dokunulacak ve görülecek gerçeği"
yaşayacaktı. " 1 Kimlik duygusu sadece onur ve neşeye değil, aynı za
manda güç ve güvene de kaynaklık edebilir. Kimlik fikrinin, insanın
komşusunu sevmesi gerektiği gibi sıradan fikirlerden sosyal sermaye
ve toplulukların kendini tanımlaması gibi yüksek teorilere kadar, bu
kadar yaygın bir hayranlık toplaması şaşırtıcı değildir.
Bununla birlikte, kimlik öldürücü-hem de kendinden geçme de
recesinde öldürücü-de olabilir. Bir gruba-ve yalnızca o gruba
güçlü bir aidiyet duygusuyla bağlanma birçok durumda diğer grup
larla arada mesafe ve uzaklaşma olduğu şeklinde bir algıyı da bera
berinde getirebilir. Grup içi dayanışma gruplar arası anlaşmazlığı bes
lemeye hizmet edebilir. Bize, sadece Ruandalı olmadığımız, özellikle
Hutulu olduğumuz ("Tutsilerden nefret ettiğimiz") ya da sadece Yu-
2 1
22 KİMLİK VE ŞİDDET
goslav olmadığımız, aslında Sırp olduğumuz ("Müslümanlardan ke
sinlikle hoşlanmadığımız") aniden hatırlatılabilir. 1940'lı yıllardaki bö
lünme politikalarıyla bağlantılı Hindu-Müslüman ayaklanmalarına iliş
kin çocukluk anılarımda, ocak ayındaki geniş yürekli insan yığınları
nın nasıl bir anda temmuz ayının acımasız Hintlileri ve azgın Müslü
manları haline geldiği yer alıyor. "Kendi halkı" adına başkalarını öl
düren ve başını kan dökücülerin çektiği kişilerin elinde, yüz binlerce
insan yok olup gitti. Şiddet, terör ustalarının şampiyonluğunu yaptığı
tekil ve savaşçı kimliklerin saf insanlara dayatılmasıyla kışkırtılır.
Kimlik duygusunun-komşularımız veya topluluğumuzun üyeleri
veya hemşeri ya da dindaşlarımız gibi-başka insanlarla olan ilişkile
rimizin gücüne ve sıcaklığına önemli katkısı olabilir. Belirli kimlikle
re odaklanmamız bağlarımızı zenginleştirip başkaları için pek çok şey
yapmamızı sağlayabilir ve kendimize odaklanmış yaşamımızın dışına
çıkmamıza yardımcı olabilir. Robert Putnam'ın ve başkalarının büyük
bir gayretle araştırdıkları "sosyal sermaye" konusunda son yıllarda ya
zılmış literatür, insanın kendisini aynı sosyal topluluk içindeki diğer
insanlarla özdeşleştirmesinin o toplulukta yaşayan herkesin yaşamını
nasıl iyileştirebileceğini yeterince açık bir biçimde gözler önüne ser
miştir; bir topluluğa ait olma duygusu, o nedenle-tıpkı sermaye gi
bi-bir kaynak olarak görülmektedir.2 Bu anlayış önemli olmakla bir
likte, kimlik duygusunun aynı zamanda, bazı insanlara kucak açar
ken, çok sayıda başka insanı da kesinlikle dışlayabileceği olgusunun
kabulüyle tamamlanması gerekir. Sakinlerinin, içgüdüsel olarak, bü
yük bir yakınlık ve dayanışma duygusuyla birbirleri için kesinlikle
çok güzel şeyler yaptıkları iyice bütünleşmiş bir toplulukta, o bölge
ye başka bir yerden gelmiş göçmenlerin pencereleri taşlanıyor olabi
lir. Dışlamanın karşıtlığıyla içselleştirmenin nimetlerinin bir arada ya
şaması pekala mümkündür.
Kimlik çatışmalarının beslediği şiddetin gittikçe aıtan bir sürekli
likle kendisini dünyanın dört bir yanında tekrarladığı görülüyor.3
Yanılsamanın Şiddeti 23
Ruanda ve Kongo'daki güçler dengesi değişmiş olsa bile, bir grubun
diğerini hedef tahtası haline getirmesi aynı güçle sürmektedir. Saldır
gan bir Sudanlı İslam kimliğinin ırksal bölünmeleri de istismar ede
rek savaş düzenine geçmiş olması, korkunç derecede askerileşmiş
olan bu devletin güneyindeki boyun eğdirilmiş kurbanların ırzına ge
çilmesine ve katledilmesine yol açmıştır. İsrail ile Filistin, karşı tarafı
iğrenç cezalara çarptırmaya hazır karşıt kimliklerin öfkesini yaşatma
yı sürdürüyor. El Kaide, özellikle Batılı halkları hedefleyen militan İs
lamcı kimliği öne çıkartmaya ve bundan yararlanmaya bel bağlamış
durumda.
Üstelik Abu Garib'den ve başka yerlerden, özgürlük ve demokra
si için savaşmak üzere oraya gönderilmiş olan Amerikan ve İngiliz as
kerlerinin tutsakları "yumuşatmak" adı altında tamamıyla insanlık dı
şı yollara başvurmayı da içeren faaliyetlerde bulunduklarına dair ra
porlar gelmeye devam ediyor. Düşman savaşçıları olmakla itham edi
len ya da kötü oldukları varsayılan insanların yaşamları üzerinde sı
nırsız güç kullanımı, tutsaklarla onların muhafızları arasında bölücü
kimliklerin keskin bir çatallanması olarak uzanmaktadır ("onlar biz
den ayrı bir türe aitler"). Bunun, ayrışmanın karşı tarafında yer alan
öteki insanları-diğer şeyler yanında, insan ırkına ait olma ortak özel
likleri de dahil, daha az çatışmacı özelliklerini bile-hiçbir şekilde
dikkate almadığı anlaşılıyor.
Rekabet Halindeki Aidiyetlerin Kabul Edilmesi
Madem kimlik temelli düşünce bu tür acımasız manipülasyonlara ne
den olabiliyor, o zaman bunun çaresi nedir? Bu sorunun yanıtı genel
olarak kimlik arayışını bastırmaya ya da boğmaya çalışmak olamaz.
Bir kere, kimlik şiddet ve teröre kaynaklık edebileceği gibi, zenginli
ğe ve içtenliğe de kaynaklık edebilir; o nedenle kimliği genel bir kö-
24 KİMLİK VE ŞİDDET
tülük olarak görmek anlamsızdır. Tersine, savaşçı bir kimliğin karşı
sına rekabet halindeki kimliklerin gücünün çıkartılabileceği anlayışın
dan yararlanmamız gerekir. Bu elbette, ortak insanlığımızın geniş
paylaşılan yanlarını içerebileceği gibi, herkesin aynı anda sahip oldu
ğu çok sayıda başka kimlikleri de içerebilir. Bu, tek bir kategorileş
tirmenin özellikle saldırgan yönünün istismarını sınırlayabilecek şe
kilde, insanların farklı biçimlerde sınıflandırılmasını sağlayabilir.
Kigalili bir Hutulu işçi kendisini sadece bir Hutulu olarak görme
ye zorlanıp Tutsileri öldürmeye kışkırtılabilir; oysa bu işçi sadece bir
Hutulu değil, aynı zamanda bir Kigalilidir, bir Ruandalıdır, bir Afrika
lıdır, bir işçidir ve bir insandır. Sahip olduğumuz kimliklerin çoğullu
ğunu ve bunların ima ettiği farklı şeyleri fark etmenin yanı sıra, kaçı
nılmaz olarak birbirinden farklı olan belirli kimliklerin inandırıcılığı
nın ve geçerliliğinin belirlenmesinde tercihin rolünü görmek de çok
önemlidir.
Bu nokta yeterince açık olsa bile, yanılsamanın çeşitli saygınlık
düzeylerine sahip-ve aslında çok saygın olan-entelektüel düşünce
okullarının uygulamacılarından gördüğü iyi niyetli ama oldukça yıkı
cı desteğin farkında olmak da önemlidir. Bunlar arasında, diğerleri
nin yanı sıra, topluluk kimliğini, sanki doğası gereği, hiçbir insan ira
desine gerek bırakmayan (daha sevilen bir kavram kullanacak olur
sak, sadece "kabul etmek" gereken), önceden belirlenmiş, kendine
özgü ve yüce bir şey olarak gören adanmış toplulukçular ve dünya
daki insanları birbiriyle bağdaşmaz uygarlık kutucuklarına sokan ka
rarlı kültür teorisyenleri de vardır.
Normal yaşamımızda kendimizi çok çeşitli grupların mensubu ola
rak görürüz-bunların hepsine birden aitizdir. Bir vatandaşlığımız,
ikametgahımız, coğrafi kökenimiz, cinsiyetimiz, sınıfımız, politik ter
cihimiz, mesleğimiz, çalıştığımız işimiz, yemek alışkanlıklarımız, ilgi
lendiğimiz spor dalları, müzik zevklerimiz, sosyal taahhütlerimiz
vb.-bütün bunlar bizi çok çeşitli grupların üyesi yapar. Aynı anda
Yanılsamanın Şiddeti 25
mensup olduğumuz bütün bu kolektif bütünlükler bize belli bir kim
lik kazandırır. Bunlardan hiçbiri bizim tek kimliğimiz ya da tek üye
lik kategorimiz olarak görülemez.
Kısıtlar ve Özgürlükler
Çoğu toplulukçu düşünür egemen topluluk kimliğinin bir tercih me
selesi değil, sadece bir kendini gerçekleştirme meselesi olduğunu sa
vunma eğilimindedir. Oysa insanın ait olduğu çeşitli gruplara atfetti
ği göreceli öneme karar verirken aslında hiçbir tercihte bulunmadığı
na, yapması gereken tek şeyin-sanki bunlar doğal olgularmışçasına
(gündüz mü yoksa gece mi olduğuna karar vermek misali)-sahip ol
duğu kimlikleri "keşfetmekten" ibaret olduğuna inanmak zordur. As
lında hepimiz farklı aidiyetlerimiz ve ortaklıklarımız konusunda, üstü
örtülü biçimlerde de olsa, sürekli tercihlerde bulunuruz. Ait olduğu
muz bütün farklı gruplara yönelik bağlılıklarımızı ve önceliklerimizi
belirleme özgürlüğümüz kabullenme, değer verme ve savunma ne
denlerimiz olan özellikle önemli bir özgürlüğümüzdür.
Böyle bir tercihe sahip olmamız elbette o tercihi sınırlayan hiçbir
kısıtın bulunmadığı anlamına gelmez. Nitekim, tercihler her zaman
mümkün görülen şeylerin sınırları içinde yapılır. Kimlikler söz konu
su olduğunda, nelerin mümkün olduğu, önümüzde duran alternatif
olasılıkları belirleyen tekil özelliklere ve koşullara bağlıdır. Ne ki, bu
hiç de çarpıcı bir olgu değildir. Herhangi bir alandaki bütün tercihler
fiilen böyle bir kısıtlamayla karşı karşıyadır. Nitekim, bütün alanlarda
ki her türlü tercihin her zaman belirli kısıtlar içinde yapıldığı gerçe
ğinden daha temel ve evrensel bir şey olamaz. Örneğin, alışverişe çık
tığımızda ne satın alacağımıza karar verirken, harcayabileceğimiz pa
ra miktarının bir sınırı olduğu gerçeğini görmezden gelemeyiz. İktisat
çıların deyişiyle, bu "bütçe kısıtı" her zaman her yerde vardır. Her sa-
26 KİMLİK VE ŞİDDET
tın alıcının birtakım tercihlerde bulunmak zorunda olması onun hiç
bir bütçe kısıtlamasıyla karşı karşıya olmadığını değil, yapacağı tercih
lerin karşı karşıya olduğu bütçe kısıtları içinde yapılacağını gösterir.
Bu basit iktisat doğrusu karmaşık politik ve sosyal kararlar için de
doğrudur. Kişi-ister kendisi isterse başkaları tarafından-bir Fransız,
bir Yahudi, bir Brezilyalı, bir Afrikalı Amerikalı ya da (özellikle günü
müz hengamesi içinde) bir Arap ya da Müslüman olarak görüldüğün
de dahi, ait olduğu bütün diğer geçerli kategoriler karşısında, o kim
liğine tamı tamına ne önem atfettiğine dair yine de bir karar vermek
durumundadır.
Başkalarını İkna Etmek
Ne ki, kendimizi nasıl görmek istediğimiz konusunu kafamızda net
leştirmiş olsak bile, başkalarını da bizi tam öyle görmeye ikna etmek
te zorlanabiliriz. Irkçılığın egemen olduğu Güney Afrika'da yaşayan
beyaz olmayan bir kişi ırksal özelliklerine rağmen kendisine sadece
insan muamelesi yapılmasında ısrarcı olamaz. Bu kişi genellikle dev
letin ve toplumun egemen unsurlarının ona layık gördüğü kategori
ye yerleştirilir. Kendimize hangi gözle bakıyor olursak olalım, kişisel
kimliklerimizi başkalarına kabul ettirme özgürlüğümüz bazen o kişi
lerin gözünde olağanüstü kısıtlanmış olabilir.
Nitekim, başkalarının bize nasıl bir kimlik biçtiğinin tam olarak
farkında bile olmayabiliriz-o kimlik bizim kendimizi algılamamız
dan farklı olabilir. Faşist politikanın hızla yaygınlaştığı 1920'ler İtal
ya'sı için anlatılan ilginç bir öykü vardır: Faşist Parti'nin, partiye üye
devşirmekten sorumlu kişilerinden biri kırsal bölgeden sosyalist biri
sini partisinden ayrılıp Faşist Parti'ye üye olmaya ikna etmeye çalış
maktadır. Üye adayı şöyle der: "Sizin partinize nasıl katılayım? Babam
bir sosyalistti. Büyük babam bir sosyalistti. Faşist Paıti'ye katılmam
Yanılsamanın Şiddeti 27
gerçekten mümkün değil . " Faşist örgütçü, "Bu nasıl bir mantık" der,
haklı olarak. "Hem baban hem de büyük baban katil olsaydı ne ya
pacaktın? Evet, o zaman ne yapacaktın?" Üye adayı, "Ha bak, o za
man iş değişirdi" der. "O zaman Faşist Parti'ye elbette katılırdım."
Bu oldukça makul, hatta zararsız bir yakıştırma olabilir, ama bu
türden yakıştırmalar çoğu zaman iftiraya uğrayan kişiye karşı şiddet
kışkırtması amaçlı kara çalmalarla birlikte yapılır. Yahudi Düşmanının
Portresi'nde Jean-Paul Sartre şöyle diyordu: "Yahudi, başkalarının Ya
hudi olarak gördüğü bir adamdır; . . . Yahudi'yi Yahudi yapan Yahu
di Düşmanıdır ."4 Suçlayıcı yakıştırmalarda iki ayrı ama birbiriyle bağ
lantılı çarpıtma vardır: hedef tahtası haline getirilen kategoriye dahil
insanların yanlış tasvir edilmesi ve yanlış tasvir edilen bu özelliklerin
hedef alınan kişinin kimliğinin tek geçerli özelliği olduğunda ısrar
edilmesi. İnsan bu dışsal dayatmalara karşı çıkarken hem belirli özel
lik yakıştırmalarına karşı direnmeye, hem de sahip olduğu diğer kim
likleri hatırlatmaya çalışabilir-tıpkı Shakespeare'nin insanı altüst
eden parlak öyküsünde Shylock'un yapmaya çalıştığı gibi: "Yahu
di'nin gözleri yok mu? Yahudi'nin elleri, azaları, duyuları, sevgileri,
arzuları yok mu? Onun karnı da aynı yemekle doymuyor mu? Ya da
aynı silahlardan o da acı duymuyor mu? Aynı hastalıklara o da tutul
muyor mu? Aynı ilaçlardan o da iyilik bulmuyor mu? Bir Hıristiyan
kadar aynı kışın soğuğu, aynı yazın sıcağı ona da dokunmuyor mu?"5
İnsanlığın ortak yanlarının öne çıkartılması, farklı kültürlerde,
farklı zamanlarda, aşağılayıcı yakıştırmalara direnmenin bir parçası
olagelmiştir. İki bin yıl öncesinin Mahabharata adlı Hint destanında,
tartışmanın muhataplarından Bharadvaja, kast sistemini savunan
Bhrigu'ya (kurulu düzenin temel dayanaklarından biri) şu soruyla
karşılık verir: "Tutkunun, öfkenin, korkunun, üzüntünün, endişenin,
açlığın ve çalışmanın hepimizi aynı şekilde etkilediği anlaşılıyor; o
halde, nasıl oluyor da, kastlara ayrılıyoruz?"
Aşağılamanın temelinde sadece yanlış tasvirler değil, başkalarının
küçük düşürülecek kişiye yakıştırmak zorunda oldukları tekil kimlik
28 KİMLİK VE ŞİDDET
yanılsaması da vardır. İngiliz aktörü Peter Sellers kendisiyle yapılan
ünlü bir röportajda, "Bir zamanlar bir ben vardı, onu ameliyatla al
dırttım" diyordu. Bu aldırtma işi her ne kadar kendi başına yeterince
meydan okuyucu bir şey olsa da, bizi kendi düşündüğümüzden fark
lı bir insan haline getirmeye kararlı kişilerce yapılan bir ameliyatla,
bize bir "gerçek ben" implantasyonu da bir o kadar radikal bir mü
dahaledir. Örgütlü yakıştırma zulme ve cenaze merasimine zemin ha
zırlayabilir.
Dahası, insan belirli koşullarda, kara çalma amacıyla (yakıştırılan
kimliğe ilişkin tasvir çarpıtmaları eşliğinde) tertiplenmiş olanlardan
farklı olan kimliklerini başkalarına kabul ettirmekte zorlandığında
bile, bu durum söz konusu bu öteki kimlikleri koşullar değiştiğinde
de görmezden gelmek için yeterli bir neden değildir. Bu örnek
1930'lar Almanya'sındaki Yahudiler için değil, bugünün İsrail'indeki
Yahudiler için geçerlidir. 1930'lu yılların barbarlığı Yahudilerin Yahu
diliklerinden başka herhangi bir kimlik edinme özgürlük ve güçleri
ni sonsuza dek yok etmiş olsaydı, bu Nazizm hesabına kalıcı bir za
fer olurdu.
Benzer bir biçimde, hedef tahtası haline getirilen kurbanlara tekil
kimlikler yakıştırılmasına ve onları terörize etmek amacıyla tertiple
nen kanlı kampanyalar için asker devşirilmesine karşı direnmekte ak
la dayalı tercihin oynadığı role vurgu yapılması gerekir. İnsanların
kendi kimlik algılayışlarını değiştirme amaçlı, eski dostları yeni düş
manlar ve iğrenç sekterleri de bir anda güçlü politik liderler haline
getiren kampanyalar dünyada yaşanan çoğu canavarlığın nedeni ol
muştur. Kimlik temelli düşünmede, aklın ve tercihin rolünü kabullen
me ihtiyacı o nedenle hem heyecan verici hem de olağanüstü önem
li bir şeydir.
Yanılsamanın Şiddeti 29
Tercih ve Sorumluluğun inkarı
Eğer tercihlerin, var oldukları halde var olmadıkları varsayılıyorsa, ak
lı kullanmanın yerini pekala, ne kadar kabul edilmez bir şey olursa
olsun, konformist davranışa eleştirisiz boyun eğeme alabilir. Böyle
bir konformizm genellikle muhafazakar sonuçlar doğurur ve eski
adet ve uygulamaları akla dayalı sorgulama karşısında koruma işlevi
ni görür. Nitekim, cinsiyetçi toplumlarda kadınların eşitsiz muamele
lere (hatta şiddete) maruz kalmaları türünden geleneksel eşitsizlikler
ya da diğer ırksal gruplara mensup kişilere karşı uygulanan ayrımcı
lık varlığını (geleneksel mazlumların itaatkar rolleri de içinde olmak
üzere) devralınmış inançların sorgusuz sualsiz kabullenilmesine borç
ludur. Geçmiş uygulamaların ve varsayılan kimliklerin çoğu sorgulan
ma ve ince eleyip sık dokuma karşısında dağılıp gitmiştir. Gelenek
ler tek bir ülke ve kültürde bile değişim gösterebilir. John Stuart
Mill'in 1874'te yayımlanmış olan Kadınların Köleleştirilmesi adlı yapı
tının İngiliz okuyucularının çoğu tarafından onun eksantrikliğinin ke
sin kanıtı olarak görüldüğünü ve işin doğrusu, konuya gösterilen il
ginin bu kitabı Mill'in tüm kitapları arasında yayımcısına para kaybet
tiren tek kitap haline getirecek kadar düşük olduğunu anımsamakta
yarar olabilir. 6
Ne ki, sosyal kimliğin sorgulanmadan kabullenilmesinin her za
man geleneksel sonuçları olmayabilir. Bu kabullenme aynı zamanda
kimlikte köklü bir yeni yönelim de yaratabilir ve bu daha sonra, ak
la dayalı bir tercih olmadan, sözüm ona yeni bir "keşif" diye yutturu
labilir. Bu durumun şiddetin kışkırtılmasında dehşet verici bir rolü
olabilir. Daha önce sözünü ettiğim 1940'lar Hindistan'ındaki Hindu
Müslüman ayaklanmalarına ilişkin rahatsız edici anılarım arasında,
bölücü politikaları izleyen kitlesel kimlik değiştirmelerine-bir çocu
ğun şaşkın bakışlarıyla-tanık olmak da yer almaktadır.
Çok sayıda insanın Hintli, alt kıtalı, Asyalı ya da insan ırkının üye
si olarak sahip olduğu kimliklerin yerlerini-birden bire-Hindu,
30 KİMLİK VE ŞİDDET
Müslüman ya da Sih gibi sekter aidiyetlere bıraktığı görülüyordu. Bu
nu izleyen katliamın, süreci eleştirel incelemeden geçirmeden, yeni
fark ettikleri savaşçı kimliklerini insanlara "keşfettirten" temel sürü
davranışıyla büyük ilgisi vardı. İnsanlar birden bire farklı insanlar ha
line gelmişlerdi.
Uygarlıklar Hapishanesi
Hayali tekilliğin çarpıcı bir kullanımı, yakınlarda, özellikle de Samu
el Huntington'un Uygarlıklar Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden
Şekillenmesi adlı kitabının yayımlanmasının ardından,7 öne çıkarılan
ve çok tartışılan "uygarlıklar çatışması" tezine zihinsel arka planlığı
yapan temel sınıflandırıcı fikirde bulunabilir. Bu yaklaşımla ilgili zor
luk, böyle bir çatışma var mı-yoksa yok mu-meselesi daha günde
me gelmeden çok önce yaptığı benzersiz kategorileştirmeyle başla
maktadır. Aslında, uygarlıklar çatışması tezi, kavramsal olarak asalak
bir şekilde, uygarlıklar arasındaki sözde-ve nasıl oluyorsa sadece
dinsel ayrımları yakından izleyen-hatlar boyunca yapılan benzersiz
bir kategorileştirmenin baskın gücünden beslenmektedir. Huntington
Batı uygarlığını "İslam uygarlığıyla, " "Hindu uygarlığıyla," "Budist uy
garlıkla" vb. karşılaştırıyor. Dinsel farklılıklar arasında var olduğu id
dia edilen karşıtlıklar, ağır basan ve katılaştırılmış tek bir bölünmüş
lüğe ilişkin, usta bir marangozlukla oluşturulmuş bir vizyon içinde bir
araya getiriliyor.
Aslında, dünyadaki insanları elbette, her biri yaşamımızda bir mik
tar rol oynayan-çoğunlukla geniş kapsamlı-başka bölme sistemle
rine göre de sınıflandırmak mümkündür: örneğin milliyetlere, yerle
şimlere, sınıflara, mesleklere, sosyal statüye, dillere, politikalara ve
daha pek çok şeye göre. Dinsel kategoriler her ne kadar son yıllarda
geniş şekilde tartışılır olduysa da, bunların diğer ayrımları yok ettiği
Yanılsamanın Şiddeti 3 1
düşünülemeyeceği gibi, bu kategoriler hele yerkürenin dört bir ya
nında yaşayan insanları sınıflandırmanın tek geçerli sistemi olarak hiç
görülemez. Dünya nüfusunu "İslam dünyasına" ait olanlar, "Batı dün
yasına" ait olanlar, "Hindu dünyasına" ait olanlar, "Budist dünyaya"
ait olanlar biçiminde ayrıştırırken, sınıflandırma önceliğinin bölücü
gücü, üstü örtük bir biçimde, insanları kendine özgü bir katı kutular
kümesi içine sıkı sıkıya yerleştirmek amacıyla kullanılmaktadır. Diğer
bölünmelerin (diyelim zenginler ile yoksullar arasındaki, farklı sınıf
lardan ve mesleklerden insanlar arasındaki, birbirinden ayrı milliyet
ler ve yerleşim bölgeleri arasındaki, dil grupları arasındaki vb. bölün
melerin) hepsinin üzeri, insanlar arasındaki farklılıkları ele almanın
temel yolu olduğu iddia edilen bu bakış açısıyla örtülmektedir.
Uygarlıklar çatışması tezinin karşılaştığı zorluk kaçınılmaz bir ça
tışma meselesine gelmemizden çok önce başlamaktadır; söz konusu
zorluğun kökeninde tekil bir sınıflandırmanın kendine özgü geçerli
liği varsayımı yatmaktadır. Nitekim, "uygarlıklar çatışıyor mu" sorusu,
insanlığın her şeyden önce birbirinden ayrı ve ayrıksı uygarlıklar ola
rak sınıflandırılabileceği ve farklı insanlar arasındaki ilişkilere bir şe
kilde, ciddi bir kavrayış kaybına uğramadan, farklı uygarlıklar arasın
daki ilişkiler olarak bakılabileceği varsayımı üzerine oturtulmuştur.
Bu tezin temel sakatlığı, uygarlıkların çatışmak zorunda olup olmadı
ğı sorusu sorulmadan çok önce ortaya çıkmaktadır.
Bu indirgemeci bakış açısı, korkarım, genellikle, birincisi, bu uy
garlık kategorilerinin içerdiği içsel çeşitliliklerin boyutunu görmezden
gelen, ikincisi, bu sözde uygarlıkların bölgesel sınırlarını çaprazlama
sına kesen-zihinsel olduğu kadar cisimsel de olan-karşılıklı etkile
şimlerin kapsam ve etkisini (bunu 3 . Bölümde daha ayrıntılı olarak
ele alacağız) görmezden gelen, oldukça puslu bir dünya tarihi algı
sıyla birleşmektedir. Üstelik bu bakış açısının kafa karıştırma gücü sa
dece, bu çatışma tezini (Batılı şovenlerden İslam köktencilere kadar)
desteklemek isteyenleri değil, aynı zamanda, karşı çıkmak istedikleri
halde, bunu önceden belirlenmiş referans çerçevelerinin deli gömle-
32 KİMLİK VE ŞİDDET
ğini sırtlarına geçirmiş olarak yapmaya çalışanları da tuzağına düşü
rebilmektedir.
Böyle uygarlık temelli düşüncelerin kısıtlılıkları, uygarlıklar çatış
ması teorileri kadar, "uygarlıklar arası diyalog" programları için de
(bunların bugünlerde çok revaçta olduğu anlaşılıyor) aldatıcı olabilir.
İnsanlar arasında dostluk oluşturmaya yönelik o soylu ve yüceltici
arayışın uygarlıklar arasında dostluk arayışı olarak görülmesi çok
yönlü insanların hepsini çarçabuk tek boyuta indirgemekte ve yüzyıl
lardır süregelen-sanatı, edebiyatı, bilimi, matematiği , spor karşılaş
malarını, ticareti, politikayı ve insanlığın diğer ortak ilgi alanlarını da
kapsayan-sınır aşıcı etkileşimlere zenginlik ve çeşitlilik zemini su
nan, değişik ilgi alanlarının sesini boğmaktadır. Küresel barış peşin
de koşan iyi niyetli çabalar eğer insanlar dünyasının daha baştan ya
nıltıcı bir şekilde kavranmasını getiren bir temele oturtulacak olursa,
bunun kendi amacına çok zararlı sonuçları olabilir.
Bir Dinler Federasyonundan Daha Fazlası
Kaldı ki, dünyadaki insanların din temelli sınıflandırılmasına gittikçe
daha fazla bel bağlanması Batının küresel terörizme ve çatışmaya tep
kisini de özellikle hoyratlaştırmaktadır. "Diğer insanlara" saygı, küre
sel düzeyde karşılıklı etkileşim içinde olan farklı insanların hem din
sel hem de dinsel olmayan alanlardaki çok yönlü etkileşimlerini ve
başarılarını dikkate almak yerine, onların kutsal kitaplarına övgüler
düzülerek gösterilmektedir. "İslam terörizmi" denilen şeye çağdaş kü
resel politikanın o karmakarışık sözcük dağarcığıyla karşı konulur
ken, Batı politikasının zihinsel gücü büyük ölçüde İslamı tanımlama
yı-ya da yeniden tanımlamayı-hedeflemektedir.
Oysa, yalnızca muhteşem bir dinsel sınıflandırmaya odaklanmak
sadece insanları harekete geçiren diğer önemli ilgi alanlarını ve fikir-
Yanılsamanın Şiddeti 33
leri gözden kaçırmak anlamına gelmez, aynı zamanda dinsel otorite
nin sesinin genel olarak daha yüksek çıkması sonucunu da doğurur.
O zaman, örneğin Müslüman din adamları, bulundukları makam ge
reği, sözüm ona İslam dünyasının sözcüleri muamelesi görürler--oy
sa dini inançları gereği Müslüman olan çok sayıda insan şu ya da bu
mollanın söyledikleriyle derin görüş ayrılığı içindedir. Çok farklı çe
şitliliklerimize rağmen, dünya birden bire bir insanlar topluluğu ola
rak değil, bir din ve uygarlıklar federasyonu olarak görülmeye baş
lar. İngiltere'de, çok etnisiteli toplumun ne yapması gerektiğine dair
karışık görüşler, var olan devlet destekli Hıristiyan okullarının ta
mamlayıcısı olarak, devletin finanse ettiği Müslüman, Hindu, Sih vb.
okullarının teşvik edilmesi sonucunu doğurmuştur; böylece küçük
çocuklar, onların dikkat alanına girebilmek için birbiriyle yarışabile
cek farklı özdeşleşme sistemleri hakkında karar verebilecek durum
da olmaktan henüz çok uzak oldukları bir yaşta, tekil aidiyetlerin nü
fuz alanına terk edilmiş oluyorlar. Daha önce, Kuzey İrlanda'da, dev
let yönetimindeki mezhep okulları da, kişi daha bebekken belirlenen
tekil bölücü kategorileştirme hattı boyunca, Katolikler ile Protestan
lar arasındaki politik uzaklaşmayı pekiştirici bir rol oynamıştı ve "keş
fedilmiş" kimliklerin böyle önceden belirlenmesinin nüfusun farklı
kesimleri arasındaki yabancılaşmayı daha da artırmasına şimdi İngil
tere'de de izin veriliyor, daha doğrusu, teşvik ediliyor.
Din ya da uygarlık sınıflandırması elbette savaşçı çarpıtmalara da
kaynaklık edebilir. Örneğin, ABD'li Korgeneral William Boykin'in
Müslümanlara karşı verdiği savaşı masumlaştıncı bir kabalıkla anlatır
ken avaz avaz haykırarak söylediği-ve artık çok ünlenmiş-sözle
rinde çok iyi görüldüğü gibi, bu çarpıtma ilkel inançlar kılığına da
büıünebilir: "Benim Tanrımın onunkinden daha büyük olduğunu" ve
Hıristiyan Tanrının "gerçek Tanrı olduğunu, Müslümanların tanrısının
ise bir put olduğunu biliyordum. "8 Bu kadar yoğun bir bağnazlığın
ahmaklığını teşhis etmek çok kolay olduğu için, bu türden güdüm-
34 KİMLİK VE ŞİDDET
süz füzelerin hoyratça fırlatılmasının yarattığı tehlikenin görece daha
sınırlı olduğuna inanıyorum. Buna karşılık, Batının-İslamı doğru dü
rüst tanımlamak biçimindeki görünüşte zararsız bir strateji yoluyla,
Müslüman eylemcileri muhalefet saflarından koparmak amaçlı, ilk
bakışta soylu gibi görünen bir vizyon sunan-kamu politikalarında
entelektüel "güdümlü füzeler" kullanılması çok daha ciddi bir sonın
yaratmaktadır. İslamın bir barış dini olduğuna ve "gerçek bir Müslü
man"ın hoşgörülü olması gerektiğine vurgu yapılarak ("onun için,
sen gel, bu işleri bırak, barışçı ol" denilerek), İslam teröristleri şiddet
ten uzaklaştırılmaya çalışılıyor. Şu sıralar, çatışmacı İslamcı görüşün
reddi kesinlikle yerinde ve olağanüstü önemli olmakla birlikte, "ger
çek Müslümanın" ne olması gerektiğini fazlasıyla politik bir termino
lojiyle tanımlamaya çalışmanın şart ya da yararlı , hatta mümkün olup
olmadığını da sorgulamamız gerekir.9
Müslümanlar ve Entelektüel Çeşitlilik
Dinin, her şeyi kapsayan dışlayıcı bir kimlik olması şart değildir. Özel
likle İslam, bir din olarak, Müslümanların yaşamın birçok alanında so
rumlu tercihlerde bulunmalarının önünde bir engel oluşturmaz. Aslın
da, bir Müslüman çatışmacı bir görüşü benimserken, bir başkasının
heterodoksluk konusunda tamamıyla hoşgörülü olması mümkündür
ve bu iki kişi salt bu nedenle Müslümanlıktan çıkmış olmazlar.
İslam tarihi ile Müslüman halkların tarihi arasında ayrım yapmak
ta genel bir eksiklik olduğunda, İslam köktenciliğine ve onunla ilin
tili terörizme gösterilen tepki de özellikle anlaşılmaz bir hal almakta
dır. Dünyadaki bütün diğer insanlar gibi Müslümanların da çok fark
lı ilgi alanları vardır ve bütün önceliklerinin ve sahip oldukları değer
lerin tek bir İslam kimliği içine sığdırılması gerekmez. ( 4. Bölümde bu
meseleyi daha derinlemesine ele alacağım) . İslam köktenciliğinin sa-
Yanılsamanın Şiddeti 35
vunuculuğunu yapanların Müslümanların bütün öteki kimliklerini İs
lam kimliği lehine bastırmayı istemelerinin elbette şaşırtıcı bir yanı
yoktur. Ama İslam köktenciliğiyle bağlantılı gerilim ve çatışmaları hal
letmek isteyenlerin de Müslümanları İslam olmak dışında başka bir
biçimde görememeleri olağanüstü gariptir. Bunun nedeni, bir şekilde
Müslüman olmuş, çeşitlilik gösteren insanların çok boyutluluğunu
görmek yerine, İslamı yeniden tanımlama çabalarıyla bağlantılıdır.
İnsanlar kendilerini çok farklı biçimlerde görürler-ve bunun bir
takım nedenleri vardır. Örneğin, bir Bangladeşli Müslüman sadece bir
Müslüman değil, aynı zamanda bir Bengalli ve Bangladeşlidir, sınıfıy
la, cinsiyetiyle, mesleğiyle, politik tercihiyle, estetik zevkleriyle vb.
bağlantılı diğer olası kimlikleri bir yana, konuştuğu Bengalceyle, sa
hip olduğu Bengal edebiyatı ve müziğiyle iftihar etmektedir. Bangla
deş'in Pakistan'dan ayrılma nedeninin dinle hiçbir ilgisi yoktu, çünkü
bölünmemiş Pakistan nüfusunun her iki yakasındaki insanların ana
kitlesi aynı Müslüman kimliğini paylaşıyorlardı. Ayrılmaya neden
olan meseleler dille, edebiyatla ve politikayla ilgiliydi.
Benzer bir biçimde, Müslüman geçmişin ve bu bağlamda Arap mi
rasının savunuculuğunu yapanların, Arap ve Müslüman toplumların
büyük katkılarda bulunmuş olduğu ve Müslüman ya da Arap kimli
ğinin birer parçası olabilecek bilim ve matematiği bir yana bırakıp,
sadece dinsel inançlarına yoğunlaşmak zorunda olmalarının hiçbir
ampirik nedeni yoktur. Bu mirasın önemine rağmen, kaba sınıflandır
malar, bilim ve matematiği "Batı bilimi" sepetine koyma ve insanları,
iftihar vesilelerini dinin derinliklerinde aramak zorunda bırakma eği
liminde olagelmiştir. Eğer günümüzün muhalif Arap eylemcileri Arap
tarihinin çok yönlü zenginliklerini bir yana bırakıp övünç kaynağını
sadece İslamın saflığında bulabiliyorlarsa, bunun nedeni, her iki ta
raftan savaşçıların da dine benzersiz bir öncelik vermelerinin insan
ların tek bir kimliğin sınırları içine hapsedilmesinde büyük bir rol oy
namasıdır.
36 KİMLİK VE ŞİDDET
Batılıların içine girdikleri o delice "ılımlı Müslüman" arayışı bile,
politik inançların ılımlılaştırılması ile dinsel imanın ılımlılığını birbiri
ne karıştırmaktadır. Kişi, hoşgörülü politik tercihlerinin yanı sıra, is
ter İslam olsun ister başka bir şey, güçlü bir dinsel imana da sahip
olabilir. 12 . yüzyıldaki Haçlı Seferleri sırasında İslam uğruna yiğitçe
savaşmış olan Sultan Selahaddin hoşgörüsüz Avrupa'dan kaçan ünlü
Yahudi filozof Maimonides'e Mısır'daki kraliyet sarayında itibarlı bir
yer verebiliyor ve bunu yaparken hiçbir çelişki yaşamıyordu. 16 . yüz
yıla girilirken, kafir Giordano Bruno Roma'daki Campo dei Fiori'de
kazığa bağlanarak yakılırken, Büyük Hint sultanı Akbar (Müslüman
olarak doğmuş ve bir Müslüman olarak ölmüştür) Agra'da, herkesin
dinsel özgürlüklerini de içerecek biçimde, azınlık haklarını yasal bir
çerçeveye kavuşturmaya yönelik büyük projesini henüz bitirmişti.
Akbar kendi liberal politikalarını Müslümanlığına halel getirmeden
uygulama özgürlüğünü kullanırken, İslam böyle bir özgürlüğü emret
mediği gibi, kesinlikle yasaklamıyordu da--özellikle dikkat edilmesi
gereken nokta işte budur. Bir başka Hint sultanı olan Alemgir azın
lık haklarını reddedip Müslüman olmayanları cezalandırabilirken na
sıl ki salt o nedenle Müslüman olmaktan çıkıyor değildiyse, aynı şe
kilde Akbar da hoşgörülü çoğulcu politikaları nedeniyle Müslüman
lıktan çıkmış olmuyordu.
Kafa Karışıklığının Alevleri
İnsan kimliğinin tercihsiz tekilliğinde-üstü örtülü olarak bile olsa
ısrar etmek sadece hepimizi küçük düşürmekle kalmaz, aynı zaman
da dünyayı da alev almaya çok daha hazır bir hale getirir. Tek bir yü
ce kategorileştirmenin bölücülüğünün alternatifi, herkesin birbirine
benzediği yolunda gerçek dışı bir iddia olamaz. Çünkü öyle değiliz.
Tersine, sorunlu dünyamızda uyumlu yaşama umudunun dayanağı
Yanılsamanın Şiddeti 37
kimliklerimizin çoğulluğudur; bu kimlik çoğulluğudur ki, birbirini
çaprazlamasına kesmekte ve karşı konulamaz olduğu iddia edilen tek
bir katı ve şiddetli bölünme hattının iki tarafı arasındaki keskin bö
lünmelere karşı koymaktadır. Aramızdaki farklılıklar daraltılarak eşsiz
güçte olacak şekilde tasarlanmış tek bir kategorileştirme sistemine so
kulunca, ortak insanlığımız vahşice bir meydan okumayla karşı kar
şıya bırakılmış olur.
Belki de en kötü bozulma, çoğul kimliklerimizin kabulünün sonu
cu olan aklın ve tercihin rolüne boş verilmesinin-ve inkar edilmesi
nin-eseri olarak ortaya çıkar. Kendine özgü bir kimlik yanılsaması,
içinde fiilen yaşadığımız dünyayı nitelendiren çoğul ve çeşitli sınıflan
dırmalar evrenine kıyasla çok daha bölücüdür. Tercihlerden yoksun
tekilliğin tasvir etmedeki zayıflığı sosyal ve politik aklımızın güç ve
kapsamını ciddi şekilde yoksullaştırır. Kader yanılsamasının bedeli
olağanüstü yüksektir.
• • v
2 . BÖLÜM
KIMLIGE ANLAM VERMEK
V. S. Naipaul, A Tıım in the Soııth adlı yapıtının çarpıcı bir yerin
de, insanın geçmişini ve tarihsel kimliğini anın potası içinde yi
tirmekten duyduğu endişeyi dile getirir.
1961 'de, ilk gezi kitabımı yazmak için Karayibler'de seyahat eder
ken, Martinique yerlilerinden bazılarını görüp de, Martinique tara
fından yutulduklarını, tarihleri belli bir aşamada benimkine ben
zeyen, ama artık köklü bir biçimde ve diğer bakımlardan başka bi
rer kişi haline gelmiş olan bu insanların dünya görüşlerini asla
paylaşamayacağımı anladığımda geçirdiğim şoku, kokuşmuşluk
ve manen yok olmuşluk duygumu anımsıyorum.1
Bu tür endişeler sadece bir huzursuzluğu ve rahatsızlığı dile getir
mekle kalmaz, aynı zamanda insanların ortak bir tarihe atfetme eğili
minde oldukları olumlu ve yapıcı öneme ve bu tarihe dayalı bir aidi
yet duygusuna açıklayıcı bir vurgu da yapar.
Buna rağmen, kendimize ve ait olduğumuz gruplara bakmanın
tek yolu tarih ve geçmiş değildir. Aynı anda ait olduğumuz çok çeşit
li kategoriler vardır. Aynı anda hem bir Asyalı, hem bir Hindistan va-
39
40 KİMLİK VE ŞİDDET
tandaşı, hem ataları Bangladeşli bir Bengalli, hem Amerika'ya ya da
İngiltere'ye yerleşmiş bir kişi, hem bir iktisatçı, hem amatör bir f else
feci, hem bir yazar, hem bir Sanskritçeci, hem hararetli bir laisizm ve
demokrasi taraftarı, hem bir erkek, hem bir feminist, hem bir hetero
seksüel, hem bir eşcinsel ve lezbiyen hakları savunucusu, hem de
Hindu geçmişi olan, ama dinsel bir yaşam tarzı olmayan, Brahman ol
mayan ve ölümden sonraki yaşama inanmayan (ayrıca, eğer sorula
cak olursa, "doğumdan önceki yaşama" da inanmayan) bir kişi olabi
lirim. Bu benim aynı anda ait olabileceğim çeşitli kategorilerin sade
ce küçük bir örneklemidir-bunun dışında elbette, koşullara bağlı
olarak harekete geçip benim ilgimi çekebilecek çok sayıda başka
üyelik kategorileri de vardır.
Belirli bağlamlara bağlı olarak, bu üyelik gruplarından her birine
ait olmak çok önemli olabilir. Bu gruplar insanların dikkatini çekip
onların öncelikleri arasında yer alabilmek için birbirleriyle rekabete
girdiklerinde (ama bunu her zaman yapma gereğini duymazlar, çün
kü farklı bağlılıkların talepleri arasında herhangi bir çatışma olmaya
bilir), insanın bu kimliklerin her birine, gene kesin bağlamlarına bağ
lı olarak, atfettiği göreceli öneme karar vermesi gerekir. Burada bir
birinden ayrı iki mesele söz konusudur. Birincisi, kimliklerin sağlıklı
bir çoğulluğa sahip olduklarından ve bir kimliğin öneminin diğerleri
nin önemini yok etmediğinden emin olmaktır. İkincisi, kişinin belli
bir bağlamda diğerlerinin önüne geçebilmek için birbirleriyle rekabe
te girmeleri söz konusu olabilecek farklı bağlılıklara ve önceliklere
atfedeceği göreceli önem konusunda-açıkça ya da ima yollu-birta
kım tercihlerde bulunma zorunluluğudur.
Bir toplumda yaşayabilmek için, insanın kendisini başkalarıyla
çok çeşitli biçimlerde özdeşleştirmesi olağanüstü büyük bir önem ka
zanabilir. Ne ki, toplum analizcilerini kimliğe yeterince yer vermeye
ikna etmek her zaman kolay olmamıştır. Sosyal ve ekonomik analiz
alanındaki resmi yazında özellikle çok sayıda iki indirgemecilik türü
Kimliğe Anlam Vermek 41
olduğu görülüyor. Bunlardan birine "kimlikleri görmezden gelme"
denebilir. İndirgemeciliğin bu türü, başkalarıyla özdeşlik kurmanın
değer verdiğimiz şeyler ve davranışlarımız üzerindeki etkisini tümüy
le önemsememe ya da görmezden gelme biçimini almaktadır. Örne
ğin, çağdaş iktisat teorisinin önemli bir bölümü amaç, hedef ve ön
celik tercihlerinde bulunurken, insanların kendileri dışında başka hiç
kimseyle özdeşleşme duygusu yaşamadığı-ya da buna önem verme
diği-noktasından hareket etmektedir. John Done "Hiç kimse tümüy
le kendisinden ibaret bir adacık değildir" uyarısında bulunmuş olsa
da, saf iktisat teorisinin varsaydığı insanlar kendilerini genellikle ol
dukça "kendinden ibaret" kişiler olarak görmektedirler.
"Kimlikleri görmezden gelme" dışında bir de adına "tekil aidiyet"
diyebileceğimiz, farklı bir indirgemecilik tüıü vardır. Bu tür, herhan
gi bir kişinin her şeyden önce, söz konusu olabilecek bütün pratik
amaçları bakımından-ne bir eksik ne bir fazla-sadece tek bir ko
lektif bütünlüğe ait olduğunu varsayar. Oysa biz, bütün gerçek insan
ların aslında-gerek doğuştan, gerekse ortaklıklar ve ittifaklar yoluy
la-çok sayıda farklı gruba ait olduklarını elbette biliriz. Bu grup kim
liklerinin her biri söz konusu kişiye bir aidiyet ve bağlılık duygusu
verebilir-ve bazen vermektedir de. Buna rağmen, tekil aidiyet var
sayımı bazı sosyal teorisyen grupları arasında-sadece üstü örtük bir
biçimde de olsa-şaşırtıcı derecede popülerdir. Bu varsayımın, dün
ya nüfusunu uygarlık kategorilerine bölmekten hoşlanan kültür poli
tikası teorisyenlerine olduğu kadar toplulukçu düşünürlere de yete
rince hitap ettiği anlaşılıyor. Her bir kişiyi tamı tamına tek bir aidiyet
içine yerleştirmek, verimli insani bir yaşam sürmenin zenginliğinin
yerine kişileri sadece tek bir organik pakete "yerleştirmekte" ısrar et
menin formülcü darlığını geçirmekle, çoğul grupların ve çoklu bağlı
lıkların inceliklerini yok etmektedir.
Tekillik varsayımının sadece çok sayıda kimlik teorisinin esas gı
dası olmakla kalmayıp, aynı zamanda birinci bölümde öne sürdüğüm
42 KİMLİK VE ŞİDDET
gibi, hedef tahtası haline getirilen insanlardan, özellikle damgalanmış
sürüye olan bağlılıklarını ılımlaştırabilecek bütün diğer bağlantılarına
tümüyle boş vermelerini isteyen sekter eylemcilerin sık sık başvurdu
ğu bir silah olduğundan emin olabilirsiniz. Tek bir sınırlı kimlikten
kaynaklananlar dışında, bütün diğer aidiyet ve bağlılıklara boş ver
meye yönelik teşvikler çok aldatıcı olabileceği gibi, sosyal gerilimle
ri ve şiddeti de besleyebilir. 2
Çağdaş sosyoloji ve iktisat düşüncesindeki bu iki tür indirgemeci
liğin güçlü varlığı veri alındığında, bunların her ikisi de ciddi olarak
incelenmeyi hak etmektedir.
Kimlikleri Görmezden Gelme ve Rasyonel Budala
Kimlikleri görmezden gelmeyle başlıyorum. Öz çıkarcı dar bireyler
varsayımının çoğu modern iktisatçıya "doğal" bir şey olarak göründü
ğü açıktır ve bu varsayım, yine oldukça yaygın olan, "rasyonelliğin"
tam da kaçınılmaz olarak bunu gerektirdiği ısrarıyla daha da aşırılığa
vardırılmıştır. Bu, çok sık karşılaştığımız bir savdır-hem de nakavt
edici bir sav. Bunun aldığı biçim şöyle bir soru olmaktadır: "Eğer
kendi çıkarınıza uymasaydı, her ne yapıyorsanız, onu yapar mıydı
nız?" Bu kurnaz adam kuşkuculuğu, bir toplum içinde yaşayan ve çe
şitli aidiyetleri ve yükümlülükleri olan insanları harekete geçiren mo
tivasyonların çeşitliliğini tamamıyla görmezden gelerek, Mohandas
Gandi'yi, Martin Luther King Jr. 'yi, Teresa Ana'yı ve Nelson Mande
la'yı tam birer budala ve geriye kalan bizim gibileri de daha küçük
budalalar haline getirmektedir. Çok sayıda iktisat teorisinin davranış
sa[ temellerini oluşturan bu tek amaçlı, kendisinden başka kimseyi
düşünmeyen insan, "ekonomik adam" ya da "rasyonel aktör" gibi ad
landırmalarla çok sık yüceltilerek süslenmiştir.
Elbette tek amaçlı, öz çıkarcı ekonomik davranış varsayımını eleş
tirenler de çıkmıştır (genellikle "ekonomik adam"ın fikir babası sayı-
Kimliğe Anlam Vermek 43
lan Adam Smith bile böyle bir varsayım konusunda beslediği derin
kuşkuları dile getirmiştir), ama modern iktisat teorisinin büyük bir
kısmı, bunlar sanki kolayca bir yana bırakılabilecek maıiinal endişe
lermiş gibi, yoluna devam etme eğiliminde olmuştur.3 Ne ki, son yıl
larda, bu genel eleştirilerin yerini, deneysel oyunların ve diğer davra
nış testlerinin sonuçlarından kaynaklanan eleştiriler almıştır. Bu so
nuçlar tekil aidiyeti olan katıksız öz çıkarcı insan varsayımı ile insan
ların fiilen nasıl davrandıklarına ilişkin gözlemler arasında ciddi geri
limler yaratmıştır. Bu gözlemler böyle tek odaklı insanların zihinsel
yapısına ilişkin varsayımın tutarlılığı ve sürdürülebilirliği konusunda
ki kavramsal kuşkuları ampirik olarak pekiştirmiştir. Bunun nedeni,
birbirlerinden tamamıyla ayırt edilebilecek şu sorular arasında hiçbir
etkin ayrım yapamamanın getirdiği felsefi ve psikolojik kısıtlılıklardır:
"Şimdi ne yapacağım?", "Çıkarıma en uygun düşen şey nedir?", "Beni
hedeflerime yaklaştıracak en iyi tercihler hangileridir?" , "Rasyonel ter
cihim ne olmalıdır?" Kusursuz bir tutarlılık ve kestirilebilirlikle davran
dığı halde birbirinden tamamıyla ayrı olan bu sorulara asla farklı ya
nıtlar veremeyen bir kişi, olsa olsa bir "rasyonel budala" sayılabilir.4
Kimlik algısını ve anlayışını, tercih ve davranışın iktisattaki nitelen
dirilişiyle birleştirmeye çalışmak bu bağlamda özellikle önemlidir.5
Son zamanlarda bu birleştirme çabasına literatürde çok farklı biçim
lerde tanık olunuyor. İnsanın kendisini ortak bir grup içinde yer alan
diğer insanlarla özdeşleştirmesine-ve George Akerlof'un "bağlılık
filtreleri" dediği şeyin işleyişine-ilişkin düşüncelerini meseleye dahil
etmek, çok zengin ve değişik biçimler alabilecek olan bireysel dav
ranışlar kadar, bu davranışların karşılıklı etkileşimlerini de güçlü bir
şekilde etkileyebilir.6
Katıksız öz çıkarcı davranışa ilişkin bu reddin, insanın kendisini
başkalarıyla özdeşleştirme duygusunun o kişinin davranışlarını mut
laka etkileyeceği anlamına gelmediği elbette kabul edilmelidir. İnsan
davranışının, kabul edilebilir birtakım normlara bağlılık türünden
44 KİMLİK VE ŞİDDET
(parasal dürüstlük ya da adalet duygusu gibi) başka düşüncelerin ya
da insanın kendisini hiçbir belirgin anlamda özdeşleştirmediği kişile
re karşı beslediği görev duygusunun-ya da emanete ihanet etmeme
sorumluluğunun--etkisi altında kalması pekala mümkündür. Bunun
la birlikte, insanın kendisini başkalarıyla özdeşleştirme duygusunun,
o dar öz çıkarcı davranışa kolayca ters düşebilecek davranışlar üze
rinde çok önemli-ve oldukça karmaşık--etkileri olabilir.
Şu halde, bu kapsamlı soru aynı zamanda, araçsal olarak önemli
bir rol oynaması söz konusu olabilecek bir başka soruyla, davranış
normlarında evrimsel seçilimin rolü sorusuyla bağlantılıdır.7 Eğer öz
deşleşme duygusu grup başarısı ve o yolla bireysel iyileşme getiriyor
sa, o zaman kimliğe duyarlı davranış tarzlarının çoğalması ve öne çık
ması söz konusu olabilecek demektir. Aslında, hem derin düşünce
ürünü olan tercihte hem de evrimsel seçilimde, kimlik fikirleri önem
li olabilmekte ve bu ikisinin karışımı--eleştirel düşünce ile evrimsel
seçilimi birleştirerek-aynı zamanda kimlikten etkilenen davranışın
egemenliğine kesinlikle yol açabilmektedir.
"Kimlikleri görmezden gelme" varsayımının, "ekonomik adam"
kavramının etrafına örülmüş iktisat teorisinin önemli bir kısmında ve
ayrıca politika, hukuk ve sosyoloji teorilerindeki (rasyonel tercih eko
nomisi denen şeyin taklitçi bir hayranlıkla-samimi bir yağcılıkla
kullanılması sayesinde) yüceltilmiş olduğu yerden uzaklaştırılmasının
zamanı kesinlikle gelmiştir.
Çoğul Aidiyetler ve Sosyal Bağlamlar
Şimdi de indirgemeciliğin ikinci türüne geçiriyorum: tekil aidiyet var
sayımı. Hepimiz kendi yaşamımızda, bireyler olarak, kendi geçmişi
mizin ya da ortaklıklarımızın veya sosyal etkinliklerimizin ürünü
olan, birbirinden apayrı bağlamlarda, çeşitli kimliklere sahibizdir. Bu-
Kimliğe Anlam Vermek 45
nu 1 . Bölümde ele almıştık, ama burada bir kez daha vurgulamakta
yarar olabilir. Bir insan aynı zamanda, örneğin hem Çin ırkının özel
liklerine sahip, Malezya kökenli bir Britanya vatandaşı, hem bir bor
sa aracısı, hem bir vejetaryen, hem bir astım hastası, hem bir dilci,
hem bir vücut geliştiricisi, hem bir şair, hem bir kürtaj muhalifi, hem
bir kuş gözlemcisi, hem bir astrolog ve hem de Tanrının Darwin'i ah
makları sınamak için yarattığına inanan bir kişi olabilir.
Şu ya da bu şekilde, çok farklı gruplara ait olabiliriz ve bu kolek
tif bütünlüklerin her biri bize potansiyel olarak önemli bir kimlik ka
zandırabilir. Ait olduğumuz şu ya da bu grubun bizim için ne kadar
önemli-ya da önemsiz--olduğuna karar vermek durumunda kalabi
liriz. Burada iki farklı ama birbiriyle bağlantılı alıştırma söz konusu
dur: (1) geçerli kimliklerimizin hangileri olduğuna karar vermek ve
(2) bu farklı kimliklerin göreceli önemlerini ağırlıklandırmak. Her iki
iş de akıl yürütmeyi ve tercihte bulunmayı gerektirir.
İnsanları sosyal analiz yapabilmek için kendine özgü bir biçimde
sınıflandırma arayışı elbette yeni değildir. Klasik sosyalist yazında çok
yaygın kullanılan, insanların işçiler ve işçi olmayanlar biçiminde po
litik olarak gruplandırılması bile bu basit özelliğe sahipti. İnsanların
bu şekilde iki sınıfa ayrılmasının sosyal ve ekonomik analiz bakımın
dan (toplumun mazlumlarına karşı kendilerini yükümlülük altına
sokmuş olanlar için bile) çok aldatıcı olabileceği artık yaygın kabul
görüyor ve bu bağlamda, Kari Marx'ın kendisinin de 1875 tarihli Got
ha Programının Eleştirisi'nde (Komi.inist Manifesto'dan çeyrek yüz yıl
sonra) bu kendine özgü özdeşleştirmeyi sert bir biçimde eleştirdiğini
anımsamakta yarar olabilir. Marx'ın Alman İşçi Partisi'nin önerdiği ey
lem planına ("Gotha Programı"na) yönelttiği eleştiri, diğer şeyler ya
nında, işçilerin insan olarak sahip oldukları farklılıkların yok sayılıp,
"sadece" işçi olarak görülmelerini de içeriyordu:
Eşit olmayan bireyler (eşit olsalardı farklı bireyler olmazlardı), an
cak eşit bir bakış açısından değerlendirilirlerse, yalnızca belirli bir
46 KİMLİK VE ŞİDDET
yanlarıyla, örneğin burada söz konusu olduğu gibi, sadece işçi
olarak ele alınırlarsa, bunun dışında başka hiçbir yönleri dikkate
alınmazsa, diğer her şey görmezden gelinirse, eşit bir standartla
ölçülebilirler. s
Tekil aidiyet görüşü, herhangi bir kişinin sadece ve sadece tek bir
gruba ait olduğu kaba varsayımıyla haklı çıkarılamaz. Hepimiz açık
ça, çok sayıda gruba aitiz. Ama bu görüş; ait olunan grupların çoğul
luğuna rağmen, söz konusu kişi için, her durumda ve doğal olarak,
bunlardan sadece bir tanesinin diğerlerinden önce geleceği ve o ki
şinin farklı üyelik kategorilerinin göreceli önemlerine karar verme gi
bi bir tercihinin bulunmadığı iddia edilerek de haklı çıkaıtılamaz.
Çoklu üyelik ve kimlik fikrindeki tercihin rolü sorusuna tekrar ge
ri dönmem gerekiyor, ama ondan önce, kimliklerin göreceli önemi
varyasyonunda, aynı zamanda önemli dışsal etkilerin de söz konusu
olabileceğine işaret etmekte yarar var: Her şey kesinlikle akıl yürüt
menin ve tercihin doğası etrafında dönüyor değildir. Bu açıklamaya
ihtiyaç vardır, çünkü tercihin oynadığı rol ancak kişinin yapabileceği
tercihleri kısıtlayan ve sınırlayan diğer etkiler dikkate alındıktan son
ra anlaşılmalıdır.
Bir kere, belirli bir kimliğin önemi sosyal bağlama bağlıdır. Örne
ğin, akşam yemeğine çıkılıyorsa, kişinin vejetaryen kimliği dilci olma
kimliğinden daha büyük bir önem kazanabilir; buna karşılık, eğer o
kişi dil incelemeleri konulu bir konferansa gitmeyi düşünüyorsa, dil
ci olma kimliği özellikle önemli hale gelebilir. Bu değişkenlik, tekil
aidiyet varsayımına hiçbir şekilde itibarını iade etmez, sadece bağlam
bağımlı durumlarda tercihin rolünü görme gereğini ortaya koyar.
Aynı zamanda, bütün kimlikler kalıcı öneme de sahip değillerdir.
Aslında, bir kimlik grubunun varlığı bazen çok kısa süreli ve çok rast
lantısal olabilmektedir. Amerikalı komedyen Mort Sahl'ın, yönetmen
liğini Otto Preminger'in yaptığı (antikçağda Yahudilerin Musa'nın ön
derliğinde Mısır'dan ayrılışları hakkındaki) Eksodus adlı dört saatlik
Kimliğe Anlam Vermek 47
filmin bıktırıcı yoğunluğuna, aynı eziyeti çeken sinema izleyicileri
adına, "Otta, bırak da insanlarım artık gitsinler" diyerek tepki göster
diği söylenir. Bu cefaya katlanan film izleyicileri kitlesinin ortak duy
gular içinde olma nedenleri vardı, ama böyle geçici bir grup oluştu
ran "benim insanlarım" ile Musa'nın önderlik ettiği birbirine sıkı sıkı
ya bağlı ve ciddi şekilde eziyet çeken insan topluluğu-bu ünlü ya
kınmanın özgün özneleri-arasındaki muazzam karşıtlığı görmemek
mümkün değildir.
Önce kabul edilme meselesini ele alacak olursak, sınıflandırma
farklı biçimler alabilir ve sürekli üretilen kategorilerin hepsi önemli
bir kimlik için makul bir temel oluşturmaz. Dünyadaki, yerel saatle
sabahın 9'u ile lü'u arasında doğmuş insanlar kümesini ele alalım. Bu
özgül ve çok iyi tanımlanmış bir grup olsa bile, böyle bir grup için
de dayanışmayı ve bunun yaratabileceği kimliği sürdürme konusu
nun çok fazla sayıda insanı heyecanlandırabileceği düşünülemez.
Benzer bir biçimde, 45 numara ayakkabı giyen insanların böyle bir
ayakkabı numarası temelinde güçlü bir aidiyet duygusuyla birbirleri
ne bağlanmaları alışıldık bir durum değildir (iş ayakkabı satın alma
ya ve daha da önemlisi, o büyüklükte ayakkabılarla etrafta dolaşmak
tan keyif alma meselesine gelince, tasvir edici bu özgüllük elbette da
ha büyük bir önem kazanır) .
Sınıflandırma kesinlikle ucuz bir şeydir, ama kimlik öyle değil. Da
ha ilginç olanı, belli bir sınıflandırmanın makul bir şekilde bir aidiyet
duygusu yaratıp yaratamayacağı sosyal koşullara bağlı olmak zorun
dadır. Örneğin, eğer herhangi karmaşık bir bürokratik nedenle 45 nu
mara ayakkabı bulmak olağanüstü zorlaşmışsa (böyle bir arz sıkıntı
sının olabilirliğini kavrayabilmek için insanın, Sovyet uygarlığının do
ruğundaki Minsk ya da Pinsk kentinin bir yerlerinde yaşadığını dü
şünmesi gerekebilir), o büyüklükteki ayakkabılara olan ihtiyaç ger
çekten de ortak bir açmaz haline gelerek dayanışma ve kimlik için
yeterli bir neden oluşturabilir. Hatta 45 numara ayakkabıların nereler-
48 KİMLİK VE ŞİDDET
de bulunabildiği konusunda enformasyon alışverişi amacıyla (terci
hen içki ruhsatına sahip) sosyal klüpler bile kurulabilir.
Benzer bir biçimde, henüz anlamadığımız birtakım nedenlerle ve
belli bir rahatsızlık nedeniyle, sabah saat 9 ile 10 arasında doğmuş
olanlar diye bir grubun ortaya çıkması halinde (Harvard Tıp Okulun
dan bu konuya el atması istenebilir), yine özdeşleme duygusu yara
tabilecek ortak bir endişe var demektir. Bu örneğin farklı bir versiyo
nunu ele alacak olursak, otoriter bir yönetici, o saatlerde doğan in
sanların sadakatsiz olacaklarına dair birtakım doğaüstü inançları yü
zünden (Macbeth'teki büyücüler ona sabah saat 9 ile 10 arasında
doğmuş birisi tarafından öldürüleceğini söylemiş olabilirler), o saat
ler arasında doğan insanların özgürlüklerini kısıtlamaya kalkışacak
olsa, o zaman da bu sınıflandırıcı birlik ve cezalandırma temeli üze
rinde bir dayanışma ve kimlik ortaya çıkabilir.
Bazen haklı gösterilmesi mantıksal olarak zor olan bir sınıflandır
ma, gene de sosyal düzenlemeler yoluyla önemli hale getirilebilir.
Fransız filozof ve sosyolog Pierre Bourdieu, sosyal eylemin "hiç var
olmayan bir farklılığı nasıl var edebileceğini" ve "sosyal büyünün in
sanlara farklı olduklarını söyleyerek onları nasıl dönüştürebileceğini"
göstermiştir. İnsanları birbirleriyle yarıştıran sınavların yaptığı da bu
dur (300. aday hala bir şeydir, 301 . ise hiçbir şeydir). Başka bir de
yişle, sosyal dünya farklılıkları onları salt tasarlayarak oluşturur.9
Bir kategorileştirme keyfi ya da gelgeç olduğunda bile, bu şekil
de sınıflandırılan gruplar, aralarındaki ayrım çizgilerine göre söylem
leştirilip öyle tanındıklarında, buradan türeyen bir geçerlilik edinirler
(bu, kamu alanındaki işlere başvuranlar arasında yapılan sınavlarda,
iyi bir işe sahip olmakla işsiz kalmak arasındaki fark olabilir) ve bu,
ayrım çizgisinin her iki tarafındaki kimlikler için yeterince makul bir
temel oluşturabilir.
Geçerli kimlik tercihi konusundaki akıl yürütme, o nedenle, katık
sız zihinsel olanın çok ötesine geçip, sosyal önemin koşullu alanına
Kimliğe Anlam Vermek 49
girmek zorundadır. Kimlik tercihinde söz konusu olan sadece akıl
yürütme değildir; akıl yürütmenin sosyal bağlamı ve şu ya da bu ka
tegoride yer almanın koşullu geçerliliğini dikkate alması gerekebilir.
Zıt ve Zıt Olmayan Kimlikler
Aynı zamanda, "zıt" ve "zıt olmayan" kimlikler arasında da ayrım ya
pabiliriz. Farklı gruplar, ya aynı türden üyelerle ilgilenen aynı kate
goriye (vatandaşlık gibi) ya da farklı kategorilere (vatandaşlık, mes
lek, sınıf ya da cinsiyet gibi) dahil olabilirler. Birinci durumda, aynı
kategoriye dahil farklı gruplar-dolayısıyla kendilerini ilintilendirdik
leri farklı kimlikler- arasında birtakım zıtlıklar vardır. Ama farklı te
melde tasnif edilmiş (birbirinden ayrı meslek ve vatandaşlık gibi)
gruplar söz konusu olduğunda, "aidiyet" bakımından bunlar arasında
gerçek bir zıtlık söz konusu olmayabilir. Ne ki, aralarında zıtlık olma
yan bu kimlikler, "aidiyet" bakımından bizim dikkatimizi çekmek ve
önceliklerimiz arasında yer almak için birbirleriyle rekabet ediyor
olabilirler. İnsan iki şeyden birini yapmak zorunda kaldığında, diye
lim ya ırka ya dine ya politik taahhütlere ya mesleki yükümlülüklere
veya vatandaşlığa öncelik verme konusundaki bağlılıklar birbiriyle
çatışabilir.
Aslında, birbirine zıt kategoriler içinde bile çoğul kimlikler bulu
nabilir. Aynı kişinin kimliğinde, sahip olduğu bir vatandaşlık, en ba
sit anlamında, sahip olduğu öteki vatandaşlıkla çatışabilir. Ama bu ör
nekte de görüldüğü gibi, birbirine zıt kimlikler bile kendine özgü
özellikler arasından sadece bir tanesinin-bütün öteki alternatifleri
ezerek-tek başına var kalmasını gerektirmez. Kişi, diyelim hem
Fransa'nın hem de ABD'nin vatandaşı olabilir. Bir vatandaşlık elbette
bütün öteki vatandaşlıkları dışlar hale getirilebilir-tıpkı Çin ya da Ja
pon vatandaşlığı için söz konusu olduğu gibi (çok yakın zamana ka-
50 KİMLİK VE ŞİDDET
dar ABD vatandaşlığı için de durum böyleydi). Ama dışlayıcılıkta ıs
rar edildiğinde bile, bunun çifte bağlılığın yarattığı çatışmayı ortadan
kaldıracağı anlamı çıkmaz. Örneğin, İngiltere'de yaşayan bir Japon
vatandaşı Japon ulusal kimliğini yitirmek istemediği için İngiliz vatan
daşlığına geçmek istemediği halde, İngiltere'ye olan-ve hiçbir Japon
mahkemesinin yasaklayamayacağı-bağlantılarına ve İngiliz kimliği
nin diğer özelliklerine buna rağmen önemli ölçüde sadık kalabilir.
Benzer bir biçimde, eski bir Japon vatandaşı da Japon kimlik duygu
suna bağlılığını hala önemli ölçüde koruyor olabilir.
Farklı kimliklerin öncelikleri ve talepleri arasındaki çatışma hem
zıt hem de zıt olmayan kategoriler açısından önemli olabilir. Burada
söz konusu olan, bir kimliğe öncelik vermek için bir diğerinin inkar
edilmesi değil, çoğul kimliklere sahip kişinin, bir çatışma halinde, söz
konusu farklı kimliklerin göreceli önemleri konusunda bir karar ver
mesidir. Akıl yürütme ve ince eleyip sık dokuma o nedenle hem kim
likler tanımlanırken, hem de bu kimliklerin karşılıklı taleplerinin gö
receli gücü üzerinde düşünülürken çok önemli bir rol oynayabilir.
Tercih ve Kısıtlar
Bütün sosyal bağlamlarda, insanın, hem kabul edilebilirlikleri hem de
göreceli önemleri bakımından onları tartabileceği, potansiyel karşılık
ları ve geçerlilikleri olan bir dizi kimlik söz konusudur. Çoğu durum
da, bu çoğulluk milliyet, dil, etnisite, politik tercih ya da meslek
gibi kalıcı ve sık sık öne çıkarılan niteliklerin yaygın geçerliliği nede
niyle, merkezi bir yere sahip olabilir. Kişinin, farklı aidiyetlerin bağ
lama göre değişiklik gösterebilecek göreceli önemleri konusunda bir
karar vermesi gerekebilir. Bir kişinin alternatif özdeşleşmeler üzerin
de düşünme imkanından gerçekten yoksun olabileceğini ve sanki
bunlar tamamıyla doğal olgularmış gibi, kimliklerini sadece "keşfet-
Kimliğe Anlam Vermek 5 1
mek" zorunda olduğunu düşünebilmek çok zordur. Aslında hepimiz,
sadece üstü örtük bir biçimde de olsa, sahip olduğumuz farklı aidi
yetlerimize ve ortaklıklarımıza atfedeceğimiz öncelikler konusunda
durmadan birtakım tercihler yaparız. Bu tercihler çoğunlukla olduk
ça belirgin ve dikkatle gerekçelendirilmiştir-tıpkı Mohandas
Gandi'nin İngiliz adaletinin dava vekilliği kimliğini bırakıp, kendisini
İngiliz yönetimine karşı bağımsızlıklarını elde etmek isteyen Hintliler
le özdeşleştirmeye öncelik tanımaya bilinçli olarak karar vermesi ya
da E .M. Forster'in vardığı şu ünlü sonuçta olduğu gibi: "Eğer ülkeme
ihanet etmek ile dostlarıma ihanet etmek arasında bir tercihte bulun
mak zorunda kalırsam, umarım ülkeme ihanet etme yürekliliğini gös
terebilirim. "10
Herkesin ait olduğu farklı kategori ve grupların sürekli varlığı ve
ri alındığında, tekil aidiyet tezinin makul bulunma olasılığının söz ko
nusu olmadığı görülür. Tekil aidiyet savunucuları arasında yaygın
olan ve sık sık tekrarlanan, kimliğin bir "keşif" meselesi olduğu inan
cının, bu konudaki tercihlerin olabilirlikle kısıtlı oluşundan destek al
ması mümkündür (yılın altı ayının gece oluşundan hiçbir şikayeti ol
mayan Laplandlı mavi gözlü bir genç kızın kimliği konusunda kolay
bir tercihte bulunmam mümkün değildir) ve o zaman, bu kısıtlar bü
tün öteki alternatifleri olabilir olmadıkları gerekçesiyle saf dışı bıraka
bilecektir. Böyle bir durumda bile geriye, örneğin milliyet, din, dil,
politik inançlar ya da mesleki yükümlülükler gibi, yapılacak tercihler
yine de kalacaktır. Üstelik bu konudaki kararlar çok önemli olabilir:
Örneğin müteveffa eşim Eva'nın babası Eugenio Colorni, Mussoli
ni'nin 1930'lardaki faşist İtalya'sında bir İtalyan, bir felsefeci, bir aka
demisyen, bir demokrat ve bir sosyalist olma gibi kendisine yönelik
farklı talepleri tartmak zorunda kalmış ve İtalyan direnişine katılmak
için akademik olarak felsefeyle uğraşmaktan vazgeçmeyi tercih et
mişti (ve Amerikan askerlerinin Roma'ya girmesinden iki gün önce
orada, faşistlerce öldürülmüştü).
52 KİMLİK VE ŞİDDET
Bu kısıtlar, başkalarını ne kadar ikna edebileceğimizi-en çok da,
bizi, bize yakıştırmakta ısrar ettikleri kimlikten farklı (ya da onun öte
sinde) bir kimlik olarak kabul etmeye-tanımlama bakımından özel
likle katı olabilir. Nazi Almanya'sındaki bir Yahudi ya da Amerika'nın
güneyindeki linç güruhuyla karşı karşıya gelen bir Afrikalı Amerikalı
veya Kuzey Bihar'daki üst kasta mensup toprak sahiplerince tutulmuş
bir katilin tehdit ettiği topraksız bir isyancı tarım emekçisi, saldırga
nın gözündeki kimliğini değiştirmeyi başaramayabilir. Başkalarının
gözündeki kimliğimizi tercih etme özgürlüğümüz bazen olağanüstü
sınırlı olabilir. Bunun tartışılacak bir tarafı yoktur.
Yıllar önce, Cambridge'de bir lisans öğrencisiyken, mükemmel bir
iktisat profesörü olan öğretmenim Joan Robinson (bana verdiği çok
tartışmalı özel bir ders-bunların sayısı çok fazlaydı-sırasında) bana
şöyle demişti: "Japonlar çok kibar oluyor; siz Hintliler çok kaba olu
yorsunuz; Çinliler en iyisi." Bu genellemeyi derhal kabullendim; yok
sa bunun alternatifi elbette Hintlilerin kabalığa yatkınlığı konusunda
daha fazla kanıt dinlemek zorunda kalmak olacaktı. Ama aynı za
manda şunu da fark ettim: ne söylersem söyleyeyim veya ne yapar
sam yapayım, öğretmenimin zihnindeki imaj öyle çabucak değişebi
lecek bir şey değildi (bu arada şunu da ekleyeyim: Joan Robinson
Hintlileri çok severdi; kendilerine özgü kabalıklarına rağmen, olağa
nüstü ince insanlar olduklarını düşünürdü).
Daha genel olarak ifade etmek gerekirse, kimliklerimize ister ken
di kabul ettiğimiz biçimde ister başkalarının bizi gördüğü biçimde ba
kıyor olalım, bu tercihi belirli kısıtlar içinde yaparız. Ama bu asla şa
şırtıcı değildir-tercihlerle karşı karşıya geldiğimiz her seferinde kar
şılaştığımız durum budur. Her türlü tercih her zaman belirli kısıtlar
çerçevesinde yapılır ve herhangi bir tercihin en temel yönü herhalde
budur. 1 . Bölümde tartıştığımız gibi, tüketicinin tercihini her zaman
bir bütçe kısıtları çerçevesinde yaptığını her iktisat öğrencisi bilir,
ama bundan tüketicinin tercihi diye bir şeyin söz konusu olmadığı
Kimliğe Anlam Vermek 53
sonucu değil, sadece tercihini kendi bütçesi çerçevesinde yapmak
zorunda olduğu sunucu çıkar.
Kimlik temelli düşüncenin talep ve sonuçlarının belirlenmesinde
de akıl yürütmeye ihtiyaç vardır. Kendimize bakış tarzımızın pratik
akıl yürütmemizi pekala etkileyebileceği yeterince açık olmakla bir
likte, bundan bu etkinin hemen o anda nasıl-ve hele hangi yönde
olacağı asla çıkmaz. Kişi, düşünerek, sadece belli bir etnik grubun
üyesi olduğuna (örneğin Kürt olduğuna) karar vermekle kalmaz, ay
nı zamanda bunun kendisi için olağanüstü önemli bir kimlik olduğu
na da karar verebilir. Bu karar o kişiyi kolayca, o etnik grubun esen
liği ve özgürlükleri için daha büyük sorumluluklar üstlenme yönün
de etkileyebilir-bu karar o kişi için kendine güvenme yükümlülüğü
nün bir uzantısı haline gelebilir (burada "ben" artık bu kişinin kendi
ni özdeşleştirdiği gruptaki diğer kişileri de kapsayacak şekilde geniş
lemiştir) .
Ne ki, bu bize, bu kişinin yapmak zorunda olduğu tercihlerde bu
grubun mensuplarını kayırıp kayırmaması gerektiği konusunda he
nüz bir şey söylememektedir. Örneğin, kamusal kararlar alırken ken
di etnik grubunu kayıracak olursa, bu durum parlak bir ahlak ve etik
örneği olarak değil, haklı olarak, karanlık bir eş-dost kayırmacılığı
olarak göıülebilir. Nitekim, özveri nasıl kamusal ahlakın bir parçası
olabiliyorsa, kişinin kendisini özdeşleştirdiği grup mensuplarını kayır
ma konusunda özellikle temkinli davranmak zorunda olduğu dahi id
dia edilebilir. Bir kimliğin kabul ya da ilan edilmesiyle, bunun pratik
kararlarda mutlaka dayanışmacı bir zemin oluşturacağı gibi bir varsa
yım söz konusu değildir; bu, daha ileri bir akıl yürütmenin ve ince
eleyip sık dokumanın konusu olmak zorundadır. Nitekim, akıl yürüt
me ihtiyacı kimlik temelli düşünce ve kararların bütün aşamalarına
baştan sona sinmiştir.
54 KİMLİK VE ŞİDDET
Toplulukçu Kimlik ve Tercih Olanağı
Şimdi de, toplulukçu felsefede şiddetle savunulan ve kişinin topluluk
temelli kimliğinin öncelikli olduğu iddiasından başlayarak, belli bazı
sav ve iddialara geçiyorum. Bu düşünce çizgisi sadece belirli bir top
luluk grubuna ait olmanın önemine diğerlerine kıyasla daha fazla ön
celik vermekle kalmaz, ayrıca ve çoğu zaman, topluluk üyeliğini ki
şinin kendi benliğinin bir uzantısı olarak da görme eğilimindedir. ı ı
Toplulukçu düşünce son birkaç onyıldır çağdaş sosyal, politik ve ah
laki teorilerde yükselişe geçmiş ve sosyal kimliğin hem davranışlarda
hem de bilgide oynadığı egemen ve zorlayıcı rol yaygın bir biçimde
araştırılmış ve savunulmuştur.12
Toplulukçu düşüncenin bazı versiyonlarında-ya açıkça ya da
ima yollu-kişinin topluluk kimliğinin onun esas ya da egemen (hat
ta belki de tek önemli) kimliği olduğu varsayılır. Bu sonuç birbiriyle
ilintili ama ayrı iki alternatif akıl yürütme tarzına bağlanabilir. Bu tarz
lardan biri kişinin topluluktan bağımsız diğer kimlik anlayışlarına ve
kimliğe ilişkin diğer düşünme biçimlerine erişmesinin mümkün olma
dığını savunur. Erişebileceği mümkün akıl yürütmeyi ve etik kalıpla
rı belirleyen, "topluluğa ve kültüre" sıkı sıkıya dayalı olan kendi öz
geçmişidir. İkinci akıl yürütme tarzı vardığı sonucu algının kısıtlılığı
na değil, kimliğin her koşulda bir keşif meselesi olmasına ve toplu
lukçu kimliğin-herhangi bir kıyaslama yapıldığında-şaşmaz bir bi
çimde bilince çıkacağına bağlar.
Önce algının katı sınırlılığına baktığımızda, bunun çoğunlukla şa
şırtıcı derecede güçlü bir iddia biçimini aldığını görürüz. Bu tezin da
ha ateşli versiyonlarından bazılarında, söz konusunu kişiden, ait ol
duğu topluluktan edindikleri dışında, başka hiçbir rasyonel davranış
kriteri talebinde bulunamayacağımız söylenir. Rasyonelliğe yapılan
her türlü atıf anında, "hangi rasyonellik" ya da "kimin rasyonelliği" tü
ründen sert bir yanıta yol açar. Aynı zamanda, kişinin ahlaki yargıla-
Kimliğe Anlam Vermek 55
rının açıklanmasının o kişinin ait olduğu topluluğun değer ve norm
larına dayandırılması gerektiğinin yanı sıra, bu yargıların etik açıdan
sadece bu değer ve normlar çerçevesinde değerlendirilebileceği de
savunulmaktadır; ve bu da, birbiriyle rekabet halindeki normların o
kişinin dikkatini çekme amaçlı taleplerde bulunduğunu inkar etmeyi
gerektirir. Bu geniş kapsamlı iddiaların çeşitli versiyonları medyada
geniş olarak yer almış ve hararetle savunulmuştur.
Bu yaklaşım, kültürler ve toplumlar ötesi davranış ve kurumların
normatif yargılarını değerlendirme-hatta belki de kavrama-olasılı
ğının reddi sonucunu doğurmuş ve zaman zaman ciddi çapraz kültü
rel alışveriş ve anlayış olanaklarını baltalamak amacıyla kullanılmış
tır. Araya böyle mesafe konulması bazen belli bir politik amaca-ör
neğin kadınların eşitsiz toplumsal konumunun ya da el veya kol kes
mekten zina yaptığı iddia edilen kadınların taşlanmasına kadar uza
nan bazı beylik cezalandırma tarzları gibi belli adet ve geleneklerin
savunulmasına-hizmet eder. Burada, koskoca dünyayı birbirinin zi
hinsel kapsama alanına girmeyen küçük adacıklara bölme ısrarı söz
konusudur.
Bu algısal iddiaları ince eleyip sık dokumakta kesinlikle yarar var
dır. Kişinin ait olduğu topluluğun ya da kültürün o kişinin bir duru
ma bakış ya da bir kararı değerlendiriş tarzı üzerinde büyük bir etki
si olabileceği kuşkusuzdur. Herhangi bir açıklama çabasının, belli bir
topluluğun paylaştığı yerel bilgiyi, bölgesel normları ve belli algı ve
değerleri mutlaka dikkate alması gerekir.13 Buna ilişkin güçlü ampi
rik kanıtların bulunduğu kesindir. Ama bu, kimlik konusunda tercih
ve akıl yürütme olasılığını ve bunların rolünü asla zayıflatmaz ya da
yok etmez. Bunun en az iki kesin nedeni vardır.
Birincisi, belli bazı temel kültürel tutum ve inançlar akıl yürütme
mizin doğasını etkileyebilse de, onu şaşmaz bir biçimde ve bütünüy
le belirleyemez. Akıl yürütmemizi etkileyen çeşitli etmenler vardır ve
kendimizi salt ait olduğumuz belli bir grupla özdeşleştiriyoruz ya da
56 KİMLİK VE ŞİDDET
o grup bizi etkiliyor diye, akıl yürütmenin diğer biçimlerini hesaba
katma yeteneğimizi yitirmemiz gerekmez. Etkileme ile bütünüyle be
lirleme aynı şey değildir ve kültürel etkilerin varlığına-ve önemi
ne-rağmen, tercihler oldukları yerde dururlar.
İkincisi, bu sözüm ona kültürlerin akıl yürütmemizi biçimlendire
bilecek, benzersiz bir biçimde tanımlanmış tutum ve inanç kümeleri
içermesi şart değildir. Nitekim, bu "kültürlerin" çok sayıda içsel var
yasyonları vardır ve geniş olarak tanımlanmış aynı kültürde farklı tu
tum ve inançlar kendilerine yer bulabilmektedir. Örneğin, Hint gele
neklerinin genellikle dinle sıkı sıkıya bağlı olduğu düşünülür ve as
lında birçok bakımdan öyle olmakla birlikte, Sanskritçede ve Pali di
linde Yunanca, Latince, İbranice ya da Arapça gibi bütün diğer kla
sik dillerden daha fazla ateist ve bilenemezci literatür mevcuttur.
14. yüzyılda yazılmış Sanskirtçe Sarvadarshanasamgraha (harfi harfi
ne çevrildiğinde "bütün felsefelerin derlemesi" anlamına gelir) adlı
kitapta din meselelerinde (ateizmden başlayarak) 1 6 farklı yaklaşımın
her birine cana yakın bir yaklaşım içinde olan 1 6 ayrı bölüme yer
verilirken, bundan amaç bunların birbirlerine karşı anlayışsızlıkla
rını sergilemek değil, bilgiye ve kavrayışa dayalı tercihleri ortaya
koymaktır. ı4
Elbette, net düşünme yeteneğimiz eğitimle ve yetenekle değişebi
lir, ama yetişkin ve yetkin insanlar olarak imkan verildiğinde, bize
öğretilenleri sorgulayabilir ve onlara meydan okumaya başlayabiliriz.
Belli bazı koşullar bazen bizi böyle bir sorgulama yapmaya teşvik
edici olmasa da, kuşkulanma ve sorgulama yeteneği erişemeyeceği
miz bir şey değildir.
İnsanın durduk yerde akıl yürütemeyeceğine haklı olarak sık sık
işaret edilir. Ama bundan, kişinin daha önceki ortaklıkları ne olursa
olsun, bunlara karşı çıkılamayacağı, bunların reddedilemeyeceği ve
kalıcı oldukları sonucu çıkmaz. "Keşif" görüşünün alternatifi, (bazı
toplulukçu polemikçilerin ima eder gibi oldukları ) herhangi bir kim-
Kimliğe Anlam Vermek 57
liğin bağlayıcılığını taşımayan bir pozisyonda yapılan tercih değil, ki
şinin işgal ettiği şu ya da bu bağlayıcı pozisyonda bile var olmaya de
vam eden tercihlerdir. Tercih durduk yerde pozisyon almayı gerek
tirmez; ama insanın bir pozisyondan bir başka pozisyona geçmesine
yol açabilir olabilir.
Öncelikler ve Akıl
Şimdi de, algının sınırlı olduğu iddiasından, tercih şansı olmayan
kimlikler iddiasının üzerine dayandırılabileceği noktaya, yani mesele
nin merkezinin insanın "kim olduğunu" keşfetmesi olduğu iddiasına
geçiyorum. Siyaset teorisyeni Michael Sandel (diğer toplulukçu iddi
aların yanı sıra) bu iddiaya da aydınlatıcı bir açıklama getirmiştir:
"Topluluk sadece onu oluşturan kişilerin hemşeriler olarak sahip ol
dukları şeyleri değil, aynı zamanda ne olduklarını da-bunun (gönül
lü bir ortaklıkta olduğu gibi) tercih ettikleri bir ilişki değil, keşfettik
leri bir parçaları olmasını; sadece bir özellik değil, kimliğin bir bile
şeni olmasını da-belirler. "15
Ne ki, aslında zenginleştirici bir kimliğin sadece kendimizi içinde
bulduğumuz yeri keşfetme yoluyla edinilmesi şart değildir. Bu aynı
zamanda edinilebilecek ve kazanılabilecek bir şeydir de. Su katılma
mış bir İngiliz olan Lord Byron Yunanistan'dan ve kendisini bu ka
dar yakından özdeşleştirdiği o insanlardan ayrılmayı düşündüğünde,
bunun yasını tutmakta haklı nedenleri vardı:
Ey Atina bakiresi, senden ayrılmadan önce,
Bana yüreğimi, evet, yüreğimi geri ver.
Byron'un edindiği Yunan kimliği bir yandan onun yaşamını zengin
leştirirken, bir yandan da Yunanlıların bağımsızlık mücadelesine bir
58 KİMLİK VE ŞİDDET
ölçüde güç katmıştı. Keşfedilmiş kimlik savunucularının varsayar gö
ründükleri gibi, hiç de yerleştirildiğimiz yerlerin ve aidiyetlerimizin
esiri değilizdir.
Ne ki, keşfedilmiş kimlik görüşü konusunda kuşkucu olmamızın
en güçlü nedeni belki de, kendimizi içinde bulduğumuz verili yerler
le bile farklı biçimlerde özdeşleştiriyor olmamızdır. Bir topluluğa ait
olma birçok durumda yeterince güçlü bir duygu olmakla birlikte, bu
nun diğer oıtaklıkları ve aidiyetleri yok etmesi-ya da ezmesi-şart
değildir. Bu tercihlerle sürekli karşılaşırız (bütün zamanımızı fiilen
yaptığımız tercihleri dile getirmekle geçirmesek bile).
Örneğin, Karayibli ozan Derek Walcott'un, tarihsel Afrikalı geçmi
şinin kendisini çeken değişik unsurlarını ve kendisinin İngilizce'ye ve
onun ayrılmaz bir parçası olan edebiyat kültürüne olan bağlılığını (bu
Walcott için çok güçlü bir aidiyettir) yakalayan "Afrika'dan Bir Çığlık"
adlı şiirini ele alalım.
Nereye döneyim, iliklerime kadar bölünmüş?
Lanetlenmiş ben,
İngiliz idaresinin sarhoş memuru, nasıl seçeyim
Bu Afrika ile sevdiğim İngilizce'nin ikisinden birini?
Her ikisine de ihanet etmek ya da bana verdiklerini iade etmek?
Böyle bir katliama bakıp da mümkün mü serinkanlı olmak?
Nasıl yaşarım dönüp de sırtımı Afrika'ya?
Walcott gerçek kimliğini basitçe "keşfedemez;" yaşamındaki farklı
bağlılıklara yer açabilmek için neyi nasıl-ve ne ölçüde-yapacağına
karar vermesi gerekir. İster gerçek ister hayali olsun, çatışma mesele
sini ele almak ve birbirinden ayrı önceliklere ve farklılaşmış aidiyetle
re olan bağımlılığımızın sonuçlarını sorgulamamız gerekir. Eğer Wal
cott Afrika'ya olan kopmaz bağlılığı ile İngilizce'ye ve o dili kullanma
ya (bu dili gerçekten de şaşırtıcı bir güzellikte kullanmaktadır) olan
Kimliğe Anlam Vermek 59
sevgisi arasında bir çelişki olmasına şaşırıyorsa, bu insanları çeken bir
birinden apayrı unsurlar konusuyla ilgili daha geniş somların varlığı
na işaret etmektedir. Birbiriyle çelişen çeken unsurların varlığı Wal
cott'un Karayib'inde ne kadar sahiciyse, Fransa' da, Amerika' da, Güney
Afrika'da, Hindistan'da ya da herhangi bir başka yerde de o kadar sa
hicidir. Bu birbirinden apayrı çeken unsurların-tarihin, kültürün, di
lin, politik tercihin, mesleğin, ailenin, yoldaşlığın vb. sahip olduğu çe
kişlerin-ciddiyeti layıkıyla fark edilmelidir; bunların hepsini sadece o
tek amaçlı topluluk yüceltmesi içinde boğmak mümkün değildir.
Burada tartışılan mesele şu ya da bu kimliğin tercih edilip edile
meyeceği değil (bu saçma bir iddia olurdu) , alternatif kimlikler ya da
bunların farklı bileşimleri konusunda gerçekten tercihlere sahip olup
olmadığımız ve belki daha da önemlisi, aynı anda sahip olabileceği
miz çeşitli kimlikler arasında sözü edilmeye değer bir tercih sıralama
sı yapma özgürlüğümüzün olup olmadığıdır.16 Bir önceki bölümde
değinilen bir örneği ele alacak olursak, bir kişinin tercihi o kişinin,
sözgelimi Yahudi olduğunu fark etmesiyle kısıtlanabilir, ama o kişi
nin buna rağmen, bu kimliğe sahip olabileceği diğer kimliklere (ör
neğin politik inançlarına, milliyet algısına, insani yükümlülüklerine ya
da mesleki bağlantılarına) kıyasla nasıl bir öncelik vereceği konusun
da yine de bir karar vermesi gerekir.
Rabindranath Tagore'nin yüzyıl önce yayımlanmış ve Bengalce ya
zılmış Gora adlı romanında, yine Gora adlı sonınsal kahraman eski
Hindu adet ve geleneklerin güçlü bir savunucusu ve inatçı bir dini
muhafazakar olması bakımından kentsel Bengal'de yaşayan çoğu ar
kadaşından ve ailesinden farklı bir kişidir. Ne ki, romanın sonlarına
doğnı, Gora'nın sözde annesi onun, İrlandalı gerçek ana ve babasının
1857'deki acımasız İngiliz karşıtı ayaklanma sırasında isyancı Hintli as
kerler tarafından öldürülmesinden sonra kendisini yetim yurdundan
alan bir Hintli aile tarafından evlat edinildiğini söyleyince, Gora'nın
kafası karmakarışık olur (Gora "beyaz tenli" anlamına gelir; onun sıra
60 KİMLİK VE ŞİDDET
dışı görünümü muhtemelen dikkat çekmiş ama gerçek durumu sap
tanmış değildi). Tagore, Gora'nın militan muhafazakarlığını bir anda
yok etmiştir, çünkü Gara, kendisinin de savunucusu olduğu dar mu
hafazakarlık yüzünden, bütün geleneksel tapınakların kapılarının
-"Hindistan doğumlu olmadığı" için-kendisine kapandığını görür.
Gora'nın karşı karşıya kaldığı kadar derin olmasa bile, kendimiz
hakkında birçok şey keşfederiz. Ama bunun farkına varmak kimliği
sadece bir keşif meselesi haline getirmekle aynı şey değildir. Kişi
kendisi hakkında çok önemli bir şeyi keşfettiğinde bile, yine de bir
takım tercih meseleleriyle karşı karşıyadır. Gara kendi kendisine,
Hindu muhafazakarlığının savunuculuğunu (şimdi kaçınılmaz olarak
belli bir mesafeden de olsa) sürdüreceğine mi, yoksa kendisini baş
ka bir şey olarak mı görmesi gerektiğini sormak zorundaydı. Gara so
nunda, kız arkadaşının da yardımıyla, kendisini, din ya da kast veya
sınıf ya da ten rengiyle ayırt etmeyen, sadece Hindistan'da kendisini
evinde hisseden bir insan olarak görmeyi tercih eder. Çok kritik ke
şifler gerçekleştiğinde bile insan önemli tercihler yapmak zorunda
kalabilir. Yaşam kaderden ibaret bir şey değildir.
• •
3 . BÖLÜM
' '
UYGARLIK HAPISHANESI
Üne çıkarılan "uygarlıklar çatışması" dehşet verici 1 1 Eylül olayla-
rının dünyadaki çatışmaları ve güvensizliği yeni bir boyuta taşı
masından önce de popüler bir konuydu. Ama bu korkunç olay bu
sözde uygarlıklar çatışmasına yönelik ilginin olağanüstü artmasına
nadan oldu. Nitekim, çok sayıda etkili yorumcu küresel çatışmalara
ilişkin gözlemlerle uygarlıklar çatışması teorileri arasında dolaysız bir
bağ kurmaya yöneldi. Samuel Huntinton'un ünlü kitabındaki uygar
lıklar çatışması teorisine ilgi zaten büyüktü. 1 Özellikle, "Batı" uygarlı
ğı ile "İslam" uygarlığı arasındaki çatışma teorisine sık sık atıfta bulu
nuluyordu.
Uygarlıklar çatışması teorisinin belirgin iki zorluğu vardır. Bunlar
dan diğerine kıyasla daha köklü olduğu söylenebilecek birincisi, in
sanları "ait oldukları" iddia edilen uygarlıklara göre sınıflandırmanın
geçerliliği ve önemiyle ilintilidir. Bu sorunun ortaya çıkışı, bu şekilde
uygarlık kutucukları içinde sınıflandırılan insanların birbirlerine ha
sım olmaları-ait oldukları uygarlıkların birbirlerine düşman olmala
rı-gerektiği görüşünün yarattığı sorunlardan çok önce gelir. Uygar
lıklar çatışması tezinin temelinde, insanları esas olarak şu ya da bu
uygarlığın mensubu olarak görmenin mümkün olduğu gibi çok daha
61
62 KİMLİK VE ŞİDDET
genel bir fikir yatmaktadır. Dünyadaki farklı kişiler arasındaki ilişki
lere, bu indirgemeci yaklaşıma göre, o kişilerin ait oldukları iddia edi
len uygarlıklar arasındaki ilişkiler olarak bakmak mümkündür.
Birinci Bölümde üzerinde durduğumuz gibi, herhangi bir kişiyi
esas olarak bir uygarlığın mensubu olarak (örneğin Huntington'un
kategorileştirmesine göre, "Batı dünyasının, " "İslam dünyasının, "
"Hindu dünyasının" ya da "Budist dünyanın" üyeleri olarak) görmek
insanların zaten bu tek boyuta indirgenmesi demektir. O nedenle, ça
tışma tezinin sakatlığı, (insanları çok net bir biçimde bölen) bu ayrı
uygarlıkların birbirleıiyle çatışmalarının zorunlu-hatta tipik-olup
olmadığı sorusundan çok önce gelir. Bu soruyu-bu sınırlı biçimiyle
bile olsa-ne şekilde yanıtlarsak yanıtlayalım, bu tek kategorileştir
menin dünyadaki insanların diğer sınıflandırılma biçimleri karşısında
kendine özgü bir önem taşıdığı iddiasına açıkça olmasa da itibar ka
zandırmış oluruz. Nitekim, "uygarlıklar çatışması" teorisinin muhalif
leri bile, dünya nüfusunun bu tekil sınıflandırılma biçimini kabullen
meye başlayacak olurlarsa, bu teorinin zihinsel temelinin desteklen
mesine fiilen katkıda bulunabilirler. Farklı uygarlıklara mensup insan
lar arasında özünde bir iyi niyet bulunduğu biçimindeki yürek rahat
latıcı inanç, onlar arasında sadece çatışma ve anlaşmazlık görmenin
soğuk kötümserliğinden elbette çok farklıdır. Ne var ki her iki yakla
şım da, dünyadaki bütün insanların mensup oldukları birbirinden ay
rı uygarlıklar olarak anlaşılabileceklerini ve her şeyden önce öyle ni
telendirilebileceklerini söyleyen aynı indirgemeci inancı paylaşmak
tadır. Uygarlık kutucuklarına bölünmüş bu soluk dünya görüşünü
-soğuk ve sıcak-her iki teorisyen grubu da paylaşmaktadır.
Örneğin, İslam uygarlığı mensuplarının savaşçı bir kültüre sahip
olduklarını söyleyen kaba ve çirkin genellemeye karşı çıkarken, bu
insanların aslında bir barış ve iyi niyet kültürüne sahip olduklarını
öne sürmek yeterince yaygındır. Ama bu, bir klişeleştirmenin yerine
bir başkasını koymaktan başka bir şey değildir ve dahası, rastlantı
eseri ve inançları gereği Müslüman olan insanların başka bakımlardan
Uygarlık Hapishanesi 63
da temelde birbirlerine benzedikleri biçimindeki üstü örtük varsayımı
kabullenmeyi gerektirir. Uygarlık kategorilerini birbirinden farklı ve
bölücü birimler olarak tanımlamanın yarattığı bütün güçlüklerden ay
rı olarak (birazdan bunun üzerinde ayrıca duracağız), bu durumda,
her iki tarafın savları da, insanları bütünüyle ya da her şeyden önce
ait oldukları dinsel temelli uygarlıklar bağlamında görmenin onları
anlamanın iyi bir yolu olduğu biçimindeki varsayıma aynı inançla
bağlı olmanın sakatlığına sahiptir. İnsanları uygarlıklara göre bölmek
sosyal analizde, insanlara bakış açısının diğer-daha zenginleştirici
biçimlerini boğuntuya getiren yayılmacı bir yabancı olgudur. Bu, uy
garlıklar çatışmasının davul sesinden de önce gelen, dünyadaki he
men herkesi yanlış anlamanın temellerini atan bir yaklaşımdır.
Tekil Vizyonlar ve Derinlik Görüntüsü
Çatışan uygarlıklar tezi, çatışmalara ilişkin bütün tezler arasında en
büyük olan tez olmakla birlikte, günümüz dünyasının farklı parçala
rında tanık olduğumuz çatışma ve vahşet furyasını kültür ve kimlik
karşıtlıklarına bağlayan daha alt düzeyde ama bir o kadar etkili iddia
lar da vardır. Dünya nüfusunu, Huntington'un hayali evreninde oldu
ğu gibi, birbiriyle çatışan uygarlıklar halinde bölen tek bir devasa ve
görkemli ayrım yerine, bu yaklaşımın daha alt düzey varyasyonları,
yerel nüfusları birbirlerine karşı düşmanlık beslemeye neredeyse "do
ğal" olarak yatkın, ayrı kültür ve geçmişlere sahip çatışan gruplara
bölünmüş insanlar olarak görür. O zaman, diyelim Hutular ile Tutsi
ler, Sırplar ile Arnavutlar, Tamiller ile Sri Lankalılar arasındaki çatış
malar, onlarda çağdaş politikanın pejmürdeliğinden çok daha gör
kemli bir şeyler bulan, yüce tarihsel bağlamlarda yorumlanır.
Bu durumda, çağdaş olay ve entrikalara değinmeden yeterince
analiz edilmesi mümkün olmayan modern çatışmalar, günümüzün
64 KİMLİK VE ŞİDDET
aktörlerini sözüm ona atalarımızdan miras kalmış bir oyunun önce
den belirlenmiş rollerine sözüm ona yerleştiren eski kan davaları ola
rak yorumlanır. Sonuçta, çağdaş çatışmalara yönelik bu "uygarlık"
yaklaşımı (ister daha büyük tezin isterse daha alt düzeylerdeki versi
yonların biçimini alsın) süregelen politikaya daha eksiksizce odaklan
manın ve çağdaş şiddeti kışkırtan süreç ve dinamiklerin araştırılması
nın önünde büyük bir zihinsel engel oluşturma işlevini göıüyor.
Dayatılan bu uygarlık yaklaşımının bu kadar çekici olmasının ne
denini anlamak zor değildir. Bu yaklaşım tarihin zenginliğine ve kül
türel analizin görünürdeki derinliğine ve çekim gücüne atıfta bulun
makta ve-bayağı ve sıradan addedilen-"içinde bulunulan ana" iliş
kin dolaysız politik analizde eksik gibi görünen derinliği bulmaya ça
lışmaktadır. Uygarlık yaklaşımına karşı çıkıyorsam, bunun nedeni
onun entelektüel baştan çıkarıcılığını görmüyor olmam değildir.
Aslında bu bana, elli yıl önce Cambridge Üniversitesinde okumak
üzere Hindistan'dan İngiltere'ye ilk gelişimin kısa bir süre sonrasında
yaşadığım bir olayı anımsatıyor. İçgörülü politik analiz konusunda
çoktan ün salmış kibar bir okul arkadaşım beni vizyona henüz girmiş
Arka Pencere adlı filme götürünce, karşı evdeki çok kuşkulu birtakım
olayları gözleyen, James Stewart'ın oynadığı, bacağı kırıldığı için yü
rüyemeyecek durumda olan uyanık fotoğrafçıyla karşılaştım. Tıpkı Ja
mes Stewart gibi ben de, kendi nahifliğimle, arka pencereden görü
len bir apartman dairesinde dehşet verici bir cinayetin işlenmiş ola
bileceğine inandım.
Ama teoriysen arkadaşım bana (sesini kesmesi uyarısında bulunan
çevremizdeki sinema izleyicilerinin fısıltılı protestoları arasında) orta
da cinayet diye bir şey olmadığından emin olduğunu ve bütün filmin,
çok geçmeden fark edeceğim gibi, herkesi başkalarının faaliyetlerini
büyük bir kuşkuyla izlemeye özendiren Amerika'daki McCarthyciliğe
yönelik ciddi bir suçlama olduğunu açıkladı. Üçüncü dünyadan gel
me benim gibi bir çaylağa "Bu" dedi, "şimdi Amerika'da boy atmak-
Uygarlık Hapishanesi 65
ta olan her şeyi gözetleme kültürünün sağlam bir eleştirisidir. " Böyle
bir eleştiriden çok etkili bir film çıkabileceğini görebiliyordum, ama
bir yandan da, seyretmekte olduğumuz filmin o film olup olmadığın
dan emin olamıyordum. Filmin sonunda hayal kırıklığına uğrayan bu
Batı kültürü rehberini, caniyi hak ettiği sıradan cezaya çarptıran sığ
ve abes dünyayla uzlaştırabilmek için, kendisine koyu bir fincan kah
ve yapmak zorunda kaldığımı anımsıyorum. Benzer bir şekilde sorul
ması gereken soru, içinde yaşadığımız şu dünyada izlediğimiz şeyin
büyük bir uygarlıklar çatışması mı olduğu, yoksa bunun-sadece ka
rarlılıkla derinlik ve hikmet arayışında olanlara uygarlıklar çatışması
gibi görünen-çok daha sıradan bir şey mi olduğudur.
Ne ki, uygarlık analizinin aradığı derinlik sadece yüksek entelek
tüel analize özgü bir şey değildir. Uygarlık analizi, bazı bakımlardan,
pek de entelektüel olmayan çevrelerde yeşeren inançları yansıtmak
ta ve büyütmektedir. Sözgelimi "Batı" değerlerinin "başkalarının"
inandığı değerlerin karşısına çıkaıtılması halk arasındaki konuşmalar
da çok yaygındır ve hem bulvar gazetelerinin manşetlerinde kendisi
ne yer bulmakta, hem de politik söylemde ve göçmen karşıtı nutuk
larda boy göstermektedir. 1 1 Eylül olaylarından sonra Müslümanların
klişeleştirilmesi genellikle, benim anlayabildiğim kadarıyla, bu konu
nun öyle uzun boylu uzmanı olmayan insanlardan gelmiştir. Ama uy
garlıklar çatışmasına ilişkin teoriler genellikle kaba saba popüler
inançları sözde gelişkin temellere kavuşturmuştur. Gelişkin teorinin
sıradan bağnazlığa destek çıkması pekala mümkündür.
Uygarlık Açıklamalarının Karşılaştığı iki Zorluk
Şu halde, çağdaş dünya olaylarını uygarlık kategorileri kullanarak
açıklamanın zorluğu nerededir? 1 . Bölümde söylendiği gibi, bu açık
lamaların en temel zayıflığı muhtemelen, tekillik yanılsamasının özel-
66 KİMLİK VE ŞİDDET
Jikle iddialı bir versiyonunu kullanmasından ileri gelmektedir. Buna
ikinci bir problemi daha eklemek gerekir: dünya uygarlıklarını nite
lerken, onları geçmişe ve bugüne ilişkin ampirik analizlerden çıkan
eğilimlerden çok daha homojen ve çok daha yalıtılmış bir şekilde ele
almadaki kaba yaklaşım.
Tekillik yanılsamasının kaynağı, kişiyi ne çok sayıda aidiyeti olan
bir birey, ne de çok sayıda farklı gruba ait birisi olarak görmek yeri
ne, ona sadece kendine özgü önemi olan bir kimlik kazandırdığı ile
ri sürülen belli bir kolektif bütünlüğün üyesi olarak görmektir. Tekil
bir sınıflandırmanın çok kapsamlı gücüne olan bu üstü örtülü inanç
bir tasvir ve öngörü yaklaşımı olarak sadece kaba olmakla kalmaz,
aynı zamanda biçim ve sonuçları bakımından da son derece çatışma
cıdır. Dünya nüfusuna ilişkin bu kendine özgü bölücü bakış sadece
"dünyanın her yerinde insanların büyük ölçüde birbirine benzediği"
biçimindeki o eski inanca ters düşmekle kalmaz, aynı zamanda bir
çok bakımdan birbirimizden farklı olduğumuz biçimindeki önemli ve
bilgece anlayışa da ters düşer. Farklılıklarımız tek boyutlu değildir.
Hepimizin, aynı anda ait olduğumuz birbirinden farklı önemli
grupların bize kazandırdığı çok sayıda kimliğe sahip olabileceğimizi
ve olduğumuzu kabul etmek bazı insanlara oldukça karmaşık bir fi
kir gibi geliyor. Oysa, bundan bir önceki bölümde ele aldığımız gibi,
bu olağanüstü sıradan ve temel bir kabuldür. Normal yaşamımızda
kendimizi çok çeşitli grupların üyesi olarak görürüz: Bunların hepsi
ne birden aitizdir. Bir insanın kadın olması onun aynı zamanda bir
vejetaryen olmasıyla çelişmez; vejetaryen olması avukat olmasını ar
ka planda bırakmaz; avukat olması bir caz sever ya da heteroseksü
el ya da eşcinsel ve lezbiyen hakları savunucusu olmasını engelle
mez. Herhangi bir kişi (hiçbir çelişki yaşamadan) çok sayıda farklı
grubun üyesidir ve bu kişinin ait olduğu bu kolektif bütünlüklerin
her biri ona potansiyel bir kimlik verir ve bu kimlik-bağlamına gö
re-büyük bir önem taşıyabilir.
Uygarlık Hapishanesi 67
Kaba ve tekil sınıflandırmaların kışkırtıcı sonuçlarına daha önce
değindik ve bundan sonraki bölümlerde de değinmeye devam ede
ceğiz. Dünyadaki insanlar hakkında onları uygarlıklara göre bölme
yoluyla tekil bir anlayış geliştirme çabasının kavramsal zayıflığı sade
ce hepimizin paylaştığı insanlığımıza ters düşmekle kalmaz, aynı za
manda, bizleri kendine özgü ve katı bir ayrım hattı boyunca karşı
karşıya getirmeyen farklı kimliklere de zarar verir. Yanlış tarif ve yan
lış kavramlaştırma dünyayı olması gerektiğinden çok daha kırılgan bir
hale getirebilir.
Uygarlık yaklaşımı, sürdürülebilirliği olmayan tekil bir kategorileş
tirme varsayımına bel bağlamanın yanı sıra, özdeşleşilen uygarlık
içindeki farklılıkları yok sayma ve ayrıca birbirinden ayrı uygarlıklar
arasındaki geniş karşılıklı ilişkileri görmezden gelme sakatlığını da
barındıra gelmiştir. Bu yaklaşımın tasvir yoksulluğu, tekilliğe bel bağ
lamasının getirdiği sakatlıktan daha öte bir şeydir.
Hindistan'ı Bir Hindu Uygarlığı
Olarak Görmek Üzerine
Meseleyi kendi ülkem Hindistan'ın bu sınıflandırıcı sistemde nasıl bir
muamele gördüğünü ele alarak örneklendireyim.2 Huntington'un
sözde "uygarlıklar çatışması" Hindistan'ı bir "Hindu uygarlığı" olarak
sunarken, Endonezya ve çok küçük bir farkla Pakistan hariç, Hindis
tan'da dünyanın diğer bütün ülkelerinden daha fazla Müslüman bu
lunduğu gerçeğini gözlerden kaçırmak zorundadır. Hindistan'ı "Müs
lüman dünyası" biçimindeki keyfi tanımlamanın içine yerleştirmek
mümkün olmayabilir, ama Hindistan buna rağmen (145 milyon Müs
lüman nüfusuyla-bu rakam tüm İngiltere ve tüm Fransa nüfusunun
toplamından daha büyüktür) Huntington'un "Müslüman dünyası" ta
nımında yer alan neredeyse tek tek bütün ülkelerden çok daha fazla
68 KİMLİK VE ŞİDDET
sayıda Müslüman barındırmaktadır. Kaldı ki, çağdaş Hindistan uygar
lığını Müslümanların bu ülkenin tarihinde oynadıkları büyük rolleri
dikkate almadan düşünmek mümkün değildir.
Hem Hinduların hem de Müslümanların iyice iç içe geçmiş katkı
larını görmeden, Hindistan sanatının, edebiyatının, müziğinin, filmle
rinin ya da mutfağının doğasını ve kapsamını anlamaya kalkışmak
bütünüyle boş bir çaba olur.3 Kaldı ki, günlük yaşamdaki ya da kül
türel faaliyetlerdeki etkileşimler de topluluklara göre ayrılmış değil
dir. Örneğin büyük sitar ustası Ravi Shankar ile büyük sarod ustası
Ali Ekber Han'ın üsluplarını Hint klasik müziğinin farklı biçimlerinde
ki ustalıkları temelinde birbiriyle kıyaslamak mümkünse de, (Shankar
bir Hindu ve Ekber de bir Müslüman olduğu halde) bu iki sanatçıdan
birini kesinlikle "Hindu müzisyeni, " diğerini de kesinlikle "Müslüman
müzisyeni" saymak mümkün değildir. Aynı şey kültürel yaratıcılığın
diğer alanları için de geçerlidir ve bu alanlardan biri de, tanınmış er
kek ve kadın oyuncuların ve yönetmenlerin çoğunun Müslüman kö
kenli olduğu ve yüzde 80'ini Hinduların oluşturduğu izleyici kitlesi
nin hayranlığını kazanmış, Hindistan'ın kitle kültürünün en büyük
merkezi olan Bollywood'dur.
Kaldı ki, Hint nüfusu içinde Hindu olmayan tek grup Müslüman
lar değildir. Tıpkı Jainler gibi Sihlerin de güçlü bir varlığı vardır. Hin
distan sadece Budizmin doğduğu bir ülke değildir; Budizm bin yıl
dan uzun bir süre Hindistan'ın egemen dini olmuştur ve Çinliler Hin
distan' dan çoğunlukla "Budist krallığı" diye söz etmişlerdir. Biline
mezci ve ateist düşünce okulları Carvaka ve Lokayata da en azından
MS 6. yüzyıldan başlayarak günümüze kadar Hindistan kaynaklı ola
gelmiştir. 4. yüzyıldan-İngiltere'de sözü edilmeye değer Hıristiyan
topluluklarının ortaya çıkmasından iki yüzyıl öncesinden-itibaren,
Hindistan'da büyük bir Hıristiyan topluluğu var olagelmiştir. Yahudi
ler Hindistan'a Kudüs'ün düşmesinden kısa bir süre önce ve Parsiler
de 8. yüzyıldan itibaren gelmişlerdir.
Uygarlık Hapishanesi 69
Huntington'un Hindistan'ı "Hindu uygarlığı" olarak nitelemesinin
çok sayıda tarif zorlukları olduğu açıktır. Kaldı ki, bu aynı zamanda
politik bakımdan da patlayıcı gelişmelere temel olabilir. Böyle bir ni
teleme sekter Hindu politikacıların Hindistan'ın bir "Hindu uygarlığı"
olduğu görüşünü öne çıkarmaya çalışırken savunmaya çalıştıkları ve
tarihin olağanüstü çarpıtılmasına ve günümüz gerçeklerinin maniple
edilmesine yönelik görüşlere çok yanıltıcı bir itibar kazandırma po
tansiyeli taşımaktadır. Nitekim, "Hindutva" hareketinin politik faaliyet
yürüten liderlerinin çoğu Huntington'a sık sık atıfta bulunuyorlar.
Onun Hindistan'ı "Hindu uygarlığı" olarak görmesi ile Hindutva ha
reketinin politik akıl hocaları için büyük önem taşıyan "Hindu görü
şünün" öne çıkarılması arasındaki benzerlik dikkate alındığında, bu
nun şaşırtıcı hiçbir yanı yoktur.
Bilindiği gibi, Hindistan'da 2004 baharında yapılan seçimlerde, ge
niş kesimleri etkileyen oldukça kapsamlı altüstlükler eşliğinde, mili
tan Hindu partisinin önderliğindeki koalisyon ağır bir yenilgiye uğra
dı. Başında Müslüman bir devlet başkanı olmasına ek olarak, laik
Hindistan Cumhuriyetinin şu andaki başbakanı bir Sih ve iktidar par
tisinin başkanı da bir Hıristiyan'dır (yüzde SO'ini Hindu seçmenlerin
oluşturduğu dünyanın en kalabalık demokratik seçmen kitlesi bakı
mından hiç de kötü bir durum değil). Ne ki, Hindistan'a ilişkin sek
ter Hindu anlayışının tekrar öne çıkma tehlikesi hala vardır. Kendile
rini Hindu Hindistan'ı görüşünü savunmaya adamış politik partilerin
oy oranları dörtte birin çok altında olsa bile (bu oran Hindu nüfusu
nun çok ufak bir kısmına tekabül etmektedir), Hindistan'ı "Hindu uy
garlığı" haline getirmeye yönelik politik çabalar öyle kolayca yok ola
cak değildir. Hindistan'ı basitçe yapay bir tekil dinsel zemine dayalı
olarak tarif etme çabası, tasvir sakatlığının yanı sıra, politik bakımdan
patlayıcı bir durum yaratma tehlikesini de içermektedir.
70 KİMLİK VE ŞİDDET
Batılı Değerlerin Benzersizliği iddiası Üzerine
Hindistan'ı Hindu uygarlığı olarak resmetmek kaba bir hata olabilir,
ama şu ya da bu tür kaba sabalıklar diğer uygarlıklara ilişkin nitele
melerde de vardır. "Batı uygarlığı" denen şeyi ele alalım. Aslında,
"uygarlıklar çatışması" savunucuları, tekil ayrım çizgisinin kendine
özgü hikmetine olan inanca uygun olarak, hoşgörüyü-onu tarihin
derinliklerine uzatarak-Batı uygarlığının özel ve kalıcı bir özelliği
olarak görme eğilimindeler. Nitekim, bu özelliğe sözüm ona uygar
lıklar çatışmasının temel dayanağı olan değerler çatışmasının en
önemli yönlerinden biri gözüyle bakılmaktadır. Huntington, "Batının
modern olmadan çok önce de Batı olduğunda" diretmektedir.4 "Sos
yal çoğulculuk" gibi sözüm ona özgün özelliklerinin yanı sıra, "uygar
toplumların kendine özgü bireycilik anlayışına ve bireysel hak ve öz
gürlükler geleneğine" atıfta bulunmaktadır.
Uygarlık bölünmeleri konusunda gittikçe yaygınlaşan bu bakış tar
zı Batının geleneksel kültürel analizinde aslında hiç de, kimi zaman
sanıldığı kadar kökleşmiş değildir. Örneğin, Oswald Spengler'in ge
niş yankı uyandırmış olan Batının Batışı adlı kitabında, Batı kültürü
nü çok farklı diğer kültürler dünyasındaki herhangi bir kültür olarak
nitelendirmesi, her kültür içinde açıkça gözlemlenebilen heterojenlik
lere ve çapraz-kültürel benzerliklere açıkça yer açıyordu. Nitekim
Spengler şunu ileri sürmüştü: "Sokrat'ın, Epikür'ün ve özellikle de Di
yojen'in Ganj nehri kıyısında yaşamaları fikrinde akla ters gelen hiç
bir şey yoktur, oysa bir Batı megapolisinde Diyojen olsa olsa önem
siz bir aptal olurdu. " 5
Aslında, Huntington'un tezini ampirik olarak kanıtlamak çok zor
dur. Hoşgörü ve özgürlüğün (Nazi Almanya'sındaki ya da İngiliz ve
ya Fransız ya da Portekiz imparatorluklarının Asya ve Afrika'daki hoş
görüsüz yönetimleri gibi bazı sapkınlıkları bir yana bırakacak olursak)
modern Avrupa'nın önemli başarıları arasında yer aldığı kesindir.
Ama-bin yıl geriye giderek-bu olguda benzersiz bir tarihsel ayrım
Uygarlık Hapishanesi 7 1
çizgisi görmek tam bir hayalciliktir. Politik özgürlüğün ve dinsel hoş
görünün çağdaş biçimleri içinde eksiksiz savunusu dünyanın hiçbir
ülkesinin ya da uygarlığının eskiden gelen tarihsel bir özelliği değil
dir. Plato ve Aquinas düşünceleri bakımından Konfüçyüs'ten daha az
otoriter değillerdi. Avrupa düşüncesi içindeki hoşgörü savunucuları
nın varlıklarını inkar etmemek (Yunanlılar ve Romalılardan Vikingler
ve Ostragotlara kadar) tüm Batı dünyasına hakkını teslim etmek anla
mına gelse bile, bunun başka kültürlerde de benzer örnekleri vardır.
Örneğin, MÖ 3 . yüzyıldaki Hint imparatoru Ashoka'nın ("bütün di
ğer insan kesimleri şu ya da bu nedenle saygıya layıktır" diyerek)
kendisini dinsel ve diğer hoşgörü türlerinin şampiyonluğuna adamış
olması, kesinlikle hoşgörünün dünyadaki en eski politik savunuların
dan biridir. Kısa bir süre önce (rastlantı eseri, Müslüman bir yönetmen
tarafından) çekilen Ashoka adlı Bollywood filmi bütün ayrıntıları ba
kımından doğru bir film olabilir ya da olmayabilir (her şeyden önce
şarkılarıyla, romantikliğiyle ve ucuz dans kostümleriyle mide bulandı
rıcıdır) , ama Ashoka'nın 2300 yıl önceki laiklik ve hoşgörü fikirlerine
ve bunların geçerliliğinin günümüz Hindistan'ında devam etmesinin
önemine yaptığı vurgu doğrudur. Daha sonraki Büyük Hint İmpara
toru Ekber, 1 590'dan başlayarak, yerleştiği Agra' da dinsel hoşgörü ko
nusunda (örneğin "Hiç kimsenin dinine karışılmayacaktır ve herkesin
hoşuna giden dine geçmesine izin verilecektir" biçiminde) benzer
açıklamalar yaparken, Engizisyon Avrupa'da çok yaygındı ve kafirle
ri kazıklara bağlayarak yakma uygulaması hala sürüyordu.
Demokrasinin Küresel Kökleri
Benzer biçimde, demokrasiye de çoğu zaman Batılı olmayan dünya
ya yabancı, su katılmamış Batılı bir fikir gözüyle bakılıyor. Bu uygar
lık basitleştirmesi başını ABD'nin çektiği koalisyonun Irak'a demok-
72 KİMLİK VE ŞİDDET
ratik bir yönetim sistemini yerleştirmekte karşılaştığı güçlüklerde ken
disine bir miktar destek bulmuştur. Ne ki, müdahale sonrası Irak'ta
karşılaşılan zorlukların nedeni alelacele kararlaştırılmış, yeterli enfor
masyona dayanmayan ve üzerinde yeterince düşünülmemiş askeri
müdahalenin kendine özgü niteliğine değil de, demokrasinin Irak ya
da Ortadoğu veya Batılı olmayan kültürlere uymadığı gibi hayali bir
görüşe dayandırıldığında, netlik gerçekten yitip gitmektedir. Ben bu
nun-Ortadoğu'da ya da herhangi başka bir yerde-bugün karşı kar
şıya olduğumuz sorunları anlamaya çalışmanın tamamıyla yanlış bir
yolu olduğunu savunuyorum.
Batılı ülkelerin Irak'a ya da başka bir ülkeye demokrasiyi "dayata
bileceğine" dair kuşkular sık sık dile getiriliyor. Ne ki, soruyu-"dayat
ma" fikri üzerinde yoğunlaşarak-bu şekilde formüle etmek, demok
rasiye ilişkin mülkiyetçi bir inanç, demokrasinin Batıya ait bir şey ol
duğu, sadece Batıda ortaya çıkmış ve serpilmiş, su katılmamış "Batılı"
bir fikir olduğu anlamına geliyor. Bu, demokrasi tarihini ve ona ilişkin
çağdaş umutları anlamaya çalışmanın tamamıyla yanlış bir yoludur.
Demokrasiye ilişkin modern anlayışların ve kamuya açık akıl yü
rütme tarzının, Avrupa ve Amerika'da son birkaç yüzyıldır yapılan
analizlerden ve yaşanan deneyimlerden, özellikle Avrupa Aydınlan
masının zihinsel gücünden (Marquis de Condorcet, James Madison,
Alexis de Tocqueville ve John Stuart Mill gibi demokrasi teorisyenle
rinin katkılarından) derinlemesine etkilendiği elbette yadsınamaz.
Ama bu güncel deneyim karşılaştırmalarından hareketle geriye doğ
ru gidip, Batılı ile Batılı-olmayan arasında su katılmamış ve uzun va
deli bir bölünme sonucuna varmak çok garip bir tarih yaratmak olur.
Uzun vadeli geçmişi kısa vadeli deneyimler temelinde yeniden ta
nımlayan bu yanıltıcı tarihe karşılık, özellikle antik Yunana odakla
nan, alternatif-tarihsel olarak daha iddialı-bir akıl yürütme biçimi
vardır. Demokrasinin sözüm ona "Batılı" niteliğine olan inanç genel
likle Yunanistan'ın, özellikle de Atina'nın, eskiye uzanan oy kullan
ma ve seçim uygulamalarıyla ilintilendirilir. Antik Yunanda yapılan
Uygarlık Hapishanesi 73
bu öncü çıkış gerçekten çok önemliydi, ama antik Yunan'dan hare
ketle demokrasinin niteliğinin sözüm ona "Batılı"-ya da "Avrupa
lı"-olduğu tezine sıçramak kafa karıştırıcı ve yanıltıcıdır. Bunun üç
belirgin nedeni vardır.
Birincisi, uygarlıkları esas olarak ırksal bağlamda tanımlayıp tasnif
etmedeki keyfiliktir. Uygarlık kategorilerine böyle bakılırken, diyelim
daha sonraki Got ve Vizigot kuşaklarını Yunan geleneğinin eksiksiz
mirasçıları saymakta sözü edilmeye değer bir zorluk görülmemekte
dir (bunların "hepsinin Avrupalı oldukları" söylenmektedir). Ama an
tik Yunanlıların (antik Ostragotlarla sohbet etmek yerine) antik İran
lılarla ya da Hintlilerle veya Mısırlılarla konuşmaya çok daha büyük
bir önem vermiş olmalarına rağmen, iş Yunan entelektüellerinin Yu
nanistan'ın doğusundaki veya güneyindeki antik uygarlıklarla kur
dukları bağları hesaba katmaya gelince, büyük bir isteksizlik ortaya
çıkmaktadır.
İkinci neden eski Yunan deneyiminin izini sürmekle ilgilidir. Ati
nalıların oy kullanmanın öncülüğünü yaptıkları kesin olmakla birlik
te, daha sonraki yüzyıllarda aynı yöntemi kullanan çok sayıda yerel
yönetim ortaya çıkmıştır. Seçime dayalı yönetim konusundaki Yunan
deneyiminin Yunanistan'ın ve Roma'nın batısındaki ülkeler üzerinde,
diyelim bugünün Fransa'sına, Almanya'sına ya da İngiltere'sine teka
bül eden ülkeler üzerinde, dolaysız etkisi olduğunu gösteren hiçbir
şey yoktur. Buna karşılık, o günün Asya'sındaki-İran'daki, Baktri
a'daki ve Hindistan'daki-bazı kentler Atina demokrasinin yeşerme
sini izleyen yüzyıllarda, demokrasi unsurlarından bazılarını yerel yö
netimlere dahil etmişlerdir. Örneğin, güneybatı İran'daki Susa (ya da
Şuşan) kentinde seçilmiş bir konsey, bir halk meclisi ve konseyin
önerip meclisin seçtiği yargıçlar vardı.
Üçüncüsü, demokrasi sadece oy pusulalarından ve seçimden iba
ret bir şey değildir, aynı zamanda halka danışmayı ve akıl sormayı
-eski bir deyişi kullanacak olursak-genellikle "tartışarak yönetme"
denen şeyi de kapsar. Kamuya açık akıl yürütme her ne kadar antik
74 KİMLİK VE ŞİDDET
Yunan'da geliştiyse de, aynı zamanda birkaç başka antik uygarlıkta
da gelişmiştir-hatta bazen çok çarpıcı biçimlerde. Örneğin, özellik
le farklı görüşler arasındaki anlaşmazlıkları giderme amaçlı, herkese
açık bazı ilk toplantılar Hindistan'da, farklı görüş taraftarlarını birbir
lerini ikna etmek üzere bir araya getiren Budist konseylerde yapılmış
tır. MS 3. yüzyılda Hindistan'ın o günlerdeki başkenti Pataliputra'da
(bugünkü adı Patna'dır) Budist konseyin üçüncüsüne-ve en büyü
ğüne-ev sahipliği yapmış olan, yukarıda sözünü etmiş olduğumuz
İmparator Ashoka, aynı zamanda, kamuya açık tartışma kurallarının
en eski formülasyonlarından birini (19. yüzyıldaki "Robert'in düzen
kurallarının" bir tür ilk versiyonunu) yasallaştırmaya ve yaygınlaştır
maya çalışmıştır.
Kamuya açık tartışma geleneğine dünyanın her yerinde rastlamak
mümkündür. Başka bir tarihsel örnek verecek olursak, Japonya'da
17 . yüzyılın başlarında, annesi İmparatoriçe Suiko'nun naibi olan Bu
dist prens Shotoku, MS 604'te ilan edilen "on yedi maddeli anayasa"
konusunda ısrar etmişti: "Önemli meseleler sadece tek bir kişi tara
fından karara bağlanmamalı. Çok kişi tarafından tartışılmalı ." Görül
düğü gibi, bu 13 . yüzyılda imzalanan Magna Carta'dan 600 yıl önce
oluyor. On yedi maddeli Japon anayasası daha da ileriye giderek, ço
ğul akıl yürütmenin neden o kadar önemli olduğunu da açıklıyordu:
"Ne de başkaları bizden farklı düşündüğünde bundan alınalım. Zira
bütün adamların bir yüreği vardır ve her yürek kendine özgü eğilim
ler taşır. Onların doğrusu bizim yanlışımız ve bizim doğrumuz onla
rın yanlışıdır. "6 Bazı yorumcuların on yedi maddeli bu anayasayı Ja
ponya'nın "demokrasiye doğrultusunda ilk tedrici adımı" olarak gör
mesine şaşmamak gerekir.7
Kamuya açık tartışmanın dünyanın her yerinde uzun bir geçmişi
vardır. Büyük fatih İskender'e bile, MÖ 325 dolaylarında Hindistan'ın
kuzeybatısına seferler düzenlerken, kamuya açık tartışmanın iyi bir
örneği sunulmuştur. İskender bir grup Jain filozofuna, büyük fatihi
neden dikkate almadıklarını sorduğunda (İskender bu Hintli filozof-
Uygarlık Hapishanesi 75
ların kendisine ilgi duymamasından açıkça hayal kırıklığına uğramış
tı), onlardan şu sert yanıtı almıştı:
Kral İskender; yeryüzündeki her insan ancak bizim şu anda üze
rinde durduğumuz kadar bir yer kaplayabilir. Oysa, sürekli meş
gul olmanı ve hiçbir işe yaramamanı bir yana bırakacak olursak,
sen de bizler gibi bir insansın, yurdundan bu kadar uzaklarda do
lanman hem seni hem de başkalarını rahatsız ediyor! . . . Çok geç
mez, sen de ölürsün, o zaman senin de ancak bedenini örtmeye
yetecek kadar toprağın olacak. "8
Ortadoğu tarihi ve Müslümanların tarihi de çok sayıda kamuya
açık tartışma ve diyalog yoluyla politik katılım örneği içerir. Kahire,
Bağdat ve İstanbul merkezli ya da İran'daki, Hindistan'daki ve aynı
şekilde İspanya'daki İslam krallıklarında çok sayıda kamuya açık tar
tışma şampiyonu vardı (örneğin 13. yüzyılda Côrdoba Halifesi III.
Abd ül-Rahman ya da 16. yüzyılda Hint İmparatoru Ekber). Bir son
raki bölümde, hem köktencilerin hem de Batılı kültür basitleştiricile
rin açıklamalarında göıiilebilen, İslam tarihine ilişkin sistemli çarpıt
maları ele alırken bu konuya tekrar döneceğim.
Batı dünyasının demokrasi fikri üzerinde hiçbir mülkiyet hakkı
olamaz. Demokrasinin modern kurumsal biçimleri her yerde görece
yeni olmakla birlikte, kamusal katılımı ve kamuya açık akıl yürütme
biçimindeki demokrasi tarihine dünyanın her yerinde rastlanır. Alexis
de Tocqueville'nin 1835 'te, demokrasi üzerine yazdığı ünlü kitabında
işaret ettiği gibi, Amerika'da gerçekleşmesine tanık olduğu "büyük
demokratik devrim" her ne kadar belli bir bakış açısından "yeni bir
şey" olarak görülebilirse de, daha geniş bir bakış açısından "tarihin
bildiği en sürekli, en eski ve en kalıcı eğilimin" bir parçası olarak da
görülebilir.9 Tocqueville verdiği tarihsel örnekleri her ne kadar (örne
ğin "700 yıl öncesinin Fransa'sında" sıradan insanların ruhban sınıfı
na kabul edilmesinin demokratikleşmeye yaptığı büyük katkıya işa-
76 KİMLİK VE ŞİDDET
ret ederek) Avrupa tarihiyle sınırlı tutmuşsa da, ortaya attığı genel sa
vın çok daha geniş bir geçerliliği vardır.
Nelson Mandela Özgürlüğe Doğru Uzun Yürüyüş adlı özgeçmişin
de, Afrika'da doğup büyüdüğü kasabadaki yerel toplantılarda uygu
lanan usullerin demokratik niteliğinin küçük bir çocuk olarak kendi
sini ne kadar etkilediğini anlatır:
Konuşmak isteyen herkes konuşurdu. Bu en katıksız biçimiyle de
mokrasiydi. Konuşmacılar arasında bir önem hiyerarşisi var olmuş
olabilir, ama şef ya da tebaası, kabile savaşçısı ya da büyücüsü,
bakkalı ya da çiftçisi, toprak sahibi ya da işçisi, herkese kulak ve
rilirdi. ıo
Mandela'nın demokrasi arayışı herhangi bir Batı "dayatmasının"
ürünü değildi. Bu arayış belirgin bir biçimde Afrika'da, kendi yurdun
da başlamış, hatta demokrasiyi "Avrupalılara dayatmak" için savaş
mıştır (anımsanacağı gibi, ırkçı Güney Afrika'nın beyaz yöneticileri
kendilerine "Avrupalı" diyorlardı). Mandela'nın nihai zaferi insanlığın
zaferiydi-Avrupalılara özgü belirli bir fikrin değil.
Batı Bilimi ve Küresel Tarih
Sözüm ona Batı biliminin dünya mirasını nasıl kullandığını görmek
de aynı derecede önemlidir. Batı matematiğini ve bilimini belirgin bir
biçimde çok sayıda Batılı olmayan uygulamacıya bağlayan bir ente
lektüel ilişkiler zinciri vardır. Örneğin, birinci bin yılın ilk yüzyılların
da Hindistan'da gelişmiş olan ondalık sistem aynı bin yılın sonların
da Araplar kanalıyla Avrupa'ya taşınmıştır. Batılı olmayan değişik top
lumlardan-Çinli, Arap, İranlı, Hintli ve diğerleri-çok sayıda insan
Avrupa Rönesansında ve daha sonraki Aydınlanmada büyük rolü
olan bilimi, matematiği ve felsefeyi etkilemiştir.
Uygarlık Hapishanesi 77
Küresel bilim ve teknolojinin serpilip gelişmesi sadece Batılıların
başını çektiği bir olgu olmadığı gibi, Avıupa'nın çok uzaklarındaki
kapsamlı uluslararası karşılaşmaları içeren büyük küresel ilerlemeler
de yaşanmıştır. Francis Bacon'un "dünyanın her yerinde her şeyin
tüm görünümünü ve duıumunu değiştiren" şeyler arasında saydığı
matbaacılığı ele alalım. Birinci bin yılda matbaacılık sanatını geliştir
me yönündeki bütün çabalar Avıupa'nın çok uzağında ortaya çıktı.
Bu çabalar aynı zamanda ve büyük ölçüde Budist entelektüellerin
kendilerini genel okuryazarlığın gelişmesine ve fikirlerin yaygınlaş
masına derinden adamış olmalarıyla bağlantılıydı. Nitekim, Çin, Kore
ve Japonya'daki ilk matbaacılık girişimlerinin hepsini Budist teknis
yenler gerçekleştirmişti. Daha önce 7. yüzyılda matbaacılığı geliştir
meyi denemiş olan Hintli Budistler bu konuda fazla başarılı olama
mışlardı, ama dünyanın en eski basılı kitabı olan ve halk arasında El
mas Sutra olarak bilinen Sanskritçe yazılmış Budist klasiğin (Vajracc
hedikaprajnaparamita) malzemesinin oluşumuna katkıda bulunmuş
lardır-bu kitap yarı Hintli yarı Türk bir bilgin tarafından MS 402'de
Sanskritçe'den Çince'ye çevrilmiştir. Kitap MS 868'de Çince basıldı
ğında, kitabın "evrensel serbest dağıtım" amacıyla basıldığını belirten
esinlendirici bir önsöz içeriyordu. 1 1
Son birkaç yüzyılda Avıupa ve Amerika'da kaydedilen muazzam
fikir ve bilgi ilerlemesinin hakkının yeterince teslim edilmesi gerekti
ği elbette doğıudur. İnsan uygarlığının niteliğini dönüştürmüş olan
Rönesans, Aydınlanma ve Endüstri Devrimi sırasında Batı dünyasın
da ortaya çıkan büyük başarıların övünç payının tamamının Batıya ait
olduğu kabul edilmelidir. Ama bunların hepsinin görkemli bir yalıtıl
mışlık içinde gelişen tümüyle münzevi bir "Batı uygarlığı"nın boy ver
mesinin ürünü olduğunu varsaymak ciddi bir yanılsamadır.
Hayali bir yalıtılmışlığı övmek, dünyamızda öğrenme ve düşün
menin değişik bölgelerdeki gelişmelerden yararlanarak kaydetme
eğiliminde olduğu ilerleme tarzına haksızlık olur. Batıda gelişmiş
olan fikir ve bilgiler son yüzyıllarda çağdaş dünyayı köklü bir biçim-
78 KİMLİK VE ŞİDDET
de değiştirdi, ama bunu katıksız bir Batılı anlayışın eseri olarak gör
mek mümkün değildir.
Beceriksiz Soyutlamalar ve Puslu Tarih
Uygarlığa dayalı ayrımlara bel bağlamak tamamıyla sakattır-ve bu
nun en az iki belirgin nedeni vardır. Birincisi, uygarlığa dayalı ayrı
mın kendine özgü bir geçerliliği olduğu ve insanların kendilerini öz
deşleştirmesinin diğer yollarını boğması-ya da ezmesi-gerektiği bi
çimindeki zımni varsayımın temel bir yöntemsel sorunu vardır. Küre
sel karşıtlıkları ve yerel sekter şiddeti kışkırtanların politik vahşetin
fedaileri olarak kullanılacak insanlara önceden belirlenmiş tek ve bö
lücü bir kimlik dayatmaya kalkışmaları yeterince kötü ama hiç şaşır
tıcı bir şey olmamakla birlikte, dünya halklarını tek bir kategori için
de toplayan, Batı ülkelerinde yeşertilmiş teorilerin Batı karşıtı kökten
ci savaşçılara verdiği zımni destekle, at gözlüğü takmış bu vizyonun
önemli ölçüde pekiştirilmesi gerçekten üzücüdür. Bu yaklaşımdaki
uygarlığa dayalı ayrımın yarattığı ikinci zorluk, yaptığı tasvirlerdeki
olağanüstü kabalıktan ve tarih konusundaki cehaletinden kaynaklan
maktadır. Her bir uygarlığın içerdiği önemli çeşitlilikler bir yana bıra
kılmakta ve bunlar arasındaki karşılıklı etkileşimler esas olarak gör
mezden gelinmektedir.
Bu çifte sakatlık, farklı uygarlıklara ve bunların benzerliklerine,
bağlantılarına ve bilim, teknoloji, matematik, edebiyat, meslek, tica
ret alanlarındaki ve politika, ekonomi ve sosyal fikirlerdeki karşılıklı
bağımlılıklarına ilişkin olağanüstü yoksullaştırılmış bir anlayış üret
mektedir. Küresel tarih konusundaki bu puslu algılama, Batı uygarlı
ğına ilişkin garipsenecek darlıkta bir okuma da dahil, bütün kültürle
re ilişkin şaşırtıcı derecede sınırlı bir görüşün ortaya çıkmasına neden
olmaktadır.
4 . BÖLÜM
DİNSEL AİDİYETLER VE İSLAM TARİHİ
Uygarlıklar çatışmasına ilişkin yakın zaman tezleri, farklı kültürle
rin merkezi niteliklerini belirlemekte dinsel farklılıkları çok faz
la kullanma eğiliminde olmuştur. Oysa, insanları tek bir aidiyet bağ
lamında görmenin kavramsal sakatlığı ve birbirlerinden büyük ölçü
de kopuk ve farklı oldukları varsayılan uygarlıkların kritik önemdeki
karşılıklı ilişkilerini görmezden gelmenin tarihsel hatası bir yana (bu
sonınların ikisini de bir önceki bölümde ele almıştık), bu uygarlık te
orileri aynı zamanda çoğu ülkeyi, hatta bunun da ötesinde, çoğu uy
garlığı niteleyen dinsel aidiyetlerin heterojenliğini görmezden gelme
sakatlığını da taşımaktadır. Bu sonuncusu da büyük bir sorun yarata
bilir, çünkü aynı dinden insanlar genellikle çok farklı ülkelere ve bir
birinden ayrı birkaç kıtaya dağılmış durumdadır. Örneğin, daha önce
de değindiğimiz gibi, Samuel Huntington Hindistan'ı bir "Hindu uy
garlığı" olarak görebilir, ama yaklaşık 1 50 milyonluk Müslüman nü
fusuyla Hindistan aynı zamanda dünyanın en büyük Müslüman ülke
lerinden biridir. Dinsel kategorileştirmeyi ülke ve uygarlıkların sınıf
landırılmasına uydurmak kolay değildir.
Bu sonuncu sorun, insanları ("İslam uygarlığı, " "Hindu uygarlığı"
gibi ya da Huntington'un kategorileştirmesinde olduğu gibi) dinlere
79
80 KİMLİK VE ŞİDDET
tekabül eden kaba uygarlık birimleri halinde değil de, doğıudan in
sanların dinsel gıuplaşmaları halinde sınıflandırmakla aşılabilir. Bu,
daha pürüzsüz ve daha sorunsuz bir sınıflandırmaya imkan verdiği
gibi, çok sayıda insana da hitap etmektedir. Bunda şaşılacak bir şey
yoktur. İnsanları dinsel aidiyetlerine göre ele almanın son yıllardaki
kültürel analizlerde çok yaygınlaştığı kesindir. Peki, dünya insanları
nın böyle din merkezli olarak analiz edilmesi insanlığın anlaşılmasını
kolaylaştırmakta mıdır?
Kolaylaştırmadığını söylemek zorundayım. Bunun uygarlık temel
li kategorileştirmeye kıyasla belki daha tutarlı bir sınıflandırma oldu
ğu söylenebilir, ama insanları sadece tek bir aidiyete, yani dinsel ai
diyete göre sınıflandırma çabası da aynı hataya düşmektedir. Böyle
bir sınıflandırma çoğu bağlamda (örneğin bayram tatili tercihlerinin
belirlenmesinde ya da ibadet yerlerinin güvenliğinin sağlanmasında)
oldukça yararlı olabilir, ama bunu genel olarak sosyal, politik ve kül
türel analizin geniş kapsamlı temeli haline getirmek, kişinin davranış
ları, kimliği ve öz kavrayışı bakımından önemli olabilecek diğer or
taklıklarını ve bağlılıklarını görmezden gelmek olur. Doğrudan dinsel
kategorileştirmeye dayalı uygarlık sınıflandırması insanların çoğul
kimliklerinin ve öncelik tercihlerinin dikkate alınması biçimindeki
kritik ihtiyacı ortadan kaldırmıyor.
Nitekim, dinsel kimliklerin dünya halklarını sınıflandırmanın en
üstün-ya da biricik-ilkesi haline getirilmesinin gittikçe yaygınlaş
ması sosyal analizin çok kabalaştırılmasına neden olmuştur. Bu du
rum, özellikle, sözgelimi Müslüman olan bir kişinin çeşitli aidiyetleri
ve bağlılıkları ile özel olarak onun İslam kimliği arasında bir ayrım
yapma olanağını ortadan kaldırdığı için büyük bir anlayış kaybına yol
açmıştır. İslam kimliği o kişinin en önem verdiği (belki de kritik say
dığı) kimliklerinden biri olabilir, ama bu o kişinin önemli olabilecek
diğer kimliklerini inkar ettiği anlamına gelmez. Genellikle "İslam
dünyası" denen şeyde elbette Müslümanların ağırlığı vardır, ama hep
si de Müslüman olan farklı insanlar politik ve sosyal değerleri, eko-
Dinsel Aidiyetler ve İslam Tarihi 8 1
nomik ve edebi uğraşları, profesyonel ve felsefi ilgileri, Batıya yöne
lik tavırları vb. gibi farklı yönleri bakımından büyük farklılıklar gös
terebilirler ve gösteriyorlar da. Onların bu "diğer aidiyetlerine" ilişkin
global ayrım çizgileri çok farklı biçimlerde çekilebilir. Sadece bu ba
sit dinsel sınıflandırmaya odaklanmak, dinleri gereği Müslüman olan
insanların genellikle sahip oldukları çok çeşitli-ve değişik-endişe
lerini gözden kaçırmak demektir.
Bu ayrım olağanüstü önemli olabilir-en azından İslam köktenci
liğinin ve militanlığının güçlü olduğu ve Batının buna karşı koyuşu
nun çoğu zaman, belli belirsiz ifade edilse de, genel olarak Müslü
manlara duyulan kuşkuyla birleştirildiği bir dünyada. Yansıttığı kav
ramsal kabalık bir yana, bu genel tutumun aynı zamanda Müslüman
ların politik ve sosyal inançları bakımından birbirlerinden çok farklı
oldukları açık gerçeğini de görmezden gelmektedir. Müslümanlar
edebi ve sanatsal zevkleri, bilime ve matematiğe duydukları ilgi ve
hatta dindarlıklarının biçimi ve derinliği bakımından da birbirlerinden
farklıdırlar. Dolaysız politikanın acil ihtiyaçları Batının İslam içindeki
(Şiilik ya da Sünnilik arasındaki ayrım gibi) alt kategorileri bir miktar
daha iyi anlamasını sağlamışsa da, bunun da ötesine geçerek, dünya
daki bütün diğer insanlar gibi Müslümanların da sahip oldukları çok
sayıda dinsel olmayan kimliklerini yeterince dikkate almada giderek
daha büyük bir isteksizliğe tanık olunuyor. Oysa Müslümanların po
litik, kültürel ve sosyal konulardaki fikir ve öncelikleri büyük farklı
lıklar gösterebilir.
Dinsel Kimlik ve Kültürel Çeşitlilikler
Aynı dinden insanların sosyal davranışlarında da, hatta dinle sıkı sı
kıya bağlı olduğu düşünülen alanlardaki davranışlarında bile, büyük
farklılıklar olabilir. Buna günümüz dünyasından örnekler vermek ko-
82 KİMLİK VE ŞİDDET
laydır. Örneğin, Suudi Arabistan'daki geleneksel kırsal kadınların ti
pik uygulamaları ile (giyim kurallarının çoğu yerde Avrupalı kadınla
rınkine benzediği) kentsel Türkiye'nin Müslüman kadınlarını karşılaş
tırabilirsiniz. Bunu, söz konusu kişilerin hepsi Müslüman oldukları
halde, Bangladeş'in sosyal aktivitesi yüksek kadınları ile aynı ülkenin
daha muhafazakar çevrelerindeki, evden dışarıya daha az çıkan ka
dınları arasındaki büyük farklılıklara işaret ederek de örneklemek
mümkündür.
Ne ki, bu farklılıklar basitçe, modern çağın Müslüman insanlara
getirdiği yeni bir olgunun değişik yönleri olarak görülmemelidir. Di
ğer endişelerin, diğer kimliklerin etkisini Müslümanlık tarihinin tama
mında görmek mümkündür. Örneğin, 14. yüzyılda, iki Müslüman
arasında yaşanmış bir tartışmayı ele alalım. 1 304'te Tangier'de doğ
muş ve 30 yıl Afrika ve Asya'da dolaşmış olan İbn Battuta, bugünün
Mali'si ile Gana'sı arasında kalan bölgede tanık olduğu şeylerden şaş
kına dönmüştür. İbn Battuta Timbuktu'nun yakınlarındaki Ivaltan'da,
önemli bir makamda bulunan Müslüman kadıyla dost olmuştur.
İbn Battuta Ivaltan kadısının ailesindeki sosyal davranıştan duydu
ğu tiksintiyi şöyle ifade ediyor:
Bir gün Ivaltan kadısını ziyarete gittim, içeri girmek için izin iste
dim ve yanında genç ve çok güzel bir kadın olduğunu gördüm.
Ben orada kadını görünce çekindim ve odadan çıkmak istedim,
ama kadın bana güldü ve hiçbir sıkılganlık göstermedi. Kadı bana
şöyle dedi: "Niye geri dönüyorsun? O benim dostum." Onların bu
davranışına şaştım kaldım. ı
Ama İbn Battuta'yı şaşkına çeviren tek kişi kadı değildir. İbn Battuta
iyi bir Müslüman ve daha önce Fas'ı bizzat ziyaret etmiş olan Abu
Muhammed Yandakan al-Musufi'yi özellikle eleştirir. Onu evinde zi
yarete gittiğinde, bir kadını sedirde oturan bir erkekle konuşurken
bulmuştur. İbn Battuta olayın gerisini şöyle anlatıyor:
Dinsel Aidiyetler ve İslam Tarihi 83
Ona dedim ki: "Bu kadın kim?" Dedi ki: "Karımdır." Dedim ki: "Bu
adam onun nesi oluyor?" Dedi ki: "Arkadaşı olur. " Dedim ki: "Bi
zim ülkemizde yaşadığın ve Şeriat'ın emirlerini bildiğin halde, na
sıl oluyor da bu duruma razı geliyorsun?" Dedi ki: "Bizde kadın
ların erkeklerle birlikte olması makbul olup, görgü kurallarının bir
parçasıdır, kuşku duyulacak bir şey değildir. Bizim kadınlarımız
sizin ülkenin kadınları gibi değildir. " Onun bu umursamazlığına
şaştım kaldım. Yanından ayrıldım ve bir daha da gitmedim. Beni
birkaç kez davet etti, ama kabul etmedim.2
Dikkat ederseniz, her ikisi de Müslüman olan Abu Muhammed ile
İbn Battuta arasındaki fark dinden değil, doğru yaşam tarzı konusun
daki kararlarından ileri gelmektedir.
Müslüman Hoşgörüsü ve Çeşitlilik
Şimdi daha politik bir konuya geçiyorum. Dinsel hoşgörü konusun
daki çeşitli tutumlar dünya tarihinde çoğu zaman sosyal bakımdan
önemli olmuştur ve hepsinde de İslam dininden değişik insanların
bu bakımdan çok çeşitlilik gösterdiklerini görmek mümkündür. Ör
neğin 17. yüzyılda, Hindistan tahtına oturan İmparator Aıemgir genel
likle oldukça hoşgörüsüz bulunur; hatta Müslüman olmayan tebaası
na özel vergiler bile koymuştur. Buna rağmen ağabeyi Dara Şikoh'un
yaşamında ve davranışında çok farklı bir tutum içinde olduğunu gör
mek mümkündür. Dara Şikoh, İmparator Cihan Şah ile ileride anısı
na Taç Mahal'in inşa edileceği Mümtaz Mahal'ın en büyük oğulları
(ve tahtın meşru varisi) idi. Alemgir tahtı ele geçirmek için Dara'yı öl
dürdü. Dara sadece bir Sanskritçe uzmanı ve Hinduizmi inceleyen
ciddi bir bilgin olmakla kalmamıştı; yüzyılı aşkın bir süre boyunca
Avrupalıların Hinduizmin dinsel felsefesine gösterdikleri ilginin ana
84 KİMLİK VE ŞİDDET
temellerini oluşturan Upanişadlar'ın Sanskritçe'den Farsça'ya çevirisi
ni de o yapmıştı.
Dara ve Alemgir'in büyük büyükbabaları Ekber (daha önce değin
diğimiz gibi) dinsel hoşgörüyü olağanüstü destekliyordu ve "hiç kim
senin dinine karışılmamasını ve herkesin hoşuna giden dine geçme
sine izin verilmesini" devletin resmi görevlerinden biri haline getir
mişti. Ekber, kendisinin "aklın yolu" (rahi ak]) olarak adlandırdığı
arayışına uygun olarak, 1 590'lı yıllarda açık diyalog ve serbest seçi
me duyulan ihtiyaç konusunda ısrarcı olmuş ve aynı zamanda sade
ce egemen Müslüman ve Hindu düşünürlerinin değil, Hıristiyan, Ya
hudi, Parsi, Jain, hatta ateist düşünürlerin de katıldığı, sık sık tekrar
lanan tartışma toplantıları da düzenlemişti.3 Dara bir yana, Alemgir'in
yine Ekber adlı öz oğlu da babasına karşı isyan etti ve bu girişimin
de Racastan'daki Hint krallıklarıyla ve daha sonra Hindu Maratalarla
işbirliği yaptı (ama Ekber'in bu isyanı sonunda Alemgir tarafından
bastırılmıştır) . Racastan'dan yönettiği savaş sırasında Ekber babasına
bir mektup yazarak, onun hoşgörüsüzlüğünü ve Hindu dostlarına if
tira etmesini protesto etmişti.4
Müslüman olmak ile İslam kimliğine sahip olma arasında hiçbir
fark göremeyenler Müslümanlar arasındaki bu farklılıklarla karşılaştık
larında şöyle diyeceklerdir: "İslam'a göre bu görüşlerden hangisi doğ
rudur? İslam böyle bir hoşgörüden yana mıdır, değil midir? Gerçek İs
lam bunlardan hangisidir?" Burada öncelikle ele alınması gereken me
sele, bu sorunun doğru yanıtının ne olduğu değil, sorunun kendisi
nin doğru bir soru olup olmadığıdır. Müslüman olmak kişinin inandı
ğı her şeyi belirleyecek kadar kapsayıcı bir kimlik değildir. Örneğin
İmparator Ekber'in hoşgörüsü ve heterodoksisinin 16. yüzyıl Hindis
tan'ının Agra ve Delhi kentindeki etkili Müslüman gruplar içinde hem
destekçileri hem de muhalifleri vardı. Nitekim Ekber Müslüman din
adamlarının hatırı sayılır muhalefetiyle karşılaşmıştı. Buna rağmen,
1605'te öldüğünde, Ekber'in hoşgörülü inançlarının çoğunu sert bir
Dinsel Aidiyetler ve İslam Tarihi 85
biçimde eleştiren, İslam teologu Abdul Hak, Ekber'in "buluşlarına"
rağmen, iyi bir Müslüman olduğunu kabul etmek zorunda kalmıştı .5
Bu çelişkiyle uğraşırken teslim edilmesi gereken nokta, Ekber'in
ya da Alemgir'in düzgün Müslümanlar olmadığı sonucuna varmanın
şart olmadığıdır. Bunların her ikisi de, aynı politik tutumları ya da
sosyal ve kültürel kimlikleri paylaşmayan iyi Müslümanlar olmuş ola
bilirler. Heterodoksluk konusunda bir Müslüman hoşgörüsüz bir gö
rüşü savunurken, başka bir Müslümanın çok hoşgörülü olması müm
kündür ve bu durum bu kişilerden birini ya da ötekini Müslüman ol
maktan çıkarmaz. Bunun nedeni sadece içtihat (yani dinsel yorum)
fikrinin İslam içinde geniş bir serbestlik alanına izin vermesi değil,
aynı zamanda herhangi bir Müslümanın, temel İslam inancından
ödün vermeden, diğer değer ve öncelikler konusundaki tercihlerini
belirlemekte geniş bir özgürlüğe sahip olmasıdır.
Din Dışı Endişeler ve Çeşitli Öncelikler
Arap ve Yahudi politikaları arasındaki bugünkü soğukluk dikkate alı
nırken, bu iki grubun karşılıklı saygıya dayalı uzun bir geçmişleri ol
duğunu anımsamakta yarar vardır. 12 . yüzyılda hoşgörüsüz Avrupa'yı
terk etmek zorunda kalan Yahudi filozofu Maimonides'in Arap dün
yasında kendisine hoşgörülü bir sığınak bulduğundan 1 . Bölümde
söz etmiştik. Kahire'deki sarayında Maimonides'e onurlu ve etkili bir
konum veren ev sahibi, İslam uğruna Haçlılara karşı verilen savaşta
ki yiğitliği dikkate alındığında (Aslan Yürekli Richard onun baş düş
manıydı), Müslümanlığından asla kuşku duyulamayacak olan İmpa
rator Selahaddin'den başkası değildi.
Aslında Maimonides'in yaşadıkları bir istisna değildi. Nitekim, çağ
daş dünya her ne kadar Müslümanlar ile Yahudiler arasındaki çatış
ma örnekleriyle doluysa da, Arap dünyasının ve ortaçağ İspanya'sı-
86 KİMLİK VE ŞİDDET
nın Müslüman hükümdarlarının Yahudileri, sosyal topluluğun, özgür
lüklerine-ve bazen liderlik rollerine de-saygı duyulan güvenilir
üyeleri olarak entegre etme çabalarının uzun bir tarihi vardır. Örne
ğin, Maria Rosa Menocal'ın Dünya 'nın İncisi adlı kitabında işaret etti
ği gibi, 10. yüzyıla gelindiğinde, Müslümanların yönetimindeki İspan
ya'da, C6rdoba "yeryüzünün en uygar yeri sayılma konusunda Bağ
dat'a ciddi bir rakip olma, belki ondan da ileri olma" konusunda el
de ettiği başarıyı, Halife III. Abd el-Rahman ile Yahudi veziri Hasday
ibn Şaprut'un ortak çalışmasının yapıcı sonuçlarına borçluydu.6 Nite
kim, Menocal'ın savunduğu gibi, Müslüman fethinden sonra Yahudi
lerin konumu, "eziyet edilen bir azınlık olmaktan çıkıp korunan bir
azınlık haline geldikleri için her bakımdan iyileşmişti. "7
Dinsel ya da uygarlık kimliğimizin çok önemli olması pekala
mümkündür, ama bu çok sayıdaki kimliklerimizin sadece bir tanesi
dir. Sormamız gereken soru, İslamın (ya da Hinduizmin veya Hıristi
yanlıkın) barışsever mi, yoksa savaşçı mı olduğu değil ("Söyle baka
lım, bunlardan hangisi?"), dindar bir Müslümanın (ya da Hindunun
veya Hıristiyanın) dinsel inançlarını veya uygulamalarını kişisel kim
liğiyle ve (barış ve savaşa karşı tutum gibi) diğer bağlılıkları ve de
ğerleriyle nasıl bağdaştırdığıdır. Kişinin dinsel-ya da "uygarlık"-ai
diyetini her şeyi kucaklayıcı bir kimlik olarak görmek son derece so
runlu bir saptamadır.
Bütün dinlerin, kendini o dine adamış mensupları arasından, hem
amansız savaşçılar hem de büyük barış savunucuları çıkmıştır; bunlar
dan hangilerinin "gerçek iman sahibi, " hangilerinin "sadece düzenbaz"
olduklarını sormaktansa, dinsel inancımızın-politik ve sosyal öncelik
lerimiz ve bunlara tekabül eden davranış ve eylem meselelerimiz de
dahil olmak üzere-yaşamımızdaki bütün kararlarımızı belirlemeye
tek başına yetmeyeceğini kabullenmemiz gerekir. Hem barış ve hoş
görünün savunucuları hem de savaş ve hoşgörüsüzlüğün şefleri aynı
dinin mensuplarıdır ve (kendi tarzlarında) gerçek iman sahibi olabilir-
Dinsel Aidiyetler ve İslam Tarihi 87
ler-ve bu duıum bir çelişki yaratmaz. Kişinin dini kimliği o kişinin
anlayışının ve aidiyetinin bütün diğer yönlerini ortadan kaldırmaz.
Eğer Müslümanlık Müslüman olan birisinin tek kimliği olsaydı, o
zaman bu dini özdeşleşme elbette, o kişinin yaşamında karşı karşıya
olduğu çok sayıdaki diğer tercihleri de halletmek yükünü omuzlamak
zorunda kalırdı. Oysa bir Müslümanın sahip olduğu tek kimlik asla
Müslümanlığı değildir. Nitekim, hem çoğulluğun inkarı hem de kim
lik meselelerinde tercihin reddi, şaşırtıcı derecede dar ve çarpık bir
görüşün oluşmasına neden olabilir. 1 1 Eylül olaylarının etrafında
oluşmuş günümüzdeki bölünmeler bile Müslümanları bütün ayrım
çizgilerinin her iki tarafına da yerleştirmiştir ve bizim de, bunlardan
hangisinin doğru İslami konum olduğunu sormak yerine, bir Müslü
man'ın politik, ahlaki ve sosyal yargıları ilgilendiren meselelerde fark
lı konumlar arasından tercihlerde bulunabileceğini ve yaptığı tercih
ten ötürü Müslümanlığından bir şey kaybetmeyeceğini kabullenme
miz gerekir.
Matematik, Bilim ve Entelektüel Tarih
1 1 Eylül' de, Dünya Ticaret Merkezi'nde aynı zamanda çok fazla sayı
da Müslümanın ölmesi üzerine çok şey söylendi. Bu kişilerin orada
çalışan insanlar olarak Dünya Ticaret Merkezi'ni Batı uygarlığının kö
tü bir göstergesi saymadıkları açıktır. Dünya Ticaret Merkezi'nin, mu
azzam yüksekliğiyle ve tüplü inşaata dayalı ileri teknolojisiyle elbette
simgesel bir önemi vardır ve-politik savaşçı gözüyle bakıldığında
Batı küstahlığının bir ifadesi olarak görülebilir. Bu bağlamda, tüplü
teknolojinin ardındaki başlıca mühendisin Fazlur Rahman Han oldu
ğunu anımsamak ilginçtir. Bangladeş kökenli Şikagolu bir mühendis
olan Fazlur Rahman bu buluşun temelinde yatan asıl çalışmayı yapan
kişidir ve daha sonraki yıllarda Şikago'daki 1 1 0 katlı Sears Kulesi ile
88 KİMLİK VE ŞİDDET
100 katlı John Hancock Merkezini ve Suudi Arabistan Cidde'deki Hac
Terminalini de o tasarlamıştır. Aynı zamanda 197l 'de Bangladeş'in
Pakistan'a karşı bağımsızlık savaşına katılmış ve bu savaşı anlatan,
okunmaya değer Bengalce kitabı kaleme almış bir kişidir. Müslüman
olmanın her şeyi kucaklayıcı bir kimlik olmadığı kabul edildiğinde,
Müslümanların çok sayıda kültürel ve politik bölünmede farklı yan
larda yer aldıkları gerçeği hiç de şaşırtıcı olmasa gerek.
Müslümanların küresel bilgide büyük bir farklılık yaratmış birçok
zihinsel katkılarının hiçbir anlamda saf İslami katkılar olmadığını gör
mek de önemlidir. MIT'den ya da Princeton veya Stanford'dan bir
modern matematikçinin zor bir bilgi işlem sorununu çözmek için bir
"algoritma" bulması, bugün bile, "algoritma" terimini onun adına
borçlu olduğumuz, 9. yüzyıl Arap matematikçisi Musa el Harezmi'nin
katkılarının anılmasına vesile olmaktadır ("cebir" terimi onun Hesab
ül Cebir vel-Mukabele adlı kitabından gelmektedir) . Matematik, bilim
ve teknoloji tarihindeki diğer birçok gelişmeyi de Müslüman entelek
tüellere borçluyuz.
Bu gelişmelerin çoğu Avrupa'ya, Arapça'dan Latince'ye çevirilerin
oldukça yaygınlaştığı ikinci bin yılın başında ulaştı. Ne ki, Avrupa üze
rindeki etkiler İspanya'daki Müslüman hükümdarlar sayesinde daha
erken bir dönemde görüldü. Buna teknolojik ilerleme alanından bir
örnek vermek gerekirse, hem Arap hem de Berberi Müslüman mü
hendisler, Ortadoğu'nun çorak topraklarında daha önce uyguladıkları
buluşlardan yararlanarak, İspanya'da acequias biçiminde bilinen sula
ma teknolojisini geliştirip kullanıma soktular. Bu, bin yıldan da uzun
bir süre önce, o zamana kadar tamamıyla çorak olan Avrupa toprak
larında tahıl, meyve ve sebze yetiştirmeyi ve hayvan otlatmayı müm
kün hale getirdi. Bu hayranlık uyandırıcı teknik görevin sorumluluğu
nu yüzyıllar boyunca fiilen Müslüman teknisyenler üstlendi.8
Dahası, Müslüman matematikçiler ve bilimciler fikirlerin Eski Dün
ya boyunca hareket etmesi sayesinde teknik bilginin küreselleşme
sinde önemli bir rol oynadılar. Örneğin, ondalık sistem ve trigono-
Dinsel Aidiyetler ve İslam Tarihi 89
metri alanındaki bazı ilk sonuçlar, ikinci bin yılın ilk yıllarında, Arap
ve İranlı matematikçilerin yapıtları sayesinde, Hindistan'dan Avru
pa'ya aktarıldı. Aynı zamanda, Hindistanlı matematikçilerin-Aryab
hata, Varahamihira ve Brahmagupta'nın-5. yüzyılla 7. yüzyıl arasın
da ulaştıkları ve Sanskritçe makaleler halinde ürettikleri matematik
sonuçların Latince versiyonları önce Sanskritçeden Arapçaya, oradan
da Latinceye çevrilip, iki ayrı aşamadan geçerek Avrupaya ulaştı (bu
tür çok kültürlü aktarımları 7. Bölümde ele alacağım). Tarihin o dö
neminin buluşçu düşüncesinin liderleri durumundaki Müslüman en
telektüeller kendilerini bilim ve matematiğin küreselleşmesine ada
mışlardı. İşin içindeki insanların hangi dinden oldukları (Müslüman
mı, Hindu mu, yoksa Hıristiyan mı oldukları), matematik veya bilim
alanındaki bu Müslüman liderlerin bilime olan adanmışlıkları açısın
dan pek bir şey değiştirmiyordu.
Benzer bir biçimde, Batı klasiklerinin birçoğu da, özellikle antik
Yunan kökenli olanlar, ancak Arapça çevirileri sayesinde yok olmak
tan kurtulmuşlar ve ikinci bin yılın Avrupa Rönesans'ına ön gelen ilk
yüzyıllarında, çoğunlukla Latinceye tekrar çevrilmişlerdir. Bu Arapça
çeviriler başlangıçta elbette koruma amacıyla değil, birinci bin yılın
sonunda oldukça büyük bir genişliğe ulaşmış olan Arapça konuşan
dünyada bunlardan yararlanılabilsin diye yapılmıştı . Ama bu sürecin
yerel olduğu kadar küresel de olan nihai sonuçları, bu belirleyici yüz
yıllarda dünya düşüncesinin liderliğini yapan o kişilerin bilginlikleri
nin kapsam ve açık fikirliliğinden beklenebilecek şeylere tamamıyla
uygun düşmektedir.
Çoğul Kimlikler ve Çağdaş Politika
Günümüzde Müslümanları (1) tamamıyla-ya da esas olarak-men
sup oldukları İslam dini bağlamında görmek ile (2) İslam kimlikleri-
90 KİMLİK VE ŞİDDET
ni de kesinlikle içermekle birlikte, bilimsel ilgi alanlarının, mesleki
yükümlülüklerinin, edebi uğraşlarının veya politik aidiyetlerinin ürü
nü olan bağlılıklarını dışlaması şart olmayan bir bağlam içinde anla
mak arasındaki ayrıma dikkat etmenin kritik önem taşımasının birkaç
nedeni vardır.
Bu nedenlerden birincisi, elbette, bilginin değerli olmasıdır--olup
biteni bilmenin önemidir. Net bir anlayışa sahip olmak kendi başına
ör.emlidir ve bunun düşünce ve eylem üzerinde geniş kapsamlı so
nuçları olabilir. Örneğin, bir grup eylemci giriştikleri terörist eylemle
rin İslamın bir gereği olduğunu iddia ederek dinsel emirlerin kapsa
mını radikal bir biçimde genişletmeye çalıştıklarında bile, durumun
gerçekten böyle olup olmadığını kesinlikle sorgulayabiliriz. Onların
İslam kimliği ile İslam davasının gereği olarak gördükleri kararlı te
rörist kimlik arasında ayrım yapamayışlarının peşinden süıüklenmek
çok açık ve kaba bir hata olur. Bu ayrımı görmek elbette İslamın ge
reklerinin bu şekilde yorumlanıp yorumlanamayacağının entelektüel
açıdan tartışılmasının önünde bir engel oluşturmaz, ama eğer İslam
kimliği ile Müslüman olan kişinin sahip olduğu çok sayıda kimlik ara
sındaki ayrım tümüyle gözden kaçırılacak olursa, böyle bir tartışma
daha baştan engellenmiş olur.
Çoğu Müslüman bilgin İslamın şartlarının terörizmi gerektirdiği ya
da onu yasakladığı ya da, hatta, terörizmi hoş gördüğü iddiasını tü
müyle reddedecektir; oysa aynı bilginler Müslümanlığın kendisine
yüklediği vecibeleri farklı (kendisini eleştirenlerin bakış açısından ise,
yanlış) yorumladığında, insanın temel İslam inançlarına ve uygulama
larına bağlı kaldığı sürece Müslümanlığından bir şey kaybetmeyeceği
göıüşünü savunacaktır. Ama birinci mesele, şu ya da bu dinsel kim
liğin oynadığı rol ile o dine mensup kişinin (çok çeşitli başka neden
lerle) tercih edebileceği çeşitli öncelikleri birbirine karıştırmamaktır.
İkincisi, bu ayrım dinin politikleştirilmesine karşı savaş açısından
önemlidir. Üstelik burada sadece politik İslamın gösterdiği hızlı bü
yüme değil, aynı zamanda diğer dinlerin politikleşme yönünde kat
Dinsel Aidiyetler ve İslam Tarihi 91
ettikleri enerjik ilerleme de (örneğin Hıristiyanlığın "yeniden doğu
şu"nun ya da Yahudi aşırıcılığının veya Hindutva hareketinin ulaştığı
politik kapsam da) söz konusudur. Pratik dünya-bu bazen gerçek
ten çok iğrenç ve acımasızca sekter bir hal alabiliyor-sistemli bir bi
çimde, insanın bir dini olması ile dinsel inanç içine "hapsedilmesi"
gerekmeyen meseleler üzerinde karar verilirken ihtiyaç duyulan akıl
yürütmenin-ve düşünce özgürlüğünün-reddedilmesinin birbirine
karıştırılmasından etkilenmektedir. Bu sevimsiz politikleşme süreci
nin aldığı çeşitli boyutları, gittikçe kutuplaşan dünyamızda görmek
mümkündür ve bunlar aktif terörizmi doğrudan güçlendirmekten tu
tun da, bu güçlendirmeye ya da şiddete din adına hoşgörü gösteril
mesine göz yummayı yaygınlaştırmaya kadar çeşitli biçimler alabil
mektedir.
Örneğin, Endonezyalı Müslüman akademisyen Syafi'i Anwar'ın
büyük bir telaşla dile getirdiği, "Endonezya'nın sinsince şeriatlaştırıl
ması" sadece dinsel bir uygulamanın gelişmesinden ibaret bir şey ola
rak kalmamakta, aynı zamanda geleneksel olarak hoşgörülü-ve zen
gin çok kültürlülüğe sahip-bir ülkede özellikle savaşçı bir sosyal ve
politik bakış açısının yaygınlaşmasına neden olmaktadır.9 Benzer şey
ler, sahip oldukları kültürel çeşitliliğe ve politik yelpazelerinin geniş
liğine rağmen, başka bazı ülkeler için de söylenebilir-bunlar arasın
da, çatışma kültürünün İslam adına hızlı bir ilerleme kaydettiği Ma
lezya da vardır. Madem dinsel kimliğin istismarı bu tür örgütlü çatış
maların yeşermesinde bu kadar önemli bir rol oynamaktadır, o za
man politik kutuplaşmanın önünün alınabilmesi için bu temel ayrıma
vurgu yapılması gerekir.ıo
Üçüncüsü, bu ayrım bize, yabancıların-sanki o özdeşleşme ora
larda şu anda yaşanmakta olan entelektüel gelişmeleri bütün boyut
larıyla açıklayabilirmiş gibi-sözüm ona İslam dünyası türünden şu
ya da bu din kalıbı içine soktukları ülkelerde ne olup bittiğini daha
eksiksiz anlama imkanını vermektedir. Resmen İslam devleti olan bir
çok ülkenin süregelen politik mücadelelerinde, çoğu baş aktörün
92 KİMLİK VE ŞİDDET
-en dindar Müslüman olanlarının bile-savlarında sadece İslam
kimliğini kullanmadıklarını görmek önemlidir.
Kesinlikle bir İslam devleti olan, İslamın devlet dini olarak kabul
edildiği ve bunun (örneğin Müslüman olmayanların ne kadar çok oy
alırlarsa alsınlar devlet başkanlığına seçilememeleri gibi) çeşitli poli
tik sonuçlar yarattığı Pakistan'ı ele alalım. Bu durumuna rağmen, can
lı bir entelektüel faaliyeti olan bu ülkenin sivil toplumu, esas olarak
-ya da hiçbir bakımdan-din kaynaklı olmayan çok sayıda bağlılığa
ve uğraşa yaşama alanı tanımaktadır. Örneğin, Pakistan'da sadece İs
lamın tanıdığı haklarla sınırlı kalmayan, daha geniş tanımlı insan hak
larını da dile getiren, davasına sıkı sıkıya bağlı ve birçok bakımdan
çok başarılı bir İnsan Hakları Komisyonu vardır. Bu Komisyon, Hin
distan ya da Güney Afrika'nın yasal yetkilerle donatılmış İnsan Hak
ları Komisyonlarının tersine, hiçbir yasal ya da anayasal zemine sa
hip değildir (aslında resmen, bir sivil toplum kuruluşundan başka bir
şey değildir); ama buna rağmen, Asma Jahangir ve LA. Rehman gibi
vizyon sahibi kişilerin önderliğindeki sivil toplum kadınların, azınlık
ların ve tehdit altındaki diğer insanların özgürlükleri için mücadelede
çok şeyler yapmıştır. Hak ettiği bu başarısını, Pakistan'ın (aşırıcılığın
tırpanından kurtulduğu ölçüde) yurttaşlık yasalarına, sivil muhalifle
rin cesaretine ve davalarına adanmışlıklarına, yargı organlarındaki
çok sayıda dürüst yargıcın sağduyusuna, sosyal olarak geniş bir
ilerici kamuoyunun varlığına ve nihayet ama bir o kadar önemli ol
mak üzere, medyanın insan haklarının ve sivil kuralların ihlali konu
sundaki etkin duyarlılığına borçludur. Aslında, Bangladeş basını gibi
Pakistan medyası da, yolsuzluk olaylarını doğrudan araştırıp çarpıcı
bir biçimde haberleştirmekte ve insani-ve genellikle laiklikle ilgili
meseleleri konuya duyarlı kamuoyunun dikkatine sunmakta çok ak
tif olmuştur.11
Bu saptamalar, Pakistan'ın eski Sri Lanka büyükelçilerinden Hü
seyin Hakkani'nin deyişiyle, "Pakistan'ın İslam aşırıcılığıyla ilgili de
rin sorunlarını" ele alma gereğini asla ortadan kaldırmaz. Hakkani'nin
Dinsel Aidiyetler ve İslam Tarihi 93
ikna edici bir biçimde ortaya koyduğu, "Pakistan'daki köktenci grup
ların yararlandıkları orantısız etki gücünün devletin bu tür gruplara
arka çıkmasının sonucu olduğu" teşhisinin ve "İslamcı ve militarist
ideolojilerin egemenliği altındaki ortamın radikallerin ve başka ülke
lere ihraç edilmeye uygun radikalizmin üzerinde yeşerdiği ideal ze
mini oluşturduğu" uyarısının dikkate alınması büyük önem taşıyor.12
Bu meselelerin değişik düzeylerde ele alınması ve sivil yönetimde ve
orduda reform yapılması, demokratik hakların vurgulanması, dinsel
ve aşırı olmayan politik partilere daha fazla faaliyet özgürlüğü tanın
ması ve öğrencileri çatışmaya ve militanlığa yatkın hale getiren eği
tim zeminleri ve köktenci okullar meselesinin halledilmesi gerekiyor.
Ama aynı zamanda Pakistan içinde süregelen ve entelektüel toplulu
ğun değerli ve genellikle vizyon sahibi bir rol oynadığı mücadeleye
de dikkat edilmesi gerekiyor. Nitekim, Hüseyin Hakkani'nin derin
analizi alabildiğine yapıcı olan bu hareketin bir parçasıdır. Ameri
ka'nın başını çektiği "teröre karşı savaş" askeri çıkışlarla, devletler
arası diplomasiyle, hükümetler arası diyaloglarla ve genel olarak yö
netenlerle birlikte hareket etmekle (sadece Pakistan'da değil, dünya
nın her yerinde) o kadar çok ilgilidir ki, çok zor koşullar altında kri
tik önemde çalışmalar yapan sivil toplumu ciddi şekilde ihmal etme
eğilimi ortaya çıkmıştır.
Pakistan'da geniş kapsamlı insancıl çabaların gerçekten zengin bir
geçmişi vardır ve bu gelenek takdir ve desteği hak etmektedir. Bu ge
lenek başka bağlamlarda küresel dikkati üzerine çekmeyi başarmış,
geniş hayranlık uyandıran sonuçlara zaten ulaşmış bulunuyor. Örne
ğin, Pakistan'ın eski maliye bakanı iktisatçı Mahbub ul Hak'ın öncü
lüğünde, ekonomik ve sosyal ilerleme konusunda geliştirilmiş (ilerle
meyi sadece gayri safi ulusal hasılayla değil, insanların yaşam koşul
larının zenginleşmesiyle ölçen) insani yaklaşım bunlardan biridir.13
Kamusal politikalardaki eksiklikleri (bu konudaki eleştiriler genellik
le ağır olmuştur) değerlendirmekte bu yaklaşımdan, Pakistan'ı da
kapsar biçimde, uluslararası ölçekte geniş bir şekilde yararlanılmıştır
94 KİMLİK VE ŞİDDET
ve şu anda da, Birleşmiş Milletlerin ekonomik ve sosyal kalkınma ko
nusundaki yapıcı çabalarının esas dayanaklarından biri de bu yakla
şım olmaya devam etmektedir. Pakistan'ın yurtdışına ihraç ettiği şey
lerin A.Q. Han'ın gizli nükleer nesnelerinden ibaret olmadığının gö
rülmesi önemlidir.
Din farkı gözetmeyen bu tür önemli katkılar, özel olarak ilgili in
sanların dindarlıklarının değil, engin vizyonlarının eseri olmaktadır.
Böyle olmakla birlikte, bu olgu Mahbub ul Hak'ı daha az Müslüman
yapmıyordu. Kendi alanında dine olan inancı güçlüydü-Cl 950'li yıl
ların başlarında, Cambridge Üniversitesindeki lisans öğrenciliğimden,
1998'deki ani ölümüne kadar) onun yakın arkadaşı olma ayrıcalığına
erişmiş bir kişi olarak bunu teyit edebilirim. Müslümanların, bir yan
da geniş çeşitliliğe sahip bağlılıkları, öte yanda özellikle onların dar
anlamdaki İslami kimlikleri olmak üzere, bu ikisi arasındaki ayrımın
anlaşılması olağanüstü önemlidir.
Bu ayrımın önemine yapılan vurgunun dördüncü nedeni, şu anda
sürdürülmekte olan "terörizme karşı verilen savaşların" bazılarında,
bu noktanın önemli oranda-ve bazen de tümüyle-gözden kaçırılı
yor olmasıdır. Bunun amaca çok ters düşen sonuçları olabilir-ve
ben bu sonuçların yeterince bol olduğuna inanıyorum. Örneğin, te
rörizme karşı savaşta, dini "kendi tarafına" devşirme çabaları sadece
çok verimsiz olmakla kalmamış, aynı zamanda, bana kalırsa, ciddi bir
kavramsal yön sapmasına da uğramıştır. Bu konu, üzerinde daha ay
rıntılı durulmayı kesinlikle hak etmektedir.
Terörizmle Savaş ve Kimlikleri Anlamak
Müslümanların çoğul kimlikleri ile onların özellikle İslami kimlikleri
arasındaki kafa karışıklığı sadece tarifle ilgili bir hata değildir; bunun
yaşadığımız istikrarsız dünyadaki barış politikaları bakınundan da
Dinsel Aidiyetler ve İslam Tarihi 95
ciddi sonuçları vardır. Günümüz dünyasındaki küresel çatışmalar ve
terörizm çok sayıda endişeye neden oluyor. Öyle de olması gerekir,
çünkü bunlar ciddi tehditler ve bu tehlikeleri aşmak ve azaltmak için
bir şeyler yapmaya acilen ihtiyaç var. Bu konuda son yıllarda yapılan
müdahaleler, Afganistan ve Irak'a askeri müdahaleleri içeriyor. Bun
lar kamuoyunda tartışılacak önemli konulardır (Irak operasyonu baş
ta olmak üzere, koalisyon partnerlerinin başvurdukları politikaları
baştan sona kuşkuyla karşıladığımı itiraf etmeliyim), ama benim bu
rada üzerinde duracağım konu, çatışmalar ve terörizm konusundaki
küresel yaklaşımların kültürel ilişkilere ve sivil topluma yönelik ka
musal politikalarla bağlantılı başka bir yönü olacaktır.
1 . Bölümde de sözünü ettiğimiz gibi, bu kitap özellikle, bu çatış
malara bakışın ve anlaşılmasının ve kamusal eylemin taleplerinin yo
rumlanışının kavramsal çerçevesiyle ilgilidir. Burada, dünyadaki in
sanların tek bir kategoriye göre sınıflandırılmasına dayanılması kafa
karıştırıcı bir rol oynamaktadır. Bu kafa karışıklığı, içinde yaşadığımız
dünyanın patlamaya hazır barut fıçısı niteliğini daha da artırıyor. Bu
rada sözünü ettiğim sorun, Batıdaki, örneğin ABD Kara Kuvvetlerin
den korgeneral William Boykin gibi (bu kişinin Hıristiyan Tanrısının
İslam Tanrısından "daha büyük" olduğu iddiasına 1 . Bölümde değin
miştik) bazı kişilerin diğer kültürler hakkında dile getirdiği kaba ve
küfür niteliğindeki görüşlerden çok daha inceliklidir. Böyle görüşler
deki mankafalılığı ve saçmalığı görmek kolaydır.
Ne ki, bundan daha büyük ve daha genel bir sorun olarak görü
lebilecek olan şey, insanların tamamıyla dinsel kimlikler etrafında, te
kil aidiyetlerine göre sınıflandırılmasının (kaba iftiralara yer vermiyor
olsa bile) yaratabileceği korkunç sonuçlardır. Bu, günümüz dünya
sındaki küresel şiddet ve terörizmin niteliğinin ve dinamiğinin anla
şılması bakımından özellikle kritiktir. Dünyanın dinlere göre bölün
mesi dünyadaki insanlar ve onlar arasındaki çeşitli ilişkiler hakkında
son derece yanıltıcı bir anlayış yaratır ve aynı zamanda, iki insan ara-
96 KİMLİK VE ŞİDDET
sındaki diğer bütün önemli meselelerin dışlanması pahasına, tek bir
ayrımın mercek altına alınması sonucunu doğurur.
"İslam terörizmi" denilen şey ele alınırken, Müslüman olmanın
güçlü bir çatışmacı militanlığı gerektirip gerektirmediği ya da, çok sa
yıda dünya liderinin sevecen-hatta özendirici-bir tarzda savundu
ğu gibi, "gerçek bir Müslümanın" hoşgörülü bir kişi olması gerekip
gerekmediği konusunda tartışmalar olmuştur. İslamın mutlaka çatış
macı olması gerektiği anlayışının reddi kesinlikle yerinde ve günümüz
koşullarında olağanüstü önemlidir ve Tony Blair özellikle bu konuda
ki çabalarından ötürü hararetle alkışlanmayı hak etmektedir. Ama Bla
ir'in sık sık "İslamın ılımlı ve gerçek sesi"nden söz etmesi bağlamın
da, kimin "gerçek Müslüman" olduğunu, o kişinin çatışma ve hoşgö
rü konusundaki politik ve sosyal inançlarına göre belirlemenin müm
kün-ya da şart-olup olmadığını sormak gerekir. Daha önce de de
ğindiğimiz gibi, değişik Müslümanlar bu konularda, geçmişte çok
farklı konumlarda olmuşlardır. Bu din merkezli politik yaklaşımın ve
bunun yarattığı kurumsal politikaların sonucu ("tek bir birleşik cephe
oluşturmak üzere tasarlanmış bir sonraki yaşamsal aşamada, hükümet
Müslüman liderlerle bir araya gelecektir" türünden sık rastlanan açık
lamalar buna verilebilecek örneklerinden sadece biridir), dinsel olma
yan kurum ve hareketlerin öneminin azalmasına karşılık, dinsel oto
ritelerin sesinin daha yüksek ve güçlü çıkması olmuştur.
Tek bir kimlik-dinsel kimlik-varsayımına göre hareket etmenin
yarattığı zorluk elbette sadece Müslümanlar için söz konusu olan özel
bir sorun değildir. Aynı şey, Hıristiyan, Yahudi, Hindu ya da Sih olan
insanların politik görüşlerini ve sosyal kanaatlerini esas olarak-ya da
sadece-sözde dinsel liderlerin kendi "sürülerinin" sözcüsü sıfatıyla
açıkladıkları şeyler temelinde anlama çabaları için de geçerlidir. Te
kil sınıflandırma, diğer bakış açılarını görece arka plana itip gölgede
bırakırken, söz konusu dinsel hiyerarşinin "kurumsal" şahsiyetlerini
hakim duruma getirmektedir.
Dinsel Aidiyetler ve İslam Tarihi 97
Müslümanların dinsel kurumlan ile Hıristiyan olmayan diğer grup
ları küresel barışın ve yerel huzurun sağlanması konusunda diyalog
içine sokma çabalarına rağmen, dinsel köktenciliğin ve militan dev
şirme faaliyetlerinin Batılı ülkelerde bile gelişmeye devam etmesi gü
nümüzde endişe-ve bir miktar da şaşkınlık-yaratmaktadır. Oysa
bunun şaşılacak bir tarafı yoktur. Söz konusu dinleri politik ve sos
yal tutumlarına göre yeniden tanımlama çabasının yanı sıra, dinsel li
derleri ve din adamlarını da, politik davalara destek olsunlar diye, se
ferber etmeye çalışmak, insanların-ister dindar olsunlar ister olma
sınlar-kendi alanlarında sahip olabilecekleri ve oldukları dindışı de
ğerlerin önemini arka plana itmektedir.
Mollaları ve din adamlarını doğrudan dinle ilgisi olmayan alanlar
da rol oynasınlar diye seferber etme çabaları cami ya da mabetlerde
verilen vaazlarda elbette bir miktar değişiklikler yaratabilir. Ama bu
durum aynı zamanda, dinleri gereği Müslüman olan ve özü itibariyle
politik ve sosyal nitelikli sorunlar konusunda (diğer çevrelerin yanı
sıra) bir şeyler yapabilecek durumda olan ve fiilen de yapan insanla
rın sivil girişimlerini de arka plana iter. Dahası, özellikle farklı dinsel
topluluklara mensup kişiler arasındaki dinsel farklılıkları-sahip ol
dukları ve daha birleştirici bir rol oynayabilecek olan (söz konusu ül
kenin vatandaşlığı da dahil) diğer kimlikleri pahasına-Do plana çı
kartarak, aralarındaki uzaklık duygusunu daha da artırır. Müslüman
olan bir İngiliz vatandaşı, dini liderlerle konuşmaya özellikle önem
veren başbakanla iletişim kurmak için, ait olduğu dinsel topluluğun
din adamlarına ya da diğer liderlerine tabi olmak zorunda mıdır?
İnsanların dinle bağlantılı olanlar dışındaki diğer bütün kimlikleri
nin görmezden gelinmesinin dinsel sekterliğin gücünü kırmanın so
runlu bir yolu olduğunun görülmesi kimseyi şaşırtmamalı. Bu sorun,
savaşın yerle bir ettiği Irak ile Afganistan'daki daha zor-ve daha fır
tınalı-politik durumla başa çıkmaya çalışılırken kendisini daha da
büyük bir keskinlikle ortaya koymaktadır. Irak'ta 2005'te yapılan se
çimler ve referandum, onlara özgü değerlendirme kriterleri bakımın-
98 KİMLİK VE ŞİDDET
dan, oldukça büyük bir başarı olarak görülebilir: Seçimler yapılmış
tır, seçmenlerin katılım oranı oldukça yüksektir ve şiddet olayları bu
genel başarıya gölge düşürememiştir. Ama yine de, dinsel kurumla
rın sağladıklarının ötesine geçen, herkese açık fırsatların ve katılımcı
diyalogun bulunmadığı koşullarda, oy kullanma süreci, önceden kes
tirilebileceği gibi, dinsel ve etnik gruplardan kaynaklanan bir sekter
lik içeriyordu. Farklı kesimlerden (Şii, Sünni, Kürt) insanların seçime
ve referanduma katılım oranının-genel vatandaşlık rollerinin serpi
lip gelişmesine çok az imkan verildiği için-bu kesimlerin sözcüleri
nin katı arabuluculuğuna tabi olduğu anlaşılıyor.
Kabil'deki Karzai hükümetinin çok sayıdaki başarısına rağmen (bu
hükümet kesinlikle çok şey başarmıştır), Afganistan'da da, yoğunluğu
daha az olmakla birlikte, resmi politikayı daha ilgi uyandırıcı ama kri
tik önem taşıyan, dinsel politikanın ötesine geçebilecek, herkese açık
diyalogların ve karşılıklı etkileşimlerin geliştirilmesi yerine, kabile li
derleri toplantılarına ve din adamlarının oluşturduğu meclislere da
yandırma çabası yüzünden, benzer bir sorun yaşanmaktadır. Dinsel
aidiyeti her şeyi kucaklayan bir kimlik olarak görmenin politik bede
li oldukça yüksek olabilir. Afgan liderliğinin karşı karşıya olduğu mu
azzam meydan okumalar veri alındığında, denenmekte olan yaklaşım
lar konusunda sabırlı olmak gerekir, ama bu dar yolu tercih etmenin
yaratabileceği uzun vadeli zorluklar Karzai hükümetinin övülmeyi hak
eden başarısına halel vermeden dile getirilmek zorundadır.
Terörizmin yarattığı küresel meydan okum.aya gelince, ona karşı
mücadele eden dünya liderlerinden, şu anda tanık olduğumuzdan da
ha büyük bir düşünce berraklığı beklemeye hakkımız var. İçe kapan
macı kimlik anlayışına olan üstü örtük inancın yarattığı kafa karışıklı
ğı küresel terörizmi alt etmenin ve ideolojik olarak örgütlenmiş geniş
çaplı şiddetten arınmış bir dünya yaratmanın önünde ciddi bir engel
oluşturmaktadır. Çoğul kimliklerin ve dinsel aidiyetlerin ötesinde du
ran bir dünyanın var olduğunun görülmesi, çok dindar insanlar için
bile, içinde yaşadığımız şu sancılı dünyada bazı farklılıklar yaratabilir.
Dinsel Aidiyetler ve İslam Tarihi 99
Terörizm ve Din
Daniel Pearl'i az da olsa tanıma ayrıcalığım oldu. 2000 yazında Pa
ris'te yaptığım konuşmayı dinlemeye gelmişti ve daha sonra birlikte
uzunca bir konuşmamız oldu. Kısa bir süre sonra, Wall Street]ournal
hesabına Hindistan'da gazetecilik yapmak üzere Bombay'a (ya da bu
günkü adıyla Mumbai'ye) gönderileceğini biliyordu. Daha ileri bir ta
rihte, Şubat 2001 başlarında, onunla Bombay'da tekrar karşılaştığı
mızda, sohbetimizi sürdürme imkanını buldum. Pearl'in sadece ola
ğanüstü zekasından değil, aynı zamanda hakikati kovalama ve o yol
dan, daha iyi-ve adaletsizliklerle daha az dolu-bir dünya yaratıl
masına katkıda bulunmaya olan adanmışlığından da çok etkilendim.
Onunla birlikte, özellikle ilk karşılaşmamız sırasında, dünyadaki şid
det tohumlarının az dikkat çeken adaletsizliklerin yanı sıra, cehalet ve
kafa karışıklığının da etkisi altında olduğu üzerinde durduk. Daniel
Pearl'in anlayışından ve aydınlanmayı ilerletme yoluyla barış ve ada
let için savaşmaya olan adanmışlığından hem zihinsel hem de duy
gusal olarak etkilendim. Onun araştırmaya ve keşfetmeye olan bu
tutkusu, ne yazık ki sonunda hayatına mal oldu-onu son görüşüm
den bir yıl sonra teröristler tarafından kaçırılıp Pakistan'da öldüıüldü.
Daniel'in babası ve çalışmasını kültürler arası anlayışı geliştirmeye
adamış Daniel Pearl Vakfı'nın başkanı Judea Pearl, Müslüman akade
misyenlerin Amman'da (Ürdün) yaptığı önemli bir toplantının sonuç
ları hakkında kısa bir süre önce kaleme aldığı çarpıcı-ve aynı za
manda aydınlatıcı-bir makalede sıkıntısını dile getiriyordu. Kırk ül
keden 1 70 İslam din adamının ve uzmanın katıldığı bu konferans
"Gerçek İslamı ve Modern Toplumdaki Rolü"nü tanımlamaya çalış
mıştı. Amman konferansının 6 Temmuz 2005 günü yayınlanan sonuç
bildirgesinde kategorik olarak şöyle deniyordu: "Allah'a (C.C.) ve El
çisi'ne (S.A.V.), imanın şartlarına inanan ve İslamın şartlarına saygı
gösteren ve dinin gereği olan kurallarından hiçbirini inkar etmeyen
1 00 KİMLİK VE ŞİDDET
hiçbir Müslüman grubu sapkın olarak ilan etmek mümkün değil
dir. "14 Judea Pearl, öfkesini dışa vurmayacak kadar kibar ve hoşgörü
lü bir insan olmakla birlikte, bildirgenin vardığı " imanın şartlarına
inanmanın sapkınlık suçlamasına karşı şaşmaz bir koruma sağlayaca
ğı" sonucu onu hayal kırıklığına uğratmıştı. Makalesinde bunun şu
anlama geldiğine işaret ediyordu: "Bin Laden, Abu Musab Al-Zarqa
wi ve Daniel Pearl ile Nick Berg'in katilleri Müslüman inancının sa
mimi mensupları olmaya devam edeceklerdir-yeter ki, onu açıkça
inkar etmesinler. "
Judea Pearl'in bu hayal kırıklığı açıkça beslediği bir umudu da
yansıtıyordu: Korkunç terör eylemleri sadece Müslüman akademis
yenlerce lanetlenmekle kalmayacak (nitekim bunu hiç de muğlak ol
mayan bir biçimde yaptılar), aynı zamanda dinsel aforoz için de ye
terli bir zemin oluşturacaktı. Ama aforoz diye bir şey olmadı ve Müs
lüman olmanın şartları İslamın temellerinde yer aldığına göre, böyle
bir şey zaten olamazdı. Judea Pearl'in olayında, yaşadığı kişisel hayal
kırıklığı tamamıyla doğaldır, ama aynı beklentiye terörizme karşı kü
resel düzeydeki savaş stratejisinde yer verilecek olursa, o zaman Ba
tılı stratejicilerin terörizmle mücadelede teröristleri sapkın ilan etmek
için dinin kendisinden yararlanılabileceğini beklemelerinin makul bir
nedeni olup olmadığı haklı olarak sorulabilir. Bu umut Amman'da
yerle bir oldu, ama stratejicilerin böyle bir beklenti içine girmeleri ak
la yatlun mıydı?
Daha önce de üzerinde durduğumuz gibi, "gerçek Müslümanı"
-İslamın dayatmadığı ve farklı Müslümanların yüzyıllar boyunca çok
farklı tutumlar takındığı bir konu olan-çatışma ve hoşgörü hakkın
daki inançlara dayanarak tanımlamanın mümkün olup olmadığını
sormamız gerekir. Bu konularda farklı tutumlar içinde olma özgürlü
ğü Ürdün Kralı II . Abdullah'a, söz konusu konferansta yaptığı gibi,
"Belli bazı aşırı grupların İslam adına başvurdukları şiddet ve terö
rizm eylemlerinin İslam ilkelerine ve ideolojisine kesinlikle ters düş
tüğü" iddiasını kesin bir dille ifade etme imkanı vermiştir. Ama-as-
Dinsel Aidiyetler ve İslam Tarihi 10 1
lında bir paylama olan-bu teşhis bizi, buna rağmen, bu şekilde eleş
tirilen kişinin "sapkın" sayılması gerektiği sonucuna götürmeye yet
miyor ve Amman deklarasyonunun Müslüman akademisyenlerce te
yit edilen merkez noktası da budur. Sapkınlık temel bir dinsel inanç
ve belirlenmiş bir uygulama meselesidir; yoksa sosyal ya da politik il
kelerin doğruluğu ya da sivil toplumun haklılığı, hatta çoğu Müslü
manın hangi sivil davranışı korkunç ya da hangi politik davranışı iğ
renç saydığını tespit etme meselesi değildir.
Müslüman Kimliklerin Zenginliği
Eğer bir Müslümanın tek kimliği İslam olsaydı, o kişinin bütün ahla
ki ve politik yargıları elbette özel olarak dinsel değerlendirmelerle
bağlantılı olurdu. Batının sözüm ona terörizme karşı savaşta İslamı
seferber etme çabalarının-özellikle Ango-Amerikan çabalarının-te
melinde bu içe kapanmacı yanılsama vardır. 15 (1) Bir Müslümanın de
ğişik ortaklıkları ve aidiyetleri (bunlar kişiden kişiye büyük değişik
likler gösterebilir) ile (2) o kişinin özellikle İslam kimliği arasında ay
rım yapma isteksizliği, Batılı liderleri terörizme karşı verdikleri poli
tik savaşları İslamı tanımlama-ya da yeniden tanımlama-gibi egzo
tik bir yola sapmaya özendirmiştir. Görülmesi gereken sadece bu içe
kapanmacı yaklaşımın şu ana kadar fazla başarılı olamadığı değil, ay
nı zamanda bu yaklaşımdan, bir yanda dinsel meseleler, öte yanda,
ne kadar dindar olursa olsunlar, Müslümanların kendilerinin karar
vermesi gereken meseleler olmak üzere, bu ikisi arasındaki ayrım ve
ri alındığında, fazla bir başarı da beklenemeyeceğidir. Bu iki alan ara
sında bir sınır çizgisi çekmek her ne kadar zor olsa da, dinsel aforoz
ve sapkınlık alanını İslam kurallarının yerleşik merkezi ilkelerinin çok
ötesine taşırmak mümkün değildir. Din kişinin her şeyini kucaklayan
bir kimlik değildir ve olamaz.16
102 KİMLİK VE ŞİDDET
Sözde İslam teröristlerinin dinin rolünü-(Kral Abdullah'ın haklı
olarak işaret ettiği gibi) İslam ilkelerinin ve alanının genel kabul gör
müş ilkelerinin tersine-diğer alanları da kapsayacak şekilde geniş
letmeyi tekrar tekrar denedikleri elbette doğrudur. Aynı zamanda, te
rörizme militan devşirenlerin Müslümanların başka kimliklere de sa
hip olduklarını ve-kendilerini kullananların İslama ilişkin sıradışı
yorumlara dayalı fikirlerine göre davranmak yerine-çok sayıda
önemli politik ve ahlaki konuda karar vermek ve bu kararlarının so
rumluluğunu taşımak zorunda olduklarını unutmalarını istedikleri de
doğrudur. Bu çabaların üzerine dayandırıldığı yanlış varsayımlar ke
sinlikle sorgulanıp eleştirilmelidir. Ama terörist devşirmenin bu türü
nü kullananları "sapkın" ilan ederek durdurmaya çalışma stratejisi
de-korkarım bir miktar tekilci bir tarzda-dinin menzilini yerleşik
alanının dışına taşırmak olacaktır.
Kimliklerin çoğulluğuna ilişkin temel kabulün, din alanının sınır
ları içinde ne kadar dindar olurlarsa olsunlar, insanları sadece dinsel
bağlamda ele alma çabasına karşı önemli bir etkisi olacaktır. Terö
rizmle dinden yararlanarak başa çıkma çabası, Müslümanların-de
mokrasinin yaşama geçirilmesi de dahil-sivil toplumdaki rollerine
vurgu yapılmasına ve bu rolün çok daha fazla desteklenmesine ihti
yaç duyulduğu bir dönemde, İngiltere ve Amerika'daki İslam din
adamlarının ve din kurumunun diğer mensuplarının seslerinin daha
çok çıkması sonucunu doğurmuştur. Vatandaşların (dinsel kökenle
rinden bağımsız olarak) yürüttükleri sorumlu politik eylemlerini geri
letmek ve arka plana itmek için dinci aşırıcılığın yapıp ettiklerinin kö
kü kazınacağı yerde, din kurumunu terörizme karşı savaşta "doğru ta
raf" lehine kullanma çabaları yüzünden, onların bu faaliyetleri belli
ölçüde güçlendirilmiştir. Politik ve sosyal kimliklerin dinsel kimlik
karşısında arka plana itilmesinden zararlı çıkan sivil toplum olmuş
tur-hem de tam güçlendirilmesine büyük ihtiyaç duyulduğu bir za
manda.
5 . BÖLÜM
BATI VE BATI KARŞITLIGI
G ünümüz dünyasında "batılılaşmaya" karşı direnç kendisini iyi
den iyiye hissettiriyor. Bu direnç "Batılı" addedilen fikirlerden
uzak durmak biçimini alabiliyor-oysa bunların çoğu Batılı olmayan
toplumlarda ortaya çıkmış, gelişmiş ve küresel geçmişimizin bir par
çası haline gelmiştir. Örneğin özgürlüğe değer vermenin ya da kamu
ya açık akıl yürütmeyi savunmanın, onu yalnızca "Batılı" yapan hiç
bir yanı yoktur. Buna rağmen bu fikirlere "Batılı" damgası vurulması,
diğer toplumlarda onlara karşı olumsuz bir tutum takınılmasına ne
den olabilir. Nitekim bu tutumun kendisini, Batı karşıtı söylemde,
"Asyalı değerlerin" şampiyonluğunu yapmaktan (bu tutum 1 990'lı yıl
larda özellikle Doğu Asya'da gelişmiştir), "İslam ideallerinin" Batının
savunduğu her şeye kökten düşman olmasında ısrar etmeye kadar
(son yıllarda kendisine epey taraftar bulmuş bir tutum), değişik bi
çimlerde ortaya koyduğu görülebilmektedir.
Batıya ya da sözlim ona Batıya yönelik bu takıntının nedeni kıs
men sömürgecilik tarihinde yatmaktadır. Batı empeıyalizmi son bir
kaç yüzyıl boyunca, sömürgeci güçlerce yönetilen ya da onların ege
men olduğu ülkelerin politik bağımsızlığını yok etmekle kalmamış,
aynı zamanda kafasını Batıya takmış bir davranış atmosferi de yarat-
103
1 04 KİMLİK VE ŞİDDET
mıştır. Bu takıntının aldığı biçimler, bir yanda körü köıüne taklit, öte
yanda kararlı düşmanlık olmak üzere, çok değişik biçimler almakta
dır. Sömürgeleştirilmiş zihnin diyalektiği kendi içinde hem hayranlığı
hem de hoşnutsuzluğu barındırır.
Sömürgecilik sonrasındaki Batı hoşnutsuzluğunu sadece sömürge
cilerin kötü muamelesine, sömürüsüne ve aşağılamasına karşı bir tep
ki olarak görmek hata olur. Sömürgecilik sonrası yabancılaşmada,
gerçekten istismarcı olan geçmişe tepkiden daha fazlası vardır. Bu
konuda "kısasa kısas" türünden aceleci bir açıklamanın peşine düş
mek yerine, sorunun daha derinine inmemiz gerekir-az sonra bu
nun üzerinde daha fazla duracağız.
Bununla birlikte, geçmişte ciddi istismarların olduğunu ve bazen
toplumsal bellekte-nesir ve şiir olarak-yer etmiş bu fiili ihlallerin
Batı karşıtı tutumları bugün dahi canlı tuttuğunu kabul etmek ve
anımsamak da önemlidir. Dünkü imparatorluklara--özellikle İngiliz
imparatorluğuna-yönelik samimi bir nostaljinin Avrupa'da (ve garip
bir biçimde Amerika'da bile) tekrar canlanır gibi olduğu dikkate alı
nacak olursa, sömürgeci haksızlık algısının tümüyle temelsiz olmadı
ğını anımsamakta yarar vardır.
Sömürgeci efendilerin (Hindistan'da, 13 Nisan 1919 günü yapılan
barışçı bir toplantıda silahsız 379 kişinin kurşunlanmasının çok iyi
gösterdiği türden) ihlal ve vahşetlerine ek olarak, boyundurukları al
tında tuttukları insanlara karşı sergiledikleri genel psikolojik tutumla
rı da çoğunlukla güçlü bir aşağılanma duygusu ve algısal bir küçük
düşürülmüşlük dayatması yaratmıştır. Sömürgeci aşağılamanın bo
yunduruk altında tutulan insanların diyalektiğindeki rolü, en az im
paratorluk yetkililerinin dayattığı ekonomik ve politik asimetrinin ya
rattığı sonuçlar kadar dikkate alınmayı hak etmektedir.
John Bunyan Çarmıh Yolcusu 'unda "aşağılanma vadisinden" söz
eder. Uzun yıllarını hapiste geçirmiş olan Bunyan aşağılanmanın ne
demek olduğunu çok iyi bilmektedir. Aslında Çarmıh Yolcusu 'nu
Batı ve Batı Karşıtlığı 105
yazmaya 1670'li yıllardaki ikinci hapisliği sırasında başlamıştır (kita
bın basım tarihi 1 678'dir). Ama bu hayali vadinin imgesi ne kadar
dehşet verici olursa olsun, yine de diyelim Afrika'nın o yüzyılda za
ten yaşamakta olduğu onursuzluk ve küçük düşürülmüşlük dünyası
nın eline su bile dökemezdi. İnsan ırkına analık etmiş ve dünya uy
garlığının çok sayıda öncü gelişmesini gerçekleştirmiş olan Afrika,
Avrupa kıtasının bir dominyonu ve Yeni Dünya'ya hayvanlar gibi
nakledilen köleleri avlama alanı haline getirilmeye başlamıştı bile.
Aşağılanmanın insan yaşamı üzerindeki yıkıcı sonuçları konusun
da ne kadar söz söylense azdır. Köle ticaretinin ve sömürgeciliğin (ve
açılan fiziksel ve sosyal yaraların üzerine eklenen ırkçı hareketlerin)
yarattığı tarihsel illetler, Albert Tevoedjre'nin başkanlığındaki Bağım
sız Afrika Komisyonu tarafından "Afrika'ya karşı verilen savaş" olarak
görülmüştür-bu komisyon Afrika'nın bugünkü esas görevini "aşağı
lanmaya karşı savaşı kazanmak" (raporun başlığı budur) olarak belir
lemiştir.1 Komisyonun iddiasına göre, Afrika'nın son birkaç yüzyıl bo
yunca boyunduruğa vurulup kötülenmesi, ardında bu kıtanın insan
larının savaşmak zorunda oldukları muazzam bir olumsuz miras bı
rakmıştır. Bu mirasın içinde sadece eski kurumların tahribi ve yerle
rine yenilerini inşa etme konusunda kaçan fırsatlar değil, aynı zaman
da çok şeyin ancak onun üzerinde inşa edilebileceği sosyal güvenin
yok edilmesi de vardır.
Benzer baltalamalar başka yerlerde de olmuştur. Hindistan'daki
İngiliz idaresinin gerçek anıları artık İngiltere'de büyük ölçüde silin
miş ve onun yerini (köri tadının eşliğinde) o idareye duyulan güçlü
bir nostalji almış olduğuna göre, Güney Asyalıların İngiltere'ye karşı
takındıkları karmaşık tavrın, empeıyal zihniyetinin başka unsurlarıy
la birlikte bulunan özellikle itici bazı öğelerine duyulan tepkileri içer
diğini anımsamakta yarar vardır. İmparatorluk hiyerarşisinde Hindis
tan dostlarının eksikliği hiçbir zaman hissedilmemiş ve bunların var
lığı 18. yüzyılda özellikle önemli olmuştur. Ama imparatorluk bir kez
1 06 KİMLİK VE ŞİDDET
yerli yerine oturunca, 19 . yüzyılın başlarından itibaren, araya bir mik
tar mesafe koymak Hindistan'daki İngiliz subayının eğitiminin kritik
bir parçası haline geldi. 2 Bunun altında yatan mantığın en iyi açıkla
malarından biri de, James Mill'in Hindistan tarihi üzerine yazdığı ün
lü yapıtında yer alır. Bu kitap o ülkeye doğru yola çıkmak üzere olan
imparatorluk kadroları için standart bir okuma malzemesiydi: "Atala
rımızın kaba samimiyetine" karşılık, "Hindu'nun o cilalı dış görünü
münün altında yaradılıştan gelen genel bir hilekarlık ve sadakatsizlik
vardır. "3 Mill'in Hindistan'a bir kez olsun gitmeden ve Hindistan'da
konuşulan dillerden hiçbirini bilmeden yazdığı bu kitap İngiliz yöne
timi tarafından çok yetkin bulunmuş ve kısa bir zaman sonra İngiliz
lerin Hindistan'daki en güçlü idarecisi olacak Lord Macaulay tarafın
dan, "Gibbon'unkinden sonra dilimizde yazılmış, bütünüyle en bü
yük tarih yapıtı" olarak niLelendirilmiştir.4
Mill, kaleme aldığı bu "İngiliz Hindistan subayının incilinde," aynı
zamanda, bazılarının Hintlileri ve Hinduları "yüksek uygarlığa sahip
bir halk" olarak görmelerine karşılık, kendisinin "bu insanların aslın
da uygarlığa doğru ilerleyişin olsa olsa ilk birkaç adımını attıklarını"
düşündüğünü açıkça belirtiyordu.5 Bunu sergilemek için, Mill'in kita
bında klasik Hint astronomisine ilişkin sayfalar dolusu suçlayıcı de
ğerlendirmelerden birini kısaca ele alayım. Bu değerlendirme özellik
le MS 476 doğumlu Aryabhata'nın ortaya attığı dünyanın kendi ekse
ni etrafında dönmesi ve yerçekimi modeline ilişkindir-bu savlar da
ha sonra, 6. ve 7. yüzyıllarda, sırasıyla Hintli astronomlar Varahamihi
ra ve Brahmagupta tarafından da araştırılmıştır. Bunlar Arap dünya
sında çok iyi bilinen ve çok tartışılan çalışmalardı. Brahmagupta'nın
kitabı Arapçaya aslında 8. yüzyılda çevrilmişti, ama İranlı matematik
çi Alberuni onun Arapça çevirisini 1 1 . yüzyılda tekrar yaptı (çünkü
daha önceki Arapça çevirisinde bazı hatalar olduğunu düşünüyordu) .
18. yüzyılın sonlarında, Kalküta'da, Doğu Hindistan Şirketinde gö
rev yapan William Jones bu eski Sanskritçe belgelere rastladı ve bu
ilk Hintli astronomi çalışmalarına duyduğu hayranlığı ifade etti.6
Batı ve Batı Karşıtlığı 107
Onun bu hayranlığını yorumlayan Mill, Jones'in saflığının kendisini
şaşırttığını söylüyordu.7 Mili, bu atfın saçmalığıyla alay ettikten ve Jo
nes'in Hintli haber kaynaklarının "iddia ve görüşleri" üzerinde yo
rumlarda bulunduktan sonra şu sonuca varıyordu: "Sir William Jo
nes'in, evrendeki düzene ilişkin Avrupalı filozofların fikirlerinden da
ha önceden haberdar olan Hintlilerden, o fikirlerin kendi kitapların
da yer aldığını duyması son derece doğaldır."8 Böylece, Mill'in Hint
lilerin "yaradılıştan gelen genel hilekarlık ve sadakatsizlik" konusun
daki inancı, aynı zamanda kendi Hindistan tarihi kitabı için de açık
layıcı bir işlev de görmüş oluyordu.
Mill, Hintlilerin özellikle matematik ve fen alanındaki sözde başa
rılarını hedefleyen kapsamlı bir saldırıdan sonra, Hint uygarlığının
kendisinin bildiği "diğer aşağı uygarlıklarla" aynı düzeyde olduğu so
nucuna varıyordu: "Çinlilerinki, Perslerinki ve Araplarınki neyse bun
larınki de aşağı yukarı aynıdır" ve diğer "alt uluslarınki, Japonlarınki,
Cochin Çinlilerinki, Siamlılarınki, Burmalılarınki, hatta Malaya ve Ti
betlilerinki" kadar aşağıdır.9 Bu kapsamlı değerlendirmenin ardından,
eğer bu "alt uluslar" sömürgeci Batıya karşı belli bir hoşnutsuzluğun
pençesine düşüyorlarsa, bunu basitçe kendi ürettikleri bir paranoya
ya bağlamak bir parça haksızlık olur.
Sömürgeleştirilmiş Zihnin Diyalektiği
Gene de, sömürgeleştirilmiş zihnin ufuk darlığının ve Batıya ilişkin
-ister hoşnutsuzluk ister hayranlık biçimindeki-takıntılarının aşıl
ması gerekir.
İnsanın kendisini (ya da atalarını) esas olarak, sömürgeciler tara
fından yanlış davranılmış ya da kötü muameleye maruz bırakılmış bi
risi olarak görmesi-bu tespit ne kadar doğru olursa olsun-anlam
sızdır.
1 08 KİMLİK VE ŞİDDET
Bu teşhisin oldukça geçerli olduğu durumlar da elbette vardır. Bir
takım sömürgeci asimetrilerin değişik biçimler altında devam ettiği
-bunlar için genellikle "yeni sömürgecilik" terimi kullanılmaktadır
ve eski emperyal düzenlemelerde büyük hikmetler görme yönünde
ki güçlü yeni eğilim göz önüne alındığında, bu gibi durumlar pekala
sık sık ortaya çıkabilir. Geçmişten gelen aşağılık olma dayatmasına
karşı duyulan rahatsızlığın bugünkü önceliklerimize egemen olduğu
bir yaşamı sürdürmek, insanın kendisine haksızlık yapmasından baş
ka bir şey değildir. Böyle bir durum, aynı zamanda, eski sömürge ko
numundan kurtulanlarda, günümüz dünyasında değer verip sahip
çıkmaları gereken diğer hedeflere ilişkin dikkat sapmalarına da yol
açabilir.
Nitekim, sömürgeleştirilmiş zihnin, sömürgeci güçlerle olan dışsal
ilişki konusunda asalak bir takıntısı vardır. Böyle bir takıntının sonuç
ları çok farklı biçimler alsa da, böyle bir genel bağımlılık kendini ta
nıma bakımından hiç de iyi bir temel oluşturmaz. Birazdan üzerinde
duracağım gibi, bu "tepkici öz algılama"nın günümüzün meseleleri
üzerinde geniş kapsamlı etkileri olmuştur. Sıralayacak olursak: (1) çok
sayıda küresel fikrin (örneğin demokrasi ve bireysel özgürlük fikirle
rinin) "Batıya özgü fikirler" olduğu biçiminde yanlış bir kanaat uyan
dırarak, bunlara karşı beslenen gereksiz düşmanlığı teşvik etmiştir; (2)
dünyanın entelektüel ve bilimsel tarihine ilişkin çarpıtılmış yorumlara
katkıda bulunmuştur (buna su katılmamış "Batılılık" nedir ve karma
miras neleri içerir soruları da dahildir); ve (3) dinci köktenciliğin, hat
ta uluslararası terörizmin gelişmesini destekler nitelikte olmuştur.
Bunun hem dolaysız hem de dolaylı katkıları içeren oldukça uzun
bir liste olduğunu kabul ediyorum, ama bunun ayrıntısına girmeden
önce, bu tepkici öz algılamayı entelektüel kimlikle ilgili tarihsel bir
örnek vererek göstermeye çalışacağım. Bu örnek Hindistan'ın geçmi
şinin yorumlanmasıyla ve Hintli kimliğine ilişkin öz algılamayla ilgi
lidir. !O Hindistan'ın fen ve matematik alanındaki başarılarına yönelik
Batı ve Batı Karşıtlığı 109
-James Mill'inki gibi-sömürgeci aşağılamalar "uyarlanmış" bir öz
algılamaya katkıda bulunmuştur. Batıyla rekabet için Hindistan'ın
"manevi" konulardaki kıyaslamalı üstünlüğünü vurgulayarak "kendi
zeminini" seçen bu tutumun ortaya çıkışını Partha Chatterjee şöyle
yorumlamaktadır:
Antisömürgeci milliyetçilik, sömürgeci toplum içindeki kendi ege
menlik alanını imparatorluk güçleriyle politik savaşa girişmeden
çok önce yaratır. Bunu sosyal kurum ve uygulamalar dünyasını,
biri maddi diğeri manevi olmak üzere, iki alana bölerek yapar.
Maddi alan, "dışsal" alandır; ekonomi ve devlet yönetimi, bilim ve
teknoloji alanıdır; Batının kendi üstünlüğünü kanıtladığı ve Doğu
nun havlu attığı alandır. Şu halde, Batının bu alandaki üstünlüğü
nü teslim etmek, başarılarını dikkatle incelemek ve tekrar etmek
gerekir. Oysa manevi alan, kültürel kimliğin "özsel" damgasını ta
şıyan "içsel" alandır. O nedenle, Batının maddi alandaki becerile
rini taklit etme başarısı ne kadar büyük olursa, manevi kültürün
özgüllüğünü koruma gereği de o kadar büyük olur. Bu fonnül,
bana kalırsa, Asya ve Afrika'daki antisömürgeci milliyetçiliğin te
mel özelliklerinden birisidir. ı ı
Chatterjee'nin bu içgörülü teşhisini belki biraz fazla "Hint merkez
li" bulmak ve coğrafi bakımdan vardığı-"Asya ve Afrika"yı da içe
ren-kapsamlı sonucu özellikle Hint alt kıtasının 19 . yüzyıl deneyi
mine dayalı çok geniş bir genelleme olarak görmek mümkündür.
Tepkici öz kimlikler farklı bölgelerde, farklı zamanlarda gerçekten de
çok farklı biçimlerde etkin olabilir. Buna rağmen, Chatterjee'nin Av
rupa'nın-İngiliz yönetimi sırasındaki Hint altkıtası da dahil-Asya ve
Afrika'daki imparatorluklarının birçok kısmında gelişmiş olan eğilim
lerin önemli yönlerini doğru tespit ettiğini teslim etmek kanımca doğ
ru olacaktır. Onun bu tespitinin, Hintlileri "manevi yönlerini" öne çı
karmaya teşvik ettiği kesindir. Bu, önemli ölçüde, Hindistan'ın anali-
1 10 KİMLİK VE ŞİDDET
tik ve bilimsel uzak geçmişine ilişkin oldukça inkarcı emperyalist yo
ruma gösterilen bir tepkiydi. 12 Bu seçmeci odaklanma, emperyalistle
rin genel üstünlük iddialarına karşı koymakla birlikte (manevi alan
"bizimdir" deniyordu), Hindistan'ın fen ve matematik mirasının çok
büyük bir kısmını görmezden gelme-ve arka plana itme-sonucu
nu doğuruyordu. Nitekim bu tepki, bu bakımdan, James Mill'in Hin
distan'ın entelektüel geçmişini yanlış yorumlamasına karşı çıkmayıp,
tersine onu pekiştirmiş oluyordu.
Tepkisel kimliğin genel gelişme kalıbını gösteren bir örnek de var
dır. Sömürgecilik sonrası dünyanın garipliklerinden biri de, felsefeci
Akeel Bilgrami'nin "Müslüman Kimdir?" başlıklı makalesinde çok gü
zel belirttiği gibi, günümüzde Batılı olmayan çok sayıda insanın ken
disini su katılmamış "öteki" olarak görmeye yatkın olmasıdır.13 Bu
durum onların kendi kimliklerini esas olarak Batılı insanlardan farklı
olma şeklinde tanımlamalarına neden oluyor. Bu "ötekiliği" kısmen,
kültürel veya politik milliyetçiliği niteleyen çeşitli öz tanımların orta
ya çıkışında, hatta bu tepkici bakış açısının köktenciliğe yaptığı kat
kıda görmek mümkündür.
Bu "Batılı olmayan"-ve bazen de "Batı karşıtı" olan-görüşler sö
mürgeci egemenlik karşısında empati duyabileceğimiz bir bağımsız
lık arayışını içeriyor olsa bile, aslında-olumsuz ve ters biçimiyle
tamamıyla yabancıya bağımlıdır. Büyülenmiş zihnin diyalektiği derin
lemesine önyargılı ve asalakça tepkici bir öz algılamaya neden olabi
lir. Bu tekil düşünme hali aynı zamanda, Batıyla "ödeşmeyi" deneme
ve Batı dünyasının geçmiş ve bugünkü suçlarına atıfta bulunarak, gü
nümüz dünyasında adaleti sağlama arayışı biçimini de alabilir. Aynı
zamanda, Batıyı "kendi oyununa getirerek" ya da "Batılıların bile hay
ranlık duymak zorunda kalacakları" bir toplum kurmaya çalışarak
"Batıyı yakalamayı" istemek gibi yapıcı bir biçim de alabilir. Bu yapı
cı programlar yola getirici ya da cezalandırıcı bir gündemin karşıtlığı
na ve sağduyudan yoksun öfkesine sahip olmayabilir, ama buna rağ-
Batı ve Batı Karşıtlığı 1 1 1
men bunlar da kişinin kimliğini başkalarıyla olan ilişkilerinde derin
den itaatkar yapar. Dünün sömürgeci efendileri, günümüzün sömür
gecilik sonrası zihni üzerindeki o muazzam etkisini sürdürmektedir.
İnsanın kendisini "öteki" olarak görmesinin başka bir talihsiz so
nucu, evrenselci politik fikirlerin (özgürlüğün veya demokratik aklın
önemi gibi) küresel mirasına Batılılarca el konulmasını çok daha za
rar verici hale getirmesidir. "Batının" ne olduğuna yanlış teşhis koy
manın (3 . Bölümde işaret edildiği gibi, çok yaygındır) bedeli çok
yüksek olabilir, çünkü böyle bir teşhis Batılı olmayan dünyadaki de
mokrasiye veya özgürlüğe verilen desteği zayıflatır. Bu yanlış teşhis
ayrıca, "Batı bilimi" konusunda yeterince kuşkucu olunması gerekti
ği gibi bir bahaneyle, bilim ve bilgi alanındaki nesnellik anlayışının
altının oyulmasına da yardımcı olabilir.
Sömürgeleştirilmiş diyalektiğin Asya ve Afrika'daki insanların ya
şamlarını zorlaştırmaktaki rolü değişik türden örneklerle gösterilebi
lir. Özellikle geniş kapsamlı bir sergilemeyi ele alacak olursak, tanın
mış doktor, önde gelen ırk ayrımcılığı karşıtı aktivist ve küresel poli
tika geliştiricinin olağanüstü bir karışımı olan Mamphela Ramphele,
Güney Afrika'daki AIDS hastalığına karşı yetersiz korunma konusun
da, "geleneksel olarak beyazların kontrolündeki bilime karşı duyulan
güvensizliğin" ırkçılık sonrası Güney Afrika'nın kamusal politikasını
nasıl etkilediğini büyük bir içgörüyle ele almıştır. Bu güvensizlik,
"ırksal klişeleştirmenin en kötü biçimini alevlendirmekte kolayca kul
lanılabilecek bir hastalığı kabullenme korkusundan" kaynaklanan ey
lemsizlik yönündeki başka bir diyalektik etkiye güç katıyordu. 14
Sömürgeleştirilmiş zihnin diyalektiği tepkici Batı takıntısı olan in
sanların yaşam ve özgürlüklerine ağır cezalar kesebilir. Bu tepki, ça
tışma arayışının-intikam olarak görülenler de dahil-şiddete dayalı
biçimlerine başvurduğunda, başka ülkelerde yaşayan insanların da
yaşamını mahvedebilir. Bu bölümde, bu iç karartıcı konuya tekrar
döneceğim.
1 12 KİMLİK VE ŞİDDET
Asyalı Değerler ve Küçük Meseleler
Batılı olmayan tepkici kimlik söylemleri arasında dikkat çekici olan
larından biri de, çok sayıda Doğu Asyalı yorumcunun şampiyonluğu
nu yaptığı "Asyalı değerlerde" bulunabilir. Bu, büyük çapta, Batılıla
rın kendilerinin özgürlük ve haklara ilişkin fikirlerin tarihsel emanet
çisi oldukları iddiasına (Samuel Huntington'un bu yöndeki iddiaları
nı daha önce ele almıştık) karşı bir tepkidir. "Asyalı değerlerin" mü
kemmelliğini savunanlar bu iddiaya karşı çıkmayıp, aslında tam ter
sini yapıyorlar. Karşı çıkacakları yerde, dedikleri şudur: Avrupa öz
gürlüğün ve kişi haklarının anayurdu olabilir, buna karşılık "Asyalı
değerler" de disiplin ve düzeni gözetir ki, bu da olağanüstü bir ön
celiktir. Bu görüş Batıya, kendi bireysel özgürlüklerini ve haklarını
korumaya devam edebileceğini, ama Asya'nın da düzenli tutumuyla
ve disiplinli davranışlarıyla ondan daha iyisini yapacağını söylemek
tedir. Bu muhteşem "Asyalı" iddianın Batı konusunda takıntılı biçimi
ni ıskalamak mümkün değildir.
"Asyalı değerlerin" bu şekilde yüceltilişinin en iyi biçimlerine-As
ya'nın geri kalan kısmının da "benzer" bir durumda olduğuna dair
birtakım daha iddialı görüşler varsa da-genellikle Tayland'ın doğu
sundaki ülkelerde (özellikle politik parti liderleri ve hükümet sözcü
leri arasında) rastlanmaktadır. Örneğin, Singapur'un müthiş eski baş
bakanı ve Doğu Asya'nın yeniden uyanışının büyük mimarı ve ken
di çapında vizyon sahibi politik lideri Lee Kuan Yew, "Batının top
lum ve devlet anlayışı ile Doğu Asya'nın anlayışı arasındaki temel
farklılığı" formüle ederken, şöyle bir açıklama yapmaktadır: "Doğu
Asyalılar dediğimde, Hint kültürünün kendisi de benzer değerlere
vurgu yapmakla birlikte, Çin ile Hint kültürlerinin bir karması olan
Güneydoğu Asya' dan ayrı olarak, Kore'yi, Japonya'yı, Çin'i, Vietnam'ı
kastediyorum. "15 Lee Kuan Yew devamla, Asyalı değerlere yaptığı
vurguyu Batının hegemonyasına, özellikle de ABD'nin politik ege-
Batı ve Batı Karşıtlığı 1 1 3
menliğine, karşı çıkma gerekliliğine bağlıyor ve Singapur'un "Ameri
ka'nın uydu devletlerinden biri" olmadığına işaret ediyordu. 16
1 993'te Viyana'da toplanan İnsan Hakları Dünya Konferansının
bazı resmi delegasyonları Asya ile Batı arasındaki kültür ve değer
farklılıklarına vurgu yaptılar. Singapur dışişleri bakanı "evrenselciliğin
çeşitliliği reddetmek ya da maskelemek için kullanılması halinde, ide
al insan haklarının evrenselliğini kabul etmenin zararlı olabileceği"
uyarısında bulundu."17 Çin delegasyonu bölgesel farklılıkları vurgula
makta ve yayınlanan bildirilerde benimsenen bağlayıcı çerçevenin
"bölgesel çeşitliliği" göz önünde bulundurmasını güvence altına al
makta başı çekti. Hatta Çin dışişleri bakanı, Asya'nın sahip olduğu
önceliklerin "bireylerin devletin haklarını kendi haklarının önüne ge
çirmelerini gerektirdiği" cümlesini tutanaklara geçirtti . 18
Bu kültürel teşhisi savunmanın benim için niçin zor olduğuna 3 .
Bölümde değinmiştim. Özgürlük ve kamuya açık tartışma fikirlerinin
ve temel insan hakları olarak adlandırılabilecek şeylerin desteklen
mesi meselesi Asya'da-Hindistan'da, Çin'de, Japonya'da ve Doğu,
Güneydoğu, Güney ve Batı Asya'nın diğer bazı ülkelerinde-Avru
pa'da olduğundan daha az dile getirilmiş değildir.19 Burada üzerinde
durulması gereken nokta sadece "Asyalı değerler" teşhisinin tartışma
lı niteliği ve bunun Asya'nın entelektüel mirasının uzanım ve kapsa
mını ciddi bir biçimde küçümsüyor olması değildir. Buradaki analiz
bağlamında, bu görüşün şeceresinin tepeden tırnağa gerici olan nite
liğinin görülmesi de önemlidir. Hem sömürgecilik sonrası diyalekti
ğin kendisini Batıdan ayrı tutma ihtiyacı, hem de Asya'nın Avru
pa'dan çok daha iyi yönleri olduğu iddiasının çoğu Asyalıya çekici
geldiği burada açıkça görülüyor.
Açıktır ki, Le Kuan Yew'in özel farklılıklar iddiası reddedilecek gi
bi değildir. Lee'nin söyledikleri ve yaptıklarının, politik özgürlüğün
ve demokrasinin-aralarında bu kitabın yazarının da bulunduğu
Asyalı savunucularına ters düşüyor olması onları olsa olsa üzer, ama
1 14 KİMLİK VE ŞİDDET
yeri geldiğinde Lee'nin hakkını teslim etmemek de olmaz. Özellikle
Lee Kuan Yew'in Singapur'unun sadece ekonomik açıdan büyük bir
başarı elde etmekle kalmayıp, aynı zamanda azınlık topluluklarına,
oldukça büyük azınlıklara sahip çoğu Avrupa ülkesinin kendi azın
lıklarına veremediği kadar güçlü bir aidiyet, güvenlik ve ortak bir ulu
sal kimlik kazandırmayı da başarmış olduğunu teslim etmek gerekir.
Fransa'da 2005 sonbaharında patlak veren ve ırk ve etnik kökenle
bağlantılı kentsel ayaklanmaların bu bakımdan yarattığı karşıtlığı
anımsamamak mümkün değil.
Bununla birlikte, Asya'nın hem tarih klasikleri hem de çağdaş de
neyim ve literatürü yansız okunduğunda, Lee'nin Asya'nın değerleri
ne ilişkin yaptığı genellemeleri savunmanın kolay bir şey olmadığı
gerçeği ortada durmaktadır. Lee'nin ve diğerlerinin tezlerinde yer
alan Asyalı değerler teşhisinin, Batının özgürlüklerin ve hakların do
ğal anayurdu olduğu iddialarına gösterilen tepkiden etkilendiği açık
tır. Lee, bu iddiaya meydan okuyacağı yerde, evet, Batılı özgürlük ve
hak fikirleri konusunda fazla bir şey yapmıyoruz, çünkü bizim onlar
dan daha üstün olduğumuz bir yanımız var, diyerek Batılıların eline
koz vermektedir. Batı karşıtı söylemin bu versiyonu da, diyalektik an
lamda, Batı konusunda takıntılıdır.
Sömürgecilik ve Afrika
Geçen yüzyılın özellikle ikinci yarısının en problemli kıtası herhalde
Afrika'dır. Yüzyılın ikinci yarısına doğru İngiliz, Fransız, Portekiz ve
Belçika imparatorluklarının resmen sona erişine, Afrika'da demokra
tik gelişmeler olacağına dair güçlü vaatler eşlik etti. Ama bölgenin
ana gövdesi çok geçmeden, otoriterliğin ve militarizmin, sivil düzen
ile eğitim ve sağlık hizmetlerinin çöküşünün ve yerel çatışmaların,
toplumlar arası ihtilafların ve sivil savaşların pençesine düştü .
Batı ve Batı Karşıtlığı 1 15
Afrika'nın daha yeni yeni kurtulmaya başladığı-ama yenisiyle
(AIDS gibi) ve eskisiyle (sıtma gibi) kıtanın birçok bölgesini vuran
hastalıkların yarattığı muazzam sorunların bu çabaları daha da güçleş
tirdiği-bu hayal kırıcı gelişmelerin nedenlerine girmenin yeri burası
değildir. Bu karmaşık gelişmeleri başka vesilelerle (özellikle Kalkınma
ve Özgürlük adlı kitabımda) yorumlamaya çalıştığım için,20 burada
özellikle sömürgeciliğin bu konudaki süregelen rolüne ve büyülenmiş
zihnin işleyişine ilişkin birkaç yorumda bulunmakla yetineceğim.
Birincisi, Batının dünya üzerindeki egemenliğinin Afrika ekonomi
lerinin büyüyüp gelişmesini (örneğin Avrupa ve Amerika'daki ihracat
pazarlarına, tarım ürünlerine ve tekstil ve diğer mallara yapay olarak
dayatılan sınırlamalar ve ancak yeni yeni hafifletilmeye başlayan da
yanılmaz borç yükü yoluyla) engellemekteki olası rolü konusunda
çok şey yazılmış olmasına rağmen, Batılı güçlerin kıtanın yakın zaman
politik ve askeri gelişmeleri üzerindeki rolünü görmek de önemlidir.
Afrika'nın klasik emperyalizm döneminde yaşadığı talihsizlikleri,
görülebileceği gibi, 20. yüzyılın ikinci yarısındaki soğuk savaş döne
minde yaşadığı kurumsal handikaplar dönemi izlemiştir. Çok ender
olarak kabul edilse bile, esas olarak Afrika toprakları üzerinde veri
len soğuk savaş, süper güçlerin her birinin orada kendisine dost-ve
belki de daha önemlisi, kendi düşmanına düşman-askeri rejimler
kurmasını getirdi. Kongo'daki Mobuto Sese Seko ya da Angola'daki
Jonas Savimbi veya benzerleri gibi askeri derebeyler Afrika'nın sos
yal ve politik düzenini (ve sonuçta ekonomik düzenini de) çökertin
ce, kurdukları askeri ittifaka göre, ya Sovyetler Birliği'nden ya da
ABD'den aldıkları destekle ayakta durabiliyorlardı. Sivil otoriteye as
keri yoldan el koyan kişi askeri ittifak kanalından bağlantılı olduğu
dost bir süper güçten asla yoksun kalmıyordu. 1950'li yıllarda aktif
demokratik politikalar geliştirecek gibi görünen bu kıta çok geçme
den soğuk savaşın saldırgan taraflarından biriyle bağlantılı militer zor
baların şu ya da bu türü tarafından yönetilir hale geldi. Bunlar des
potlukta ırkçı Güney Afrika'yla yarışıyorlardı.
1 16 KİMLİK VE ŞİDDET
Bu tablo artık yavaş yavaş değişiyor ve ırkçılık sonrası Güney Af
rika bu yapıcı değişime önderlik ediyor. Ne ki, Batı'nın Afrika'daki
askeri varlığı-ve kışkırtmaları-gittikçe farklı bir biçim, küresel silah
pazarının ana tedarikçisi olma biçimini almıştır. Sık sık yerel savaşla
rı ve askeri çatışmaları sürdürmek için kullanılan bu durumun sade
ce yoksul ülkelerin ekonomik geleceğiyle sınırlı olmayan çok yıkıcı
sonuçları olmaktadır. Silah satışlarının-ve "dayatmasının"- kıtadaki
askeri çatışmaları azaltma konusunda el atılması gereken tek mesele
olmadığı açık olmakla birlikte (silah pazarının talep yanı elbette böl
genin iç sorunlarını yansıtmaktadır), uluslararası yığınsal silah ticare
tine gem vurulması olağanüstü büyük bir acil ihtiyaçtır. Silahlanma
işi, silah satışının donanımın dayatılmasıyla genellikle çok at başı git
tiği bir alandır.
Günümüzde dünya silah pazarının esas tedarikçileri G8 ülkeleri
dir; 1998-2003 arasında kalan dönemdeki silah satışlarının yüzde
84'ünü bu ülkeler yapmıştır. 21 G8'in Batılı olmayan tek üyesi olan Ja
ponya aynı zamanda bu birliğin silah ticaretinden uzak duran tek
üyesidir. Dünya pazarındaki silah satışlarının yarısını tek başına ABD
yapmakta ve bu ihracatının üçte ikisi aralarında Afrika'nın da bulun
duğu gelişmekte olan ülkelere gitmektedir. Silah kullanımı sadece
kanlı sonuçlara yol açmakla kalmamakta, aynı zamanda ekonomi, po
litik yapı ve toplum üzerinde de yıkıcı sonuçlar yaratmaktadır. Bu, ba
zı bakımlardan, soğuk savaşın Afrika üzerinde yürütüldüğü 1 960'lı yıl
lardan 1980'li yıllara kadar uzanan dönemde, dünya güçlerinin Afri
ka'daki politik militarizmin gelişmesinde oynadıkları, yardımcı olmak
tan uzak rollerini devam ettirmeleri demektir. Soğuk savaş yıllarında
Afrika'daki demokrasinin yıkıma uğratılmasının dehşet verici sorum
luluğu Dünya güçlerinin omuzlarındadır. Silah satışı ve dayatması
bunlara, Afrika'da ve diğer yerlerde askeri çatışmaların tırmanmasın
da oynadıkları rolü bugün de sürdürme imkanı vermektedir. Yasadı
şı hafif silah satışları konusunda ortak önlemler alınmasını öngören
Batı ve Batı Karşıtlığı 1 17
anlaşmanın (birkaç yıl önce Kofi Annan'ın ortaya attığı bu çok müte
vazı önerinin) bile reddedilmesi bu konudaki zorlukları gösteriyor.
Bugün Afrika'nın, sömürge geçmişinden ve demokrasisinin soğuk
savaş tarafından bastırılmış olmasından kurtulmaya çalışırken karşı
karşıya olduğu güçlüklerden biri de, militarizm ve sürekli savaşlar bi
çimindeki izleyen olgudur ve Batı burada kolaylaştırıcı bir rol oyna
maktadır. Bugünlerde çok kullanılan uygarlık kategorileştirmesinde,
Batıyı sık sık, (Huntington'un deyişiyle) "uygar toplumlara özgü kişi
sel hak ve özgürlükler geleneğine" sahip olduğundan ötürü yücelt
mek mümkün olsa bile, bu tezin tarihsel sınırlılığının görülmesinin
yanı sıra (buna daha önce değindik), Batının, aralarında Afrika'nınki
ler de dahil, diğer ülkelerdeki "kişisel hak ve özgürlüklerin" baltalan
masındaki rolünün dikkate alınması da önemlidir. Batı hükümetleri
nin kendi ülkelerindeki ölüm tüccarlarının faaliyetlerini sınırlandırıcı
ya da önleyici politika değişikliklerine gitmeleri gerekiyor. Sömürge
leştirilmiş zihnin sömürgecilikten kurtarılmasının Batının uluslararası
politikasındaki değişikliklerle tamamlanması gerekiyor.
İkincisi, elbette çok sayıda zihinsel sorunlar da var. Kwame Ant
hony Appiah'ın üzerinde durduğu gibi, "Eğer içsel 'geleneği' ya da
dışsal 'Batılı fikirleri' görmezden gelecek olursa, ideolojik sömürgeci
likten kurtuluş başarısızlığa mahkümdur. "22 Özellikle sık sık tekrarla
nan, demokrasinin Afrika için uygun olmadığı-"çok Avrupalı bir şey
olduğu"-iddiası, 1 960'lı yıllardan 1 980'li yıllara kadar, Afrika'da de
mokrasi savunuculuğunu zayıflatmakta muazzam olumsuz bir rol oy
namıştır. Demokrasinin (dünyanın diğer yerlerinde olduğu gibi) Afri
ka'da yapıcı bir rol oynadığını görme gereğini bir yana bırakacak
olursak, bu kültürel sav iki kat daha sakattır, çünkü Batılı bir icat, öy
le olmasına rağmen, dünyanın diğer kısımlarında da yararlı olabilir
(penisilin bunun çok belirgin bir örneğidir) ve çünkü katılımcı ku
rumsal yönetim geleneğinin, daha önce değindiğimiz gibi, Afrika'da
da uzun bir geçmişi vardır.
1 1 8 KİMLİK VE ŞİDDET
Büyük Afrika antropologları Meyer Fortes ve Edward Evans-Pritc
hard, 60 yıldan fazla bir süre önce basılmış olan ünlü Afrika 'nın Po
litik Sistemleri adlı klasik kitaplarında, "Afrika devletinin yapısı, kral
ve şef yönetiminin rızaya dayalı olması anlamına geldiğini" savunu
yorlardı. 23 Gerçi bunda, eleştirmenlerin iddia ettikleri gibi, bir miktar
aşırı genelleştirme olduğu belki söylenebilir, ama Afrika'nın politik
mirasında hesap sorulabilirliğin ve katılımın önemli ve süregelen bir
payı olduğundan kuşku duyulamaz. Afrika'nın demokrasi mücadele
sine sadece "Batıya özgü demokrasi fikrini" dışarıdan ithal etme giri
şimi olarak bakmaya çalışıp, bütün bunları görmezden gelmek (daha
önce de üzerinde durduğumuz gibi) tümüyle yanlış bir reçetedir.
Bu konuda da, yükümlülüklerin çoğulluğunu anlamak ve çoklu
kimliklerin yan yana var olmasını kavramak olağanüstü önemlidir
-özellikle Afrika'nın sömürgecilikten kurtuluşu bakımından. Appiah
kendi babasının "bir Asante, bir Ganalı, bir Farikalı ve bir Hıristiyan
ve Metodist olarak, sahip olduğu kimliklere olan çoklu bağlılığının"
kendisini nasıl etkilediğini anlatır.24 Çoklu kimlikler dünyasının doğ
ru anlaşılması, çoklu yükümlülüklerimizin ve aidiyetlerimizin kabul
lenilmesi konusunda-bu kabullenme şu ya da bu bakış açısına iliş
kin tek odaklı bir savunmanın bastırmasıyla boğulmak istense bile
düşünce netliği gerektirir. Zihnin sömürgecilikten kurtuluşu içe kapa
nık kimlik ve önceliklerden sağlam bir kopuş ister.
Köktencilik ve Batının Merkezliği
Şimdi de, çağdaş dünyada belirgin bir varlığı olan ve hem sadakat
hem de sosyal hoşnutsuzluk yaratmakta önemli bir rolü olan kökten
cilik meselesine geçiyorum. Köktenciliğin hem Batıda hem de onun
dışında serpilip geliştiği mutlaka belirtilmelidir. Aslında Darwin'in ve
evrimci bilimin günümüz Amerika'sının eğitimli kısımlarında dünya-
Batı ve Batı Karşıtlığı 1 19
nın her yerinde olduğundan daha fazla ve daha örgütlü muhalefetle
karşılaştığı görülüyor. Ne ki, ben burada özellikle Hıristiyan olmayan
köktencilik üzerinde duracağım-bu köktenciliğin dünyanın sömür
gecilik tarihiyle olan bağının anlaşılması önemlidir.
Dünyadaki Hıristiyan olmayan köktenci hareketlerden bazılarının
sahip olduğu aşırı Batı karşıtı nitelik, bunların aslında Batıya temel
den bağlı oldukları önermesini inanılması zor bir şey haline getirebi
lir. Oysa tamamıyla ve kararlı bir biçimde Batılı kavramları ve çıkar
ları hedef alan değer ve öncelikleri ilerletmeye odaklandıkları ölçü
de, böyle bir bağımlılıkları olduğu açıktır. İnsanın kendisini şu ya da
bu dışsal güç yapısı-bu durumda sömürgeci güç yapısı-karşısında
(Akeel Bilgrami'nin bütün ayrıntılarıyla ele alıp incelediği etkili bir
kavramı kullanacak olursak) "öteki" olarak görmesi, aralarında İslam
köktenciliğinin en ateşli versiyonlarının da yer aldığı, Batı karşıtı kök
tenci hareketlerin en keskinlerinden bazılarının sahip oldukları inanç
sisteminin bir parçasıdır.
Müslüman hükümdarların Eski Dünyanın merkezini tuttukları ve o
dünya üzerinde sarsılmaz bir güce sahip oldukları günlerde (7. ve 17.
yüzyıllar arasında), Müslümanlar kendi kültür ve önceliklerini esas
olarak böyle tepkici ifadelerle tanımlamıyorlardı. Gerçi İslamı yay
mak diğer dinlerin-Hıristiyanlığın, Hinduculuğun, Budizmin ve di
ğerlerinin-gücünü kırmayı gerektiriyordu ama, Müslümanların ken
dilerini, dünyadaki birtakım egemen güçlerle karşılaştırarak, "öteki"
olarak tanımlamaya ihtiyaçları yoktu. Ama -"Büyük Şeytan"ın ya da
başka bir şeyin cisimleşmiş hali olan-Batıya karşı birleşik bir duruş
konusundaki diretme ve onunla savaşma konusundaki aşırı taahhüt
ler Batıyı köktenci bir bakış açısının politik arenasının merkezine
oturtunca, o özgüvenli perspektiften bir miktar sapma olur. Müslü
man üstünlüğünün o ihtişamlı günlerinde böyle bir tepkici öz tanım
lamaya ihtiyaç yoktu.
Böyle bir " ihtiyaca" bugün de kesinlikle fazla gerek yoktur. Müs
lüman olmak birtakım yapıcı dinsel inançlara sahip olmayı (özellikle,
1 20 KİMLİK VE ŞİDDET
"Allah'tan başka Tanrı olmadığını" ve "Muhammed'in Allah'ın elçisi
olduğunu" kabul etmeyi) ve (namaz gibi) bazı görevleri yerine getir
meyi gerektirir. Ama bu geniş dinsel inançlar ve görevler yelpazesi
içinde, Müslümanlar dünyevi konulardaki farklı görüşler arasında ter
cihlerde bulunabilirler ve yaşamlarını nasıl sürdüreceklerine kendile
ri karar verebilirler. Üstelik günümüzde, dünyanın dört bir yanındaki
Müslümanların ezici çoğunluğunun yaptığı da bundan başka bir şey
değildir. Buna karşılık, bazı köktenci İslam hareketleri kendilerine,
içinde Batının çok olumsuz ama merkezi rol oynadığı bir sosyal viz
yon ve politik bakış açısı içeren özel bir alan yaratıyorlar.25
Çağdaş İslam köktenciliği bu anlamda Batıdan beslenme bakımın
dan asalaksa, zaman zaman ona eşlik eden, Amerika'yı veya Avru
pa'yı hedef alan terörizm daha da asalaktır. İnsanın yaşamını Batıyı
yok etmeye ve Batı için pratik ya da simgesel önemi olan ünlü yapı
ları havaya uçurmaya adaması, bütün öteki öncelikleri ve değerleri
arka plana iten bir Batı takıntısını yansıtmaktadır. Sömürgeleştirilmiş
zihnin diyalektiğinden çok büyük cesaret alabilecek takıntılardan bi
ri de budur.
Kaba uygarlık sınıflandırmalarında, büyük ölçüde bulanıklaştırılan
bir ayrım da, 4. Bölümde ele aldığımız gibi, (1) kişinin Müslüman ol
ması-önemli bir kimlik olmakla birlikte bunun o kişinin tek kimliği
olması şart değildir-ile (2) kişinin tümüyle ya da esas olarak sahip
olduğu İslam kimliğiyle tanımlanması arasındaki ayrımdır. Çağdaş
politikaya ilişkin tartışmalarda, Müslüman olmak ile tek bir İslam
kimliğine sahip olmak arasındaki ayrım konusunda yaygın olarak ya
ratılan bu bulanıklığın ardında birtakım kafa karıştırıcı endişeler yat
maktadır ki, bunlardan birisinin de kaba uygarlık kategorileştirmesi
ne aşırı bel bağlama olduğu kesindir. Ne ki, Batı karşıtı düşüncede
ve söylemde görülen tepkici öz kavramlaştırmaların ortaya çıkması
bu kavramsal bulanıklığı daha da artırmaktadır. Kültür, edebiyat, fen
ve matematiği paylaşmak dini paylaşmaktan daha kolaydır. İnsanın
Batı ve Batı Karşıtlığı 1 2 1
kendisini Batıdan kesin çizgilerle ayrılmış "öteki" olarak görme eğili
mi, Asya ve Afrika'daki insanların çoğunun, öz kavrayışlarının diğer
parçalarına kıyasla, kendilerini adadıkları-Batının Yahudi-Hıristiyan
mirasından uzaklaştırılmış-Batılı olmayan kimliklerine çok daha bü
yük vurgu yapmaları sonucunu doğurmaktadır.
Üzerinde daha fazla durabilmek için, bu genel sınıflandırma soru
nunu-köktenciliğe ve terörizme karşı Amerika ve Avrupa'da göste
rilen kimi tepkilerin yön şaşırtıcı rolünü de içerecek biçimde-tekrar
ele almam gerekecek.
6 . BÖLÜM
KÜL TÜR VE ESARET
D ünya-gerektiğinden daha meydan okuyucu bir biçimde-kül
türün önemli olduğu sonucuna varmıştır. Haklı olduğu kesin
dir-kültür önemlidir. Ne ki, sorulması gereken asıl soru şudur: "Kül
tür hangi bakımdan önemlidir?"1 Kültürü, son iki bölümde ele aldığı
mız gibi, birbirinden kesinlikle ayrılmış uygarlık ya da din kimlikleri
ne ait kutucukların içine hapsetmek kültürel özelliklere çok dar bir
açıdan bakmak olur. Ulusal, etnik ya da ırksal gruplar türünden di
ğer kültürel genellemeler de insanların bu niteliklerine ilişkin şaşırtı
cı derecede sınırlı ve kasvetli bir kavrayışın ortaya çıkmasına neden
olabilir. Kültüre ilişkin bulanık bir algı kültürün egemen gücüne iliş
kin bir kadercilikle birleştiğinde, bizlerden fiilen yanılsamacı bir gü
cün hayali köleleri olmamız istenir.
Bununla birlikte, basit kültürel genellemelerin düşünce tarzımızı
belirlemekte büyük bir etkisi vardır. Böyle genellemelerin popüler
inançta ve gayri resmi iletişimde çok yaygın olduğu kolaylıkla görü
lebilir. Üstü örtük ve çarpıtılmış inançlar çoğu zaman ırkçı şakalara
ve etnik kara çalmalara konu olmakla kalmazlar, bazen kendilerini
büyük teoriler olarak da dışa vururlar. Kültürel önyargılar ile sosyal
gözlem arasında (ne kadar sıradan olursa olsun) rastlantısal bir kore-
1 23
1 24 KİMLİK VE ŞİDDET
lasyon söz konusuysa, buradan bir teori doğar ve bu rastlantısal ko
relasyon ardında hiçbir iz bırakmadan yok olduğunda bile, bu teori
ölmeye razı gelmeyebilir.
İngiltere'de İrlandalılar hakkında inceden inceye düşünülerek uy
durulmuş, uzun süre dolaşımda kalmış ve Amerika'da Polonyalılar
hakkında uydurulmuş aynı derecede aptalca olanlara benzer şakala
rı ("Bir elektrik ampulünü değiştirmek için kaç İrlandalı gerekir" tü
ründen kabalıkları) ele alalım. İrlanda ekonomisinin çok zor durum
da olduğu dönemlerde, bu kabalıkların ekonominin içinde bulundu
ğu iç karartıcı duruma yüzeysel olarak çok iyi uyduğu gibi bir izle
nim doğabiliyordu. Ne var ki İrlanda ekonomisi şaşırtıcı bir hızla bü
yümeye başladığında bile-nitekim son yıllarda diğer Avrupa ekono
milerinden daha hızlı büyümektedir (İrlanda şu anda kişi başına dü
şen gelir bakımından Avrupa'nın neredeyse bütün ülkelerinden daha
zengindir)-bu kültürel klişeleştirme ve onun dayandığı sözde köklü
ekonomik ve sosyal bağlam düpedüz ve eksiksiz bir zırva olarak çö
pü boylamadı. Teorilerin-fiilen gözlemlenebilen olgusal dünyaya
oldukça karşı koyabilen-kendilerine özgü bir yaşamları vardır.
Hayali Hakikatler ve Gerçek Politikalar
Bu tür teoriler genellikle sadece zararsız bir eğlence olmakla kalmaz
lar. Örneğin, bu kültürel önyargı İrlanda'nın İngiliz devletinden gör
düğü muamelede bir rol oynadığı gibi, 1840'lı yıllardaki açlığın ön
lenmeyişine bile katkıda bulunmuştur. Londra'nın İrlandalıların eko
nomik sorunları karşısındaki tavrını etkileyen unsurlar arasında kül
türel yabancılaşmanın da etkisi vardır. İngiltere'deki yoksulluğun ge
nellikle ekonomik değişime ve dalgalanmalara bağlanmasına karşılık,
İrlanda'daki yoksulluğun (politik analizci Richard Ned Lebow'un öne
sürdüğü gibi) tembelliğin, kayıtsızlığın ve beceriksizliğin neden oldu-
Kültür ve Esaret 125
ğu bir şey olduğu düşüncesi İngiltere'de yaygındı-öyle ki, "İngilte
re'nin misyonu İrlanda'nın sıkıntılarını hafifletmek değil de, İrlandalı
ların kendilerini insan gibi hissedip buna uygun davranmalarını sağ
lamak" olarak görülüyordu.2
İrlanda'nın ekonomik sıkıntısında kültürel nedenler arayışının çok
eskilere, en azından 16. yüzyıla kadar uzandığını Edmund Spenser'in
1590'da yayımlanmış Periler Ülkesinin Kraliçesi adlı yapıtı çok iyi
gösterir. Bu kitapta da bol miktarda görülen, kurbanı suçlama sana
tına 1840'lı yıllardaki açlık sırasında da etkin bir biçimde başvuruldu
ve eski öyküye yeni unsurlar eklendi. Örneğin, İrlandalıların patate
se olan düşkünlüğü, İngilizlerin bakış açısıyla, yerli halkın kendi
başına açtığı felaketler listesine eklendi. Açlık sırasında hazinenin ba
şında olan Charles Edward Trevelyan, açlığın insanları amansızca öl
dürmesine rağmen (nitekim, İrlanda'daki açlık sırasında görülen
ölüm oranı dünyada kaydı tutulmuş bütün açlık felaketlerinde rastla
nandan daha yüksekti), Londra'nın elinden geleni yaptığına inandığı
nı belirtmiştir.
Trevelyan, aynı zamanda, (İngiliz yönetimini suçlayacağı yerde)
İrlanda'nın çektiği bu belirgin açlığı İrlanda kültürünün sözüm ona
kısıtlı ufkuna bağlayarak, oldukça dikkat çekici bir kültürel yorum da
getiriyordu: "İrlanda'nın batısındaki köylü sınıfı içinde, yemek pişir
me sanatı patates kaynatmanın ötesine geçen kadın bulmak zordur. "3
Bu yorum İngilizlerin, başka yerlerin (Fransızların, İtalyanların ve bel
ki bir adım sonra Çinlilerin de) yemek pişirme sanatını uluslararası
düzeyde eleştirmekten geri durmaktan cesaret verici bir şekilde vaz
geçmeleri olarak görülebilir. Ama İrlanda'daki açlığa getirilen bu kül
türel açıklamadaki gariplik eksantrik antropoloji kayıtlarına geçmeyi
kesinlikle hak etmektedir.
Kültürel bağnazlık ile politik zorbalık arasında çok yakın bir bağ
lantı olabilir. Yöneten ile yönetilen arasında abartılmış bir kimlik kar
şıtlığı duygusu yaratan güç asimetrisi kültürel önyargılarla birleştirile-
126 KİMLİK VE ŞİDDET
rek kurumsal yönetimin ve kamusal politikaların başarısızlığını örtbas
etmede kullanılabilir. Winston Churchill, Hindistan'ın 1 947'de İngilte
re'den bağımsızlığını kazanmasının hemen öncesinde, Bengal'de gö
rülen 1 943 açlığı konusunda (daha sonra bunun Hindistan'da o yüz
yıl içinde yaşanan son açlık olduğu görülecekti, çünkü İngiliz idare
siyle birlikte açlık da yok oldu), buna ora halkının "tavşanlar gibi üre
mesinin" neden olduğu yolunda ünlü bir yorum getirmişti. Bu, fela
ketlerin nedenini kötü yönetimde değil, boyunduruk altında tutulan
ların kültüründe arama şeklindeki yaygın geleneğe özgü bir açıklama
tarzıdır ve Bengal'de yaşanan açlık sırasında yapılan gıda yardımının
iki ila üç milyon insanın ölümüne neden olacak kadar gecikmesinde
bu düşünme alışkanlığının gerçekten kritik bir rolü olmuştur. Churc
hill, bu konudaki sıkıntısını ifade ederken Hindistan'ı yönetme işini
bu kadar zorlaştıran şeyin, Hintlilerin "Dünya'da Almanlardan sonra
gelen en hayvani halk" olması olduğunu söylemişti. Kültür teorileri
nin ne işe yaradığı açıkça görülüyor.
Kore ve Gana
Ekonomik azgelişmişliğe getirilen kültürel açıklamalara son zaman
larda geniş yer verilir oldu. Örneğin, Lawrence Harrison ile Samuel
Huntington'un yayına birlikte hazırladıkları Kültür Meseleleri adlı et
kileyici ve sürükleyici kitaptaki şu savı ele alalım-bu sav Hunting
ton'un bu kitaba yazdığı "Kültür Önemlidir" başlıklı giriş makalesin
de yer alıyor:
1990'lı yılların başlarında, Gana ve Güney Kore'nin 1960'lı yıllara
ait ekonomik verilerine rastladığımda, bu iki ülkenin o tarihlerde
ki ekonomilerinin birbirine benzerliği beni şaşırttı. . . . Otuz yıl
sonra Güney Kore dünyanın en büyük 14. ekonomisiyle, çokulus-
Kültür ve Esaret 127
lu şirketleriyle, büyük miktarda otomobil, elektronik donanım ve
diğer karmaşık imalat ürünleri ihracatıyla ve aşağı yukarı Yunanis
tan'ınkine eşit kişi başına düşen geliriyle bir endüstri devi olmuş
tu. Dahası, demokratik kurumlarını da sağlamlaştırma yolundaydı.
Kişi başına düşen geliri artık Güney Kore'ninkinin yaklaşık beşte
biri olan Gana'da bu değişikliklerin hiçbiri olmamıştı. Kalkınma
konusundaki bu olağanüstü farklılık nasıl açıklanabilirdi? Bunda
birçok etmenin rolü olduğu kuşkusuzdu, ama benim gördüğüm
kadarıyla, bu açıklamanın önemli bir kısmını kültüre bağlamak ge
rekiyordu . Güney Koreliler tasarrufa, yatırıma, çok çalışmaya, eği
time, örgütlenmeye ve disipline önem veriyorlardı. Ganalıların
önem verdiği şeyler farklıydı. Kısacası, kültür önemlidir.5
Bu sıra dışı (ve dile getirilen hakikatlerin üçte ikisinin bağlam dışı ol
duğu) kıyaslamada ilgi çekici noktalar pekala bulunabilir, ama ortaya
konan karşıtlık derinlemesine bir incelemeyi gerektirmektedir. Yuka
rıda aktarılan açıklamada kullanıldığı şekliyle, bu nedensel öykü ola
ğanüstü yanıltıcıdır. 1960'lı yılların Gana'sı ile Kore'si arasında, kültü
rel yatkınlıklarından başka, çok sayıda önemli farklılıklar da vardı.
Birincisi, iki ülkenin sınıfsal yapısı birbirinden çok farklıydı; Güney
Kore'de çok daha büyük-ve aktif-bir işadamları sınıfı vardı. İkinci
si, iki ülkenin politikaları da çok farklıydı; Gana'dan farklı olarak, Gü
ney Kore hükümeti şirket merkezli bir ekonomik gelişmeyi başlatmak
ta başlıca harekete geçirici rolü üstlenmeye hazır ve istekliydi. Üçün
cüsü, Kore ekonomisinin bir yanda Japon ekonomisiyle, öte yanda
ABD ekonomisiyle olan sıkı ilişkisi-en azından Kore ekonomisinin
genişlemesinin ilk aşamalarında-önemli bir farklılık yaratıyordu.
Dördüncüsü-ve belki de en önemlisi-1960'lı yıllara gelindiğin
de, Güney Kore Gana'ya kıyasla çok daha yüksek bir okuryazarlık
düzeyine ve çok daha yaygın bir okul sistemine kavuşmuş bulunu
yordu. Kore okul eğitiminde kaydettiği ilerlemeyi esas itibariyle İkin
ci Dünya Savaşı sonrası dönemde, temel olarak kararlı kamusal poli-
128 KİMLİK VE ŞİDDET
tikalar sayesinde göstermişti; buna (kültürün bir ülkede olup bitten
her şeyi kapsayan bir şey olarak görüldüğü genel anlamı dışında) sa
dece bir kültür yansıması olarak bakmak mümkün değildir.6 Hunting
ton'un kültürel determinizme dayanarak vardığı sonucu sözde des
tekleyen cılız irdeleme, ne Kore'nin yararına bir kültür zaferi ne de
Gana'nın geleceğine ilişkin radikal bir kötümserliği haklı çıkarabilir.
Bundan kültürel etmenlerin kalkınma sürecinde hiçbir rolü olma
dığı sonucu çıkmaz. Rol oynarlar, ama sosyal, politik ve ekonomik
etkilerden kopuk olarak değil. Bu etmenler değişmez de değildir.
Kültürel meseleler, diğer meselelerle birlikte, toplumsal değişimin bir
parçası olarak ele alındıklarında, kalkınma süreci ve kimliğimizin do
ğası da içinde olmak üzere, dünya konusundaki anlayışımızın alabil
diğine genişlemesine yardımcı olurlar. Sözüm ona değişmez kültürel
önceliklerle karşılaşılır karşılaşmaz, (Huntington'un "Ganalıların
önem verdiği şeyler farklıydı" demesinde olduğu gibi) bunları derhal
olumsuzlamak ne özellikle aydınlatıcı olur ne de belirgin bir yarar
sağlar. Onun yerine, değerlerin ve davranışların sosyal değişime-ör
neğin okullar ve üniversiteler yoluyla-nasıl tepki verdiğini incele
mekte yarar vardır. 1 960'lı yıllarda (yani Huntington'a her iki ekono
minin de birbirine oldukça benzer göründüğü dönemde), Gana'dan
çok daha okuryazar ve daha eğitimli bir toplum olan Güney Kore'ye
bir kez daha atıfta bulunmak istiyorum. Daha önce de sözünü ettiğim
gibi, bu iki ülke arasındaki tezat esas olarak Güney Kore'nin İkinci
Dünya Savaşı sonrasında izlediği kamusal politikaların ürünüydü.
Ama eski kültür özellikleri, savaş sonrasında izlenen eğitim alanında
ki kamusal politikaları da etkiliyordu. Onu kader yanılsamasından
ayırıp, diğer etkilerle ve karşılıklı etkileşim halindeki sosyal süreçler
le yan yana koyduğumuzda, kültür sosyal değişimi daha iyi anlama
mıza yardımcı olabilir.
Bu iki yönlü bir ilişkidir: Eğitim nasıl kültürü etkiliyorsa, eğitime
ön gelen kültür de eğitim politikalarını etkileyebilir. Örneğin, dünya-
Kültür ve Esaret 129
da Budist geleneğin güçlü varlık gösterdiği neredeyse bütün ülkele
rin yaygın okullaşmaya ve okuryazarlığa bir ölçüde hevesle sarılma
eğilimi göstermiş olması dikkat çekicidir. Bu sadece Japonya ve Ko
re için değil, aynı zamanda Çin, Tayland, Sri Lanka, hatta başka ba
kımlardan geri olan Burma (Myanmar) için de geçerlidir. Budizmin
aydınlanma odaklı olması ("Buda" sözcüğünün kendisi de "aydınlan
mış" anlamına gelir) ve okuma işini rakiplerine bırakacağı yerde ön
celiği metin okumaya vermiş olması, eğitimin yaygınlaşmasını teşvik
ediyor olabilir. Daha geniş bir açıdan bakıldığında, burada muhteme
len araştırılması ve ders çıkartılması gereken bir şey var demektir.
Ne ki, başka ülkelerle temas ve onların deneyimlerinden öğrenme
yoluyla büyük pratik farklılıklar yaratabilen bu sürecin etkileşimli ni
teliğini görmek de önemlidir. İkinci Dünya Savaşının sonunda okul
eğitimini yaygınlaştırma konusunda hızlı hareket etmeye karar verir
ken, Kore'nin sadece eğitime duyduğu kültürel ilgiden değil, aynı za
manda Japon ve-ABD de dahil-Batı deneyimi temelinde, eğitimin
rolü ve önemi konusunda vardığı yeni anlayıştan da etkilendiğini
gösteren her türlü kanıt mevcuttur.
Japon Deneyimi ve Kamusal Politikalar
Uluslararası etkileşim ve ulusal tepki konusunda Japonya'nın kendi
eğitim geçmişinde de daha eski tarihli benzer bir öykü vardır. Japon
ya (Tokugawa rejimi altında, 17. yüzyıldan itibaren) kendi kendisine
uyguladığı yalıtılmışlıktan çıkarken, görece gelişmiş bir okul sistemi
ne zaten sahipti ve bu başarısında eğitime duyduğu geleneksel ilgi
nin önemli bir payı olmuştu. Nitekim, 1868'de, Meiji restorasyonu dö
neminde, Japonya'daki okuryazarlık oranı Avrupa'dan daha yüksek
ti. Ama buna rağmen, Japonya' da okuryazarlık oranı (tıpkı Avrupa' da
da olduğu gibi) hala düşüktü ve belki de en önemlisi, Japon eğitim
1 30 KİMLİK VE ŞİDDET
sistemi, endüstrileşmekte olan Batının bilimsel ve teknik bilgi alanın
da kaydettiği ilerlemelerden çok kopuktu.
1852'de, Komodor Mathew Perry yeni tasarlanmış, bacasından si
yah dumanlar tüten buharlı gemisiyle Edo Körfezine daldığında, Ja
ponlar sadece, bundan etkilenerek-ve bir miktar da dehşete kapıla
rak-ABD ile diplomatik ve ticari ilişkiler kurmayı kabullenmek zo
runda kalmadılar, aynı zamanda dünyaya karşı uyguladıkları zihinsel
yalıtılmışlıklarını da gözden geçirip tekrar değerlendirmek zorunda
kaldılar. Bu durum Meiji restorasyonuna varan politik sürece katkıda
bulundu ve onunla birlikte Japon eğitiminin çehresini değiştirme ka
rarlılığı başladı. 1868'de ilan edilen Yemin Sözleşmesinde, "dünyanın
her yerinden geniş bilgi toplama" ihtiyacı konusunda kararlı bir açık
lama yer alıyordu.7
Üç yıl sonra, 1872'de çıkartılan Temel Eğitim Yasasında, egıtım
konusundaki kararlılık hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde or
taya kondu:
Gelecekte, tek bir ailesi bile okuryazar olmayan topluluk, tek bir
ferdi bile okuryazar olmayan aile kalmayacaktır.s
O dönemin en etkili liderlerinden Kido Takayoşi temel meseleyi çok
net ifade ediyordu:
Halkımızın günümüz Amerikalılarından ya da Avrupalılanndan
hiçbir farkı yoktur; bütün mesele eğitim ya da eğitimsizlik mese
lesidir.9
Japonya'nın 19 . yüzyılın sonunda kararlılıkla göğüslediği meydan
okuma işte buydu.
1 906 ile 1 9 1 1 arasında, Japonya'nın bütün kent ve köy bütçeleri
nin yüzde 43 gibi yüksek bir bölümü eğitime aynldı. 10 1906 yılında,
orduya asker alımıyla ilgilenen subaylar, 19 . yüzyılın sonuna kıyasla,
Kültür ve Esaret 1 3 1
askere yeni alınan erler arasında okuıyazar olmayan hemen hemen
hiç kimseye rastlanmadığını görmüşlerdi. 1910 yılına gelindiğinde,
genellikle kabul edildiği gibi, Japonya'da ilkokul çağında olup da
okula gitmeyen çocuk kalmamıştı. 1913 yılına gelindiğinde, ekono
mik olarak hala çok yoksul ve azgelişmiş olduğu halde, Japonya dün
yanın en çok kitap üretilen ülkelerinden biri haline gelmişti-yayım
lanan kitap sayısı İngiltere'ninkinden daha fazla ve ABD'dekinin ger
çekten iki katıydı. Nitekim, Japonya'nın tüm ekonomik kalkınma
deneyiminin başını büyük ölçüde insani yetenek formasyonu çeki
yordu ve buna (birbiriyle karşılıklı etkileşim içindeki) kamusal politi
kalarla destekleyici kültürel atmosferin ikisi de önayak oluyordu.
Japonya'nın çarpıcı ekonomik ve sosyal kalkınmasının temellerini
nasıl attığının anlaşılması bakımından, ilişkiler dinamiği olağanüstü
önemlidir.
Bu öyküyü daha da ileriye götürecek olursak, Japonya sadece bir
öğrenci değil, aynı zamanda iyi bir öğretmendi de. Japonya'nın eği
timi yaygınlaştırma ve bunun toplumu ve ekonomiyi dönüştürmekte
ki belirgin başarı deneyimi doğu ve güneydoğu Asya ülkelerinin kal
kınma çabalarını derinden etkilemiştir. Doğu Asya mucizesi denen
şey, hiç azımsanmayacak ölçüde Japon deneyiminin esinlendirdiği
bir başarıdır.
Kalkınma ve değişim konusundaki anlayışımızı ilerletmenin yarar
lı bir yolu, karşılıklı kültürel ilişkilere, bu ilişkileri geniş bir çerçeve
içine oturtarak eğilmektir. Bu, hem kültürü hepten boşlamaktan (ba
zı dar ekonomik modellerin yaptığı gibi), hem de kültüre değişmez
bir varlık ve karşı konulmaz etkisi olan bağımsız ve sabit bir kuvvet
olarak ayrıcalık tanımaktan (bazı kültür teorisyenlerinin tercih eder
göründükleri gibi) farklı bir şeydir. Kültürel kader yanılsaması sade
ce yanıltıcı olmakla kalmaz, aynı zamanda önemli ölçüde güçten dü
şürücü de olabilir, zira olumsuz koşullar içindeki insanlarda bir ka
dercilik ve tevekkül duygusu yaratabilir.
132 KİMLİK VE ŞİDDET
Geniş Bir Çerçevede Kültür
Kültürel geçmişimizin davranış ve düşüncemiz üzerinde oldukça bü
yük bir etkisi olduğu yadsınamaz. Aynı zamanda, tadını çıkardığımız
yaşam kalitesi de kuşkusuz kültürel geçmişimizin etkisi altındadır.
Bunun kimlik duygumuzu ve kendimizi mensubu olarak gördüğü
müz gruplarla olan aidiyet algımızı da etkileyebileceği kesindir. Be
nim burada dile getirdiğim kuşkuculuk, insanın algı ve davranışında
kültürün temel önemiyle değil, kültürün bazen ve çok keyfi bir bi
çimde, toplumsal açmazların merkezi, acımasız ve tümüyle bağımsız
belirleyicisi olarak görülmesiyle ilgilidir.
Kültürel kimliklerimiz olağanüstü önemli olabilir, ama bunlar tek
başlarına ve anlayış ve önceliklerimiz üzerindeki diğer etkilerin tama
mıyla uzağında değildir. Kültürün insanların yaşam ve eylemleri üze
rindeki etkisini teslim ederken, bazı belirlemeler yapmak gerekir. Bi
rincisi, kültür ne kadar önemli olursa olsun, yaşam ve kimliklerimi
zin belirlenmesinde benzersiz bir öneme sahip değildir. Sınıf, ırk, cin
siyet, meslek, politik tercih gibi diğer şeyler de önemlidir-hem de
çok önemli olabilirler.
İkincisi, kültür homojen bir özellik değildir-aynı genel kültür or
tamı içinde bile büyük farklılıklar olabilir. Örneğin, günümüz İran'ın
da hem muhafazakar Ayetullahlar hem de radikal muhalifler vardır
tıpkı Amerika'da (çok sayıdaki diğer düşünce ve davranış okullarına
ek olarak) hem doğuştan Hıristiyanlara hem de ateşli inançsızlara yer
olduğu gibi. Kültür deterministleri "tek" bir kültür olduğu sanılan şey
içindeki heterojenliğin boyutlarını genellikle azımsarlar. Çatlak sesler
dışarıdan gelmekten çok, genellikle "içseldir. " Aynı zamanda, kültü
rün üzerinde yoğunlaşmaya karar verdiğimiz özel yönüne (örneğin
dine mi, edebiyata mı yoksa müziğe mi odaklandığımıza) bağlı ola
rak, karşımıza söz konusu içsel ve dışsal ilişkilere ilişkin çok değişik
bir tablo çıkabilir.
Kültür ve Esaret 133
Üçüncüsü, kültür olduğu yerde durmaz. Japonya ve Kore'nin ya
şadığı ve derin kültürel sonuçları olan eğitim dönüşümünün kısaca
özetlediğimiz anısı, değişimin kamuya açık tartışma ve kamu politi
kasıyla-çoğu zaman görülen-bağlantılı önemini gösteriyordu. İster
belirgin olsun ister üstü örtük, her türlü değişmezlik varsayımının al
datıcılığı yıkıcı sonuçlar doğurabilir. Kültürel determinizmden yarar
lanmanın çekiciliği, çoğu zaman, hızla hareket eden bir teknenin du
rabilmek için kültür çapasını atmaya çalışmasına benzer bir çaresiz
lik biçimini alır.
Dördüncüsü, kültür sosyal algı ve eylemin diğer belirleyicileriyle
karşılıklı etkileşim halindedir. Örneğin, ekonomik küreselleşme sade
ce ticareti artırmakla kalmaz, aynı zamanda beraberinde daha fazla
küresel müzik ve sinema da getirir. Kültüre diğer etkilerden bağım
sız, yalıtılmış bir kuvvet olarak bakılamaz. Genellikle üstü kapalı di
le getirilen içe kapalılık varsayımı çok aldatıcı olabilir.
Ve nihayet, kültürel özgürlük fikri ile kültürel korumaya değer
venne fikri arasında ayrım yapmamız gerekir. Bunlardan birincisi, ön
celiklerimizi (ya daha fazla hilgi veya daha derin düşünme temelin
de ya da buna bağlı olarak, adet ve alışkanlıklarımızı değiştirmeye
ilişkin değerlendirmelerimiz temelinde) koruma ya da değiştirme öz
gürlüğümüze odaklanır; ikincisi ise çokkültürlülük söyleminde (çoğu
zaman Batıya giden yeni göçmenlerin geleneksel yaşam tarzlarını
sürdürmelerini destekleyen) büyük bir mesele haline gelmiştir. Kül
türel özgürlüğün, haklı olarak değer verilen insani yetenekler arasına
dahil edilmesinin kuşkusuz sağlam bir gerekçesi vardır, ama aynı za
manda kültürel özgürlük ile çokkültürlülüğün öncelikleri arasındaki
ilişkinin tam olarak ne olduğuna ilişkin sorgulayıcı bir incelemeye de
ihtiyaç vardır. 1 1
1 34 KİMLİK VE ŞİDDET
Çokkültürlülük ve Kültürel Özgürlük
Çokkültürlülük son yıllarda önemli bir değer, daha doğrusu, güçlü
bir slogan olarak (çünkü dayandığı değerlerin hepsi net değildir)
epey bir ilerleme kaydetti. Aynı ülke ya da bölgede farklı kültürlerin
eşzamanlı gelişmesi kendi başına önemli bir şey olsa da, çokkültür
lülük çoğu zaman, bunun kültürel özgürlüğün talep ettiği bir şey ol
duğu gerekçesine dayanılarak savunulmaktadır. Bu iddianın ayrıntılı
olarak irdelenmesi gerekir.
Kültürel özgürlüğün önemini, bütün kültürel miras biçimlerinin
-söz konusu kişilerin bu uygulamaları eleştirel irdelemeden geçirme
ve diğer seçenekler ve fiilen var olan tercihler hakkında yeterli bilgi
ye erişme imkanına sahip olduktan sonra mı tercih ettiklerine bak
maksızın-yüceltilmesinden ayırmak gerekir. Kültürel etmenlerin
sosyal yaşamdaki ve insanın gelişmesindeki önemli ve kapsamlı rolü
konusu son yıllarda çok tartışılmış olsa bile, bu tartışmaların odak
noktasını genellikle-açıkça ya da ima yoluyla-kültürün korunması
(örneğin, Avrupa'ya ya da Amerika'ya göçen insanların muhafazakar
yaşam tarzlarına bağlılıklarını sürdürmelerinin kültürel uyumla her
zaman örtüşmemesi) oluşturmuştur. Kültürel özgürlük, diğer öncelik
lerin yanı sıra, eski geleneklerin-özellikle gençlerin kendi yaşam
tarzlarını değiştirmeyi istememeleri halinde-otomatikman onaylan
masını sorgulama özgürlüğünü de içerebilir.
İnsanların karar verme özgürlüğü madem önemlidir, o zaman bu
özgürlüğün, sorgusuz sualsiz koruma dayatmasının önceliği tarafın
dan reddedilmeyip, makul bir biçimde kullanılmasına önem verilme
lidir. Bu kritik bağlantı, bizim alternatif seçenekleri hesaba katma, söz
konusu tercihleri anlama ve ardından, isteme nedenimize karar ver
me yeteneğimizden oluşur.
Bir toplum belirli bir topluluğun, o topluluk üyelerinin özgürce
seçtikleri bazı geleneksel yaşam tarzlarına uygun davranmasına izin
Kültür ve Esaret 135
vermiyorsa, kültürel özgürlüğün bundan zarar göreceği elbette teslim
edilmelidir. Nitekim, belli bazı yaşam tarzlarının--eşcinsellerin, göç
menlerin, belli bazı dinsel grupların yaşam tarzlarının-sosyal olarak
bastırılmasına dünyanın birçok ülkesinde yaygın olarak rastlanır. Eş
cinsellerin ya da lezbiyenlerin ya heteroseksüeller gibi yaşamalarında
ya da evlerine kapanmalarında ısrarcı olmak sadece bir birörneklik ta
lebi değil, aynı zamanda tercih özgürlüğünün de inkarıdır. Çeşitliliğe
izin verilmiyorsa, çoğu tercihin bir hükmü kalmayacak demektir. Kül
türel özgürlük için çeşitliliğe izin verilmesi gerçekten önemli olabilir.
Eğer (süregelen geleneğin içine hapsedilmek yerine) kişilerin de
ğer verdikleri biçimde yaşamalarına izin verilir ve bu yönde teşvik
edilirlerse, kültürel çeşitlilik zenginleşebilir. Örneğin, etnik bakımdan
farklı yaşam biçimlerine (örneğin yemek alışkanlıklarına ya da müzik
tercihlerine) uygun davranma özgürlüğü-tam da kültürel özgürlüğe
geçerlilik kazandırılmasının bir sonucu olarak-toplumu kültürel ba
kımdan daha da çeşitlendirebilir. Bu durumda, kültürel çeşitliliğin
araçsal önemi doğrudan doğruya kültürel özgürlüğün değerine bağlı
olacaktır, zira birincisi ikincisinin ürünü olacaktır.
Çeşitlilik aynı zamanda ondan doğrudan etkilenmeyen insanların
özgürlüklerinin zenginleşmesinde de pay sahibi olabilir. Örneğin kül
türel çeşitliliğe sahip bir toplum, başkalarına da keyfini çıkartabile
cekleri çok çeşitli deneyimler sunarak, onlar için de yararlı olur. Ör
nek vermek gerekirse, Afrikalı Amerikan müziğinin zengin geleneği
nin-Afrikalı kökeni ve Amerika'daki evrimi sayesinde-sadece Afri
kalı Amerikalıların kültürel özgürlüğünü ve öz saygınlıklarını zengin
leştirmekle kalmayıp, aynı zamanda (Afrikalı Amerikalı olsunlar ya da
olmasınlar) bütün insanların kültürel seçenek yelpazesini genişlettiği
ve Amerika'nın-aslında tüm dünyanın-kültür coğrafyasını zengin
leştirdiği rahatlıkla söylenebilir.
Bununla birlikte, eğer dikkat odağımızda (kültürel özgürlüğü de
kapsar şekilde) özgi.irlük varsa, kültürel çeşitliliğe verilen önem ko
şulsuz olamaz- insan özgürlüğüyle ve bu özgürlüğün insanların
136 KİMLİK VE ŞİDDET
kendi kararlarını kendilerinin vermesinde oynadığı rolle olan neden
sel bağlarına göre, kültürel çeşitliliğin değişebilmesi gerekir. Aslında,
kültürel özgürlük ile kültürel çeşitlilik arasındaki ilişkinin her zaman
olumlu bir ilişki olması şart değildir. Örneğin, kültürel çeşitliliğe sa
hip olmanın en basit yolu, bazı durumlarda, o anda varlığını tesadü
fen sürdürmekte olan eskiye ait bütün kültür uygulamalarını olduğu
gibi devam ettirmek olabilir (örneğin, yeni göçmenleri eski, sabit usul
ve adetlerini sürdürmeye ve mevcut davranış kalıplarını asla değiştir
memeye-dolaysız ya da dolaylı biçimlerde--özendirmek mümkün
dür). Ama bunun sonucu, kültürel çeşitlilik adına, kültürel muhafaza
karlığı desteklememiz ve insanlardan kendi kültürel geçmişlerine sa
rılmalarını, haklı gördükleri nedenlerle bile olsa, başka yaşam tarzla
rını benimsememeye çalışmalarını istememiz gerektiği olacaktır. Oy
sa bunun bir gereği olarak tercihleri bastırmak, bizi derhal özgürlük
karşıtı bir konuma iter ki, böyle bir şey, çok sayıda insanın sahip ol
mayı arzulayabileceği değişik bir yaşam tarzına ilişkin tercihleri en
gellemenin yol ve yordamını aramaya başlamak olur.
Örneğin Batıdaki muhafazakar göçmen ailelerin yaşlıları, çoğunluk
topluluğunun serbest yaşam tarzına imrenecekleri korkusuyla, genç
kadınları sıkı göz hapsine alabilirler. O durumda, çeşitlilik kültürel öz
gürlük pahasına sağlanacak demektir. Asıl önemli olan kültürel özgür
lükse, o zaman kültürel çeşitliliğe verilen önem buna bağlı ve koşul
lu bir biçim almak zorundadır. Demek ki, çeşitliliğin erdemi kesinlik
le o çeşitliliğin nasıl sağlandığına ve korunduğuna bağlıdır.
Aslında, kültürel çeşitliliği, farklı insan gruplarının geçmişten mi
ras aldıkları şeyin bu olduğunu ileri sürerek savunmak kültürel öz
gürlük üzerine temellendirilmiş bir sav değildir (kültürel çeşitlik ba
zen sanki "özgürlük yanlısı" bir şeymiş gibi sunulsa dahi). Belli bir
kültürün içine doğmuş olmak kesinlikle bir kültürel özgürlük uygu
laması değildir ve kişinin damgasını taşıdığı bir şeyi-salt ona doğuş
tan sahip olduğu için-korumak kendi başına bir özgürlük uygula
ması olamaz. İnsanlara o özgürlüğü yaşama geçirme imkanı fiilen ve-
Kültür ve Esaret 137
rilmedikçe ya da, eğer mevcutsa, bir tercih fırsatının nasıl uygulana
cağı en azından dikkatle değerlendirilmedikçe, hiçbir şey özgürlük
adına haklı gösterilemez. Sosyal sindirme nasıl kültürel özgürlüğü in
kar edebiliyorsa, özgürlük ihlali de, topluluk üyelerinin başka yaşam
tarzlarını tercih etmelerine katlanamayan konformizmin tiranlığının
ürünü olabilir.
Okullar, Akıl ve İnanç
Özgürlüksüzlük aynı zamanda başka kültürler ve alternatif yaşam
tarzları konusundaki bilgi ve anlayış eksikliğinin de ürünü olabilir.
Burada söz konusu olan esas meseleyi örnekleyecek olursak, mo
dern İngiltere'nin o ülkede yaşayan farklı geçmişlere ve kökenlere sa
hip insanlara büyük ölçüde vermeyi başardığı kültürel özgürlüklerin
(tıpkı benim gibi) hayranı olan bir kimse bile, İngiltere'de ( 1 . Bölüm
de kısaca sözünü ettiğimiz) devlet desteğinde din okulları kurulması
yönünde atılan resmi adımları kuşkuyla karşılayabilir.
Devletçe finanse edilen mevcut din okullarının sayısının azaltılma
sı yerine, onlara fiilen yenilerinin (mevcut Hıristiyan okullarının yanı
na bir de Müslüman, Hindu ve Sih okullarının) eklenmesi, çocukla
rın geliştirip kullanma imkanına sahip olabilecekleri, akla dayalı dü
şünmenin rolünü azaltma sonucunu doğurabilir. Üstelik bu, diğer
halkları ve grupları anlama ufkunun genişletilmesine büyük ihtiyaç
duyulduğu bir zamanda ve akla dayalı kararlar alma yeteneğinin özel
önem kazandığı bir sırada olmaktadır. Yeni din okulları çocukların
kendi yaşamlarına ait öncelikleri belirleme konusunda akla dayalı ter
cihler geliştirme imkanlarını daralttığında, onlara dayatılan kısıtlama
lar özellikle aşırı hale gelmektedir. Bu okullar aynı zamanda, sahip
oldukları kimliklerin (milliyet, dil, edebiyat, din, etnik köken, kültü
rel geçmiş, bilimsel ilgi alanları gibi şeylerle ilintili) çeşitli parçaları-
1 38 KİMLİK VE ŞİDDET
nın nasıl öne çıkartılacağına kendilerinin karar vermesi gerektiği ko
nusunda da çocukları uyarmamaktadır.
Bundan, İngiltere'deki bu yeni din okullarında, önyargıların (ve at
gözlüklü vizyonların bile bile geliştirilmesinin) yarattığı sorunların,
sözgelimi Pakistan'daki köktenci medreselerdeki kadar aşırı uçlara
vardığı sonucu çıkmaz-bu medreseler dünyanın o gerilimli kesimin
deki hoşgörüsüzlüğün ve şiddetin-ve çoğunlukla terörizmin-üre
me alanı haline gelmiştir. Ama bu yeni din okullarında akla dayalı
düşünmeye ve irdelemeye dayalı tercihlere olan ihtiyaç konusundaki
bilinci yeşertme imkanı İngiltere'de bile, ülkedeki daha karışık ve da
ha az münzevi öğrenim yerlerine kıyasla, çok daha kısıtlı olabilir. Fii
li imkanlar genellikle geleneksel din okullarındaki imkanlardan bi
le-özellikle, doğrudan din eğitimine yönelik hatırı sayılır düzeydeki
kuşkuculuğa hoşgörülü yaklaşmanın yanı sıra, müfredatlarını geniş
tutma geleneğine sahip Hıristiyan okullarındaki imkanlardan bile
daha azdır (kaldı ki, bu eski okulların da şu andaki kısıtlayıcılıklarını
azaltmak mümkündür) .
İngiltere'de din okulları yönünde atılan adımlar aynı zamanda ül
keyi "bir topluluklar federasyonu" haline getirme amaçlı özel bir viz
yonu da yansıtmaktadır. Oysa yapılması gereken şey, İngiltere'yi bu
ülkede yaşayan bütün insanlardan oluşan, dinsel ve topluluk temelli
ayrımların (dil, edebiyat, politik tercih, sınıf, cinsiyet, yerleşim yeri ve
diğer özelliklere ilişkin farklılıkların yanı sıra) sadece bir parçasını
oluşturduğu, çeşitli farklılıklar gösteren bir kolektif bütünlük haline
getirmektir. Akla dayalı düşünme ve tercihlerde bulunma imkanına
henüz yeterince sahip olmamış çocukları tek bir özel kategorileştirme
kriterine sahip sağlam kutucuklara soktuktan sonra, onlara "Sahip ol
duğunuz ve olabileceğiniz tek kimlik işte budur" demek haksızlıktır.
Akademinin, konuşmacısı olma ayrıcılığına sahip olduğum
2001 'deki yıllık konferansına sunduğum ("Öteki İnsanlar" başlıklı)
tebliğde, bu "federasyon" yaklaşımının çok problemli olduğunu ve
özellikle de göçmen ailelerden gelen İngiltereli çocukların insani ye-
Kültür ve Esaret 1 39
teneklerinin gelişimini önemli ölçüde engelleyeceğini savundum. 12
Benim bu tebliği sunmamdan sonra (Temmuz 2005'te), İngiltere do
ğumlu ama çok yabancılaşmış genç adamların Londra'da gerçekleş
tirdiği intihar bombacılığı olayları öz algılama ve bunun İngiltere'de
ki gelişimi sorununa yeni bir boyut kazandırdı. Ne ki, federalci yak
laşımın temel sınırlılığının terörizmle arasında kurulabilecek olası
bağlantının çok ötesine geçtiğini söyleyebilirim. Tartışmamız gereken
önemli sorun ortak insanlığımızın bununla olan ilişkisinden ibaret de
ğildir-bu, gereğini yerine getirmekte okulların kritik rol üstlenebile
ceği (ve geçmişte de çoğu kez üstlendiği) bir konudur. Buna ek ola
rak bir de, insan kimliklerinin birbirinden ayrı çok sayıda biçim ala
bileceğini ve insanların kendilerine ne gözle bakacaklarına karar ve
rirken akıllarını kullanmak zorunda olduklarını ve belli bir toplulu
ğun üyesi olarak doğmuş olmaya nasıl bir önem atfedeceklerini kav
rama gibi önemli bir mesele vardır. Bu meseleyi son iki bölümde ele
alma fırsatım olacak.
Aklın uzanımını (eleştirel irdeleme de içinde) daraltmak yerine ge
nişleten sekterlik ve bağnazlıktan uzak bir okul eğitiminin önemini
ne kadar vurgulasak azdır. Shakespeare bu konudaki düşüncesini di
le getirirken şöyle diyordu: "Bazı insanlar büyük doğar, bazıları bü
yüklüğü sonradan yakalar ve bazı insanlara da büyüklük dayatılır. "
Çocukların eğitiminde, önlerinde uzun bir yaşam duran gençlere kü
çüklüğün "dayatılmadığından" emin olmamız gerekir. Burada çok şe
yin geleceği söz konusudur.
7 . BÖLÜM
KÜRESELLEŞME VE KÜRESEL SESLER
D ünya hem göz kamaştıracak kadar zengin, hem de iç karartacak
kadar yoksuldur. Çağdaş yaşamımızda görülmemiş bir bolluk ve
artık bir veri olarak kabul ettiğimiz kaynaklar, bilgi ve teknoloji üze
rinde atalarımızın hayal dahi edemeyeceği kadar büyük bir hakimi
yetimiz var. Ama dünyamız aynı zamanda iğrenç bir yoksulluk ve
korkunç bir yoksunluk içinde. Akıl almayacak kadar çok çocuk kötü
besleniyor, kötü giyiniyor, kötü muamele görüyor ve aynı zamanda
cahil ve gereksiz yere hasta. Her hafta milyonlarca insan kökü kazı
nabilecek ya da en azından insanları yığınlar halinde öldürmesi ön
lenebilecek hastalıklar yüzünden yok olup gidiyor. Çocuklar, doğ
dukları yere bağlı olarak, ya büyük bir refahın araç ve kolaylıklarına
sahip olabiliyorlar ya da çaresiz bir yoksunluk içinde yaşama olasılı
ğıyla baş başa kalıyorlar.
Değişik insanların sahip oldukları imkanlardaki muazzam eşitsiz
lik, küreselleşmenin ezilenlerin çıkarına hizmet ettiği yönündeki kuş
kuları artırıyor. Nitekim, küreselleşme karşıtı denilen protesto hare
ketlerinin sloganları bu hayal kırıklığı duygusunu çok iyi yansıtıyor.
Küresel ilişkilerin herkesin yararına olmaktan çok, esas olarak çeliş
kili ve karşıt olduğu tezinden yola çıkan protestocular, dünyanın ezi-
141
142 KİMLİK VE ŞİDDET
len insanlarını küreselleşmenin bedeli saydıkları şeylerden kurtarmak
istiyorlar. Küreselleşmeye yönelik eleştiriler sadece, dünyanın dört
bir tarafında, Seattle'de, Washington'da, Quebec'de, Madrid'de, Lon
dra'da, Melbourne'de yapıla gelen gösterilerde yüksek sesle dile ge
tirilmekle kalmıyor. Bu endişeler aynı zamanda, ateşli gösterilere ka
tılmak istemeyen ama zenginliğin muazzam asimetrisini oldukça ada
letsiz bulan ve kınanması gerektiğini düşünen çok daha geniş bir kit
lenin de sempatisini kazanıyor. Bazıları bu eşitsizliklerde, küresel bir
kimliğin harekete geçirmesi beklenebilecek şu ya da bu ahlaki kuv
vetin kesin başarısızlığını da görüyor.
Küresel Sesler ve Kamuya Açık Akıl Yürütme
Burada, yoksunlukları ve bölünmüş yaşamları küreselleşmenin bede
li olarak görmenin yanlış olduğunu, bunların daha çok sosyal, poli
tik ve ekonomik düzenlemelerin başarısızlığının eseri ve tamamen
koşullara bağlı olduğunu, küresel yakınlaşmanın kaçınılamaz refakat
çileri olmadığını savunacağım. Bununla birlikte, aynı zamanda, küre
selleşme karşıtı olarak bilinen eleştiricilerin, üzerinde düşünülmesi ve
değerlendirilmesi gereken bir dizi ciddi sorunun kamuoyunun gün
demine taşınmasında yapıcı ve önemli katkıları olabileceğini-ve ço
ğu zaman olduğunu-da savunacağım. Nedenlere ilişkin ciddi bir
teşhis bazı bakımlardan yersiz olsa da, varlığı kesin olan ciddi sorun
ların aşılabilmesi için yapılması gerekenler konusunda aydınlatıcı bir
irdelemenin başlamasını buna rağmen sağlayabilir.
Francis Bacon'un 400 yıl önce (1605'te) Öğrenmenin İlerleyişi baş
lıklı bilimsel incelemesinde işaret ettiği gibi, "Kuşkuların kayda geçi
rilmesinin ve oıtaya atılmasının ikili bir yararı vardır. " Bunlardan bi
rincisi yalındır: Bizi "yanlışlara karşı" korur. İkinci yararı, Bacon'a gö
re, anlayışımızı zenginleştirme etkisi yaratabilecek bir irdeleme süre-
Küreselleşme ve Küresel Sesler 143
cini başlatma ve ilerletmede kuşkunun rolüyle ilgilidir. Bacon'un işa
ret ettiği gibi, "üzerinde durup düşünmeden geçip gidilen" meseleler
salt "kuşkuların müdahalesi" nedeniyle "dikkat ve özenle gözlemle
nir" hale gelir. ı
Küreselleşme ve küresel ekonominin niteliği konusunda ciddi so
rular sormak-özelikle genç ve şamatacı protestocuların kullandığı
belli bazı sloganlar çok su götürür olduğunda bile-yapıcı bir diya
lektik katkı getirebilir. Küresel ekonomik ilişkilerin, küreselleşme kar
şıtı bakış açısının özetleri biçiminde çarpıcı gazete manşetlerine yan
sıyan sonuçlarının uğursuzluğu iddialarına kuşkuyla bakmak için
haklı nedenler bulunabilir. Gene de protestocuların ön plana çıkara
bileceği-ve çoğu zaman çıkardığı-ciddi sorunları ince eleyip sık
dokuyan bir incelemeye tabi tutmak şarttır. Nitekim, bunun başlattı
ğı tartışmalar küresel kamuoyunun önemli meseleler üzerinde akıl
yürütmesi için bir temel oluşturabilir. Demokrasi (3. Bölümde üzerin
de durulduğu gibi) özünde kamuoyunun akıl yürütmesiyle ilgili bir
şey olduğuna göre, "küresel kuşkuların" yarattığı bu tartışmalar, kü
resel demokrasiyi uygulamanın (ister istemez ilkel) bir biçimine yapı
lan basit ama muhtemelen önemli katkılar olarak görülebi!ir.2
Eleştiri, Dile Getirme ve Küresel Dayanışma
Burada protestocuların ve küreselleşmeye kuşkuyla bakan diğer çev
relerin gündeme getirdiği özlü soruları ele alacağım ve aynı zamanda
küreselleşme savunucularının sundukları karşı savları inceleyeceğim.
Ama ondan önce, bu tartışmaların-açıkça ya da ima yollu-içerdiği
küresel kimliğin niteliği üzerinde kısaca durmak istiyorum. Küresel
leşmeye çok geniş kapsamlı birtakım eleştiriler getirenler, bu vicdan
sız dünyada, etkin bir küresel dayanışma duygusunun içler acısı yok
luğuna kuvvetle parmak bastıklarını düşünüyorlar. Derin iç karartıcı
1 44 KİMLİK VE ŞİDDET
uluslararası meseleler ele alınırken, etkin küresel ahlak konusundaki
belirgin eksiklik karşısında karamsarlığa kapılmamak elde değil.
Ama gerçekten ahlaken münzevi bir dünyada mı yaşıyoruz? Ma
dem küresel dayanışma duygusu gerçekten bu kadar anlamsızdır, o
zaman neden dünyanın dört bir yanında ("küreselleşme karşıtı" pro
testocular ve gerçekten daha başka birçokları da dahil) bu kadar çok
sayıda insan dünyanın içinde bulunduğu durumdan bu kadar rahat
sız olsunlar ve dezavantajlı ve yoksunluk içindeki insanların durumu
nu-gürültülü bir biçimde de olsa-bu kadar ateşli bir biçimde dile
getirsinler? Protestocuların kendileri de dünyanın dört bir yanından
geliyor-bunlar sadece Seattle ya da Melboume ya da Cenevre ya da
Edinburg'un yerel sakinleri değiller. Muhalifler dünya halklarını pen
çesine aldığını düşündükleri ciddi eşitsizlik ve adaletsizlikleri protes
to etmek için birlikte davranmaya çalışıyorlar.
Eğer küresel aidiyet diye bir şey yoksa ve küresel adaletsizlik kim
seyi ilgilendirmiyorsa, o zaman dünyanın bir ucunda yaşayan insan
ların uğradıkları haksızlıklar dünyanın öteki ucundaki kadın ve er
kekleri niçin bu kadar endişelendiriyor? Protestocu hareketlerin (ka
bul edelim ki, bazen çok gürültücü bir biçimde) dile getirdikleri kü
resel hoşnutsuzluk, küresel bir kimlik duygusunun ve küresel etik
konusundaki birtakım endişelerin varlığının kanıtı olarak göıülebilir.
Burada, "küreselleşme karşıtlığı" teriminin, bu ad altında dile ge
tirilen hoşnutsuzluğun niteliğini niçin iyi tarif etmediğini ele almam
gerekiyor. Ama adına ne dersek diyelim, bu sınırları belirsiz hoşnut
suzluğun kendisi, hem duyulan kaygıların (insani etiği ve kapsamlı
politik tercihleri de zımnen kapsayan) konusu bakımından, hem de
dünyanın dört bir yanında yarattığı geniş ilgi ve katılım biçimi bakı
mından, büyük bir küresel olgudur.
Bu endişelerin altında yatan kapsamlı kimlik duygusu milliyet,
kültür, topluluk ya da din sınırlarının çok ötesine geçmektedir. Bu
kadar çok sayıda insanı dünya nüfusunu bölen adaletsizlik olarak
gördükleri şeye meydan okumak üzere harekete geçiren, bu çok
Küreselleşme ve Küresel Sesler 145
kapsayıcı aidiyet fikrini gözden kaçırmak mümkün değildir. Aslında,
küreselleşme karşıtlığı olarak adlandırılan bu eleştiri belki de günü
müz dünyasınin en küresel ahlak hareketidir.
Entelektüel Dayanışma
Bütün bunlar küreselleşme karşıtı eleştiri konusuna ciddiyetle eğilme
nin önemini daha da artırıyor. Gerçi küreselleşme çağdaş dünyanın
en çok tartışılan konularından biridir ama, tümüyle iyi tanımlanmış bir
kavram da değildir. Kültürel ve bilimsel etkilerin sınırları aşan şekilde
genişlemesinden ekonomik ve iş ilişkilerinin dünyanın her yerini kap
sar hale gelmesine kadar, çok sayıda küresel etkileşim geniş küresel
leşme başlığı altında toplanmaktadır. Küreselleşmenin toptan redde
dilmesi sadece küresel şirketlere zarar vermekle kalmaz, aynı zaman
da, dünya nüfusunun en dezavantajlı kesimlerini de dahil, bütün in
sanlar için yararlı olabilecek fikir, anlayış ve bilgi hareketlerini de tır
panlar. Şu halde, küreselleşmenin kapsamlı bir şekilde reddi güdülen
amacın kendisine zarar verebilir. Küreselleşme karşıtı protestoların
söyleminde hepsi iç içe geçmiş gibi görünen farklı soruları birbirin
den ayırmaya şiddetle ihtiyaç vardır. Bilginin küreselleşmesi, "yerel
bilginin" önemi konusunda haklı olarak söylenebilecek bütün iyi şey
lere rağmen, yüksek düzeyli bir farkındalığı özellikle hak ediyor.
Küreselleşme, hem gazete sayfalarındaki tartışmalarda hem de
dikkat çekici çok sayıda akademik makalede, genellikle bir Batılılaş
ma süreci olarak görülüyor. Nitekim, bu olguyu büyük bir sevinçle
-bir bayram havasında-karşılayanlar arasında küreselleşmeyi Batı
uygarlığının dünyaya yaptığı bir katkı olarak görenler bile var. Aslın
da, bu sözüm ona mantıklı yoruma güzelce stilize edilmiş bir tarih de
eşlik etmektedir. Her şey Avrupa'dan başladı: Önce Rönesans, sonra
Aydınlanma ve Endüstri Devrimi geldi ve Batıda yaşam standartlarını
146 KİMLİK VE ŞİDDET
ciddi şekilde yükseltti. Şimdi olan, Batının bu büyük başarılarının
dünyaya yayılmasıdır. Küreselleşme, bu bakış açısına göre, sadece iyi
bir şey olmakla kalmaz, aynı zamanda Batının dünyaya bir armağa
nıdır da. Tarihin bu şekilde yorumlanmasının şampiyonluğunu ya
panlar sadece bu büyük nimetin çok sayıda insan tarafından bir kü
für gibi algılanmasından değil , aynı zamanda Batının dünyaya bah
şettiği bu büyük nimetin Batılı olmayan nankör dünya tarafından te
pilip horlanma biçiminden de rahatsızlık duyuyorlar. Gerçi iyi stilize
edilmiş çoğu öyküde olduğu gibi, bu öyküde de bir miktar hakikat
payı vardır, ama içinde yapay bir küresel bölünmeyi besleyen epey
bir fanteziyi de barındırmaktadır.
Bunun dışında, aynı oranda dikkat çeken ve ciddi ölçüde saptırı
cı bir rol oynayan başka bir öykü-bazı bakımlardan "karşıt" bir öy
kü-de vardır. Bu öykü, küreselleşmenin merkezinde Batı egemenli
ğinin durduğunu kabul etmekte ve küreselleşmeyle bağlantılı kötü
özellikleri buna atfetmektedir. Bu eleştirilerde küreselleşmenin sahip
olduğu iddia edilen Batılı karakterine genellikle belirgin ve zarar ve
rici bir rol biçilmektedir (bu olgu süregelen protesto hareketlerinin
söyleminde kolayca görülebiliyor). Nitekim, küreselleşme zaman za
man Batı egemenliğiyle bağlantılı bir şey-aslında Batı emperyalizmi
nin devamı-olarak görülmektedir. Küreselleşme karşıtı hareketlerin
farklı parçalarının farklı ilgi alanları ve öncelikleri olmakla birlikte, bu
protestoların çoğunda Batı egemenliğinden duyulan hoşnutsuzluğun
önemli bir rol oynadığı kesindir. Küreselleşme karşıtı harekette yer
yer "Batı karşıtı" bir unsurun da bulunduğu açıkça görülmektedir. Ya
dinle (İslam köktenciliği gibi) ya bölgeyle (Asyalı değerler gibi) ya da
kültürle (Konfüçyüsçü etik gibi) Batılı olmayan değişik türden kim
liklerin yüceltilmesi (bunu 4-6. Bölümlerde ele almıştık) küresel ayrı
lıkçılığın tutuşturduğu yangını körükleyebilir.
Eleştirici irdelememize başlarken şöyle bir soru sorulabilir: "Küre
selleşme gerçekten Batının yeni bir laneti midir?" Genel olarak ifade
Küreselleşme ve Küresel Sesler 147
etmek gerekirse ve bana kalırsa, küreselleşme ne yeni, ne kaçınılmaz
olarak Batılı bir şey, ne de bir lanettir. Küreselleşmenin, binlerce yıl
boyunca, seyahatler, ticaret, göç, kültürel etkilerin yaygınlaşması ve
(bilim ve teknoloji alanındakiler de dahil) bilgi ve anlayışın yayılma
sı yoluyla dünyanın ilerlemesine katkıda bulunduğu doğrudur. Bu
küresel karşılıklı ilişkilerin dünyanın değişik ülkelerinin ilerlemesin
de çoğu zaman verimli sonuçları olmuştur. Üstelik, küreselleşmenin
aktif aktörleri bazen Batının çok uzağında yaşıyorlardı.
Bunu örneklemek için, geriye dönüp, bir önceki bin yılın sonun
dan çok, başına bakmak istiyorum. MS 1 000 dolaylarında, bilimin,
teknolojinin ve matematiğin küresel yayılması eski dünyanın niteliği
ni değiştirmekle birlikte, bu yayılma o tarihte büyük ölçüde bugün
gördüğümüz yayılmanın tam tersi yönündeydi. Örneğin, MS 1 000
dünyasının ileri teknolojileri saat ve demir zincirli asma köprü, uçurt
ma ve mıknatıslı pusula, kağıt ve matbaa, yaylı tüfek ve barut, el ara
bası ve döner çarktan oluşuyordu. Bin yıl önceki dünyanın bütün bu
ileri teknoloji örnekleri Çin'de iyice yerleşmişti ve yaygın biçimde
kullanılıyordu ve haşka yerlerde neredeyse hiç bilinmiyordu. Küre
selleşme bunları, Avrupa da dahil, dünyanın dört bir yanına taşıdı.
Thomas Carlyle Çeşitli ve Eleştirel Makaleler adlı yapıtında "mo
dem uygarlığın üç büyük unsurunun Barut, Matbaa ve Protestan Dini"
olduğunu iddia eder. Protestanlığın ortaya çıkışında Çin'i ne övmek ne
de suçlamak mümkünse de, Carlyle'nin uygarlık bileşenleri listesinde
Çinlilerin katkısı üç kalemden ikisini oluşturmaktadır: barut ve matbaa.
Ne ki, bu listenin kapsamı Francis Bacon'un 1 620'de yayımlanmış No
vum Organum 'unda yer alan, Çinlilerin uygarlık bileşenlerine yaptığı
katkı listesinden ("matbaa, barut ve mıknatıs") daha dardır.
Benzer bir hareket, 3. Bölümde ele aldığımız gibi, Doğunun Batı
matematiği üzerindeki etkisinde de söz konusudur. Ondalık sistem 2 .
ve 6. yüzyıllar arasında Hindistan'da ortaya çıktı ve çok gelişti ve da
ha sonra Arap matematikçileri tarafından da geniş bir biçimde kulla-
148 KİMLİK VE ŞİDDET
nıldı. Güney ve batı Asya'daki matematiksel ve bilimsel buluşların
öncülüğünü Aryabhata, Brahmaguphta ve Harezmi gibi seçkin aydın
lar yapıyordu. Bu yapıtlar Avrupa'ya esas olarak 10 . yüzyılın son çey
reğinde ulaştı ve Avrupa'nın dönüşümüne büyük katkısı olan bilim
sel devrimde önemli bir rol oynayarak, geçen bin yılın ilk yıllarını
önemli sonuçlar yaratacak şekilde etkilemeye başladı. Küreselleşme
aktörlerinin kimliği hakkında söylenecek tek bir şey varsa, o da bu
kimliğin ne sadece Batılı, ne bölgesel olarak Avrupalı, ne de kaçınıl
maz bir biçimde Batı egemenliğiyle bağlantılı olduğudur.
Bölgesel Olan ile Küresel Olan
Fikir ve uygulamaların küreselleşmesine "Batılılaşmaya" neden oldu
ğu gerekçesiyle karşı çıkılması gerektiği biçimindeki yanlış teşhis, (5.
Bölümde üzerinde kısaca durulduğu gibi) sömürgecilik ve sömürge
cilik sonrası dünyada oldukça gerici bir rol oynamıştır. Bu teşhis dar
bir bölgesel bakış açısını kışkırttığı gibi, bilim ve bilginin sınırlar öte
si ilerlemesine de zarar vermektedir. Aslında sadece kendi amacına
zarar vermekle kalmamakta, aynı zamanda Batılı olmayan toplumla
rın kendi topuklarına-hatta o çok değer verdikleri kültürel topukla
rına-ateş etmeleri sonucunu bile doğurabilir.
Bu "yerelci" bakış açısının kendine özgü gerici niteliğini örnekle
yeyim. Hindistan'da, 19. yüzyılda, Batılı fikir ve kavramların bilim ve
matematikte kullanılmasına yönelik karşı çıkışı ele alalım. İngiliz ida
resi altındaki Hindistan'da yer alan bu tartışma, Batılı eğitime mi odak
lanmalı, yoksa (sanki tek alternatif buymuş gibi) Hindistan'ın kendine
özgü eğitimine mi, biçimindeki daha geniş kapsamlı anlaşmazlığa
denk düşmektedir; bu bağdaştırılması imkansız bir ikilem gibi görülü
yordu. 1835'te, Hindistan eğitimi üzerinde olağanüstü etkili olmuş
olan "Tutanak"ı kaleme almış olan, korkutucu ve güçlü İngiliz idare-
Küreselleşme ve Küresel Sesler 149
cisi T. B. Macaulay gibi "Batılılaştırmacılar" Hindistan geleneğinde hiç
bir erdem bulamıyorlardı. Şöyle diyordu: "Bunlar arasında [Hint dili
nin ve geleneğinin savunucuları arasında] iyi bir Avrupa kütüphanesi
nin tek bir rafının bile Hindistan ve Arabistan'ın tüm yerli edebiyatına
bedel olduğunu reddedebilen tek bir kişiye olsun rastlamadım. "3 Yer
li eğitim savunucuları, kısmen öç almak amacıyla, geleneksel bilginli
ği ve klasik Hint eğitimini tercih ederek, Batıdan gelen her şeye karşı
çıkıyorlardı. Ama tarafların, her iki yaklaşımda da, büyük çapta, zo
runlu bir dışlayıcılık olması gerektiğini kabul ettikleri görülüyordu.
Ne ki, kültür ve uygarlıklar arasındaki karşılıklı ilişkiler veri alın
dığında, bu varsayımın birtakım çok garip sınıflandırma sorunlarına
yol açması kaçınılmazdı. Yaygın uluslararası ilişkilerin niteliğine iliş
kin çarpıcı bir örnek, trigonometride kullanılan "sinüs" teriminin doğ
rudan Batı trigonometrisinden alınıp Hindistan'a gelişidir. Bu modern
terimin (yani "sinüs"ün) 19. yüzyılın ortalarında doğrudan İngilte
re'den gelerek eski Sanskritçe kavramların yerini alması Hindistan
kültürüne yönelik Anglo-Sakson istilasının bir başka örneği olarak
görülmüştü.
Oysa, işin komik tarafı, "sinüs" aslında bu kritik önemdeki trigo
nometrik kavramın Sanskritçe karşılığının çeşitli dönüşümlerden geç
miş haliydi ve Hint kökenliydi. Bu kavram ve terimin izlediği göç yo
lu aslında fikirlerin geçmişteki-ve özellikle "modern çağ öncesi"
küreselleşmesi hakkında bir fikir vermektedir. 5 . yüzyıl matematikçi
si Aryabhata "sinüs" kavramını geliştirmiş ve geniş bir şekilde kullan
mıştı: Ona jya-ardha adını vermişti ki, bu Sanskritçe'de "kiriş yarısı"
demektir. Terim daha sonra, Howard Eves'in Matematiğin Tarihi'nde
anlattığı gibi, ilginç bir göç yolu izlemiştir:
Aryabhata buna ardha-jya ("yarım kiriş") ve jya-ardha ("kiriş yarı
sı" dedi ve terimi jya ("kiriş") biçiminde kısalttı. Araplar bu jya 'dan
fonetik olarak jiba 'yı türettiler ki, Arapların yazıda sesli harfleri
kullanmama adetleri nedeniyle jb biçiminde yazılıyordu. Oya jiba,
1 50 KİMLİK VE ŞİDDET
teknik anlamı bir yana bırakıldığında, Arapça'da anlamı olmayan
bir sözcüktü. Daha sonraları, bu anlamsız jiba sözcüğünün kısalt
ması olan jb ile karşılaşan yazarlar onun yerine jaib sözcüğünü ge
çirdiler ki, aynı harfleri içermekle birlikte Arapça'da "koy" ya da
"körfez" anlamına geliyordu. Daha sonraları, Arapça'dan çeviri ya
pan Cremonalı Gherardo (1 150 dolaylarında), bu Arapça jaib söz
cüğünün Latince'deki karşılığı olan [ve koy ya da körfez anlamına
gelen] sinus sözcüğünü kullandı ve bizim bugün kullandığımız si
nüs de işte buradan gelmektedir.4
Dünya tarihinin kültürel ve entelektüel karşılıklı bağlantıları veri alın
dığında, neyin "Batılı" olup neyin olmadığı sorusunun yanıtını bul
mak kolay değildir. Aslında, Aryabhata'nın jya 'sı Çince'ye ming ola
rak çevrilmiş ve yue jianliang ming gibi (sözlük karşılığı "ay evreleri
nin sinüsleri") yaygın olarak kullanılan tablolarda kullanılmıştır. Eğer
Macaulay dünyanın entelektüel tarihini biraz daha iyi biliyor olsaydı,
o çok hayran olduğu Avrupalı kitaplara ayrılmış "tek rafa" bakmakla
yetinmezdi. Hint yanlısı muhalifleri de Batılı kitaplar konusunda bu
kadar kuşkucu olmazlardı.
Şayet Avrupa, ikinci bin yılın başlangıcında, Çin, Hint, İran ve
Arap dünyası kökenli matematiğin, fen ve teknolojinin küreselleşme
sine direnmiş olsaydı, ekonomik, kültürel ve bilimsel bakımdan çok
daha yoksul olurdu. Aynı şey, yönü artık değişmiş olsa bile, günü
müz için de geçerlidir. Bilim ve teknolojinin küreselleşmesine (bazı
protestocuların iddia ettikleri gibi) Batı emperyalizmi olduğu gerek
çesiyle karşı çıkmak, sadece Batılı sayılan bilim ve teknolojinin ardın
da yatan ve dünyanın değişik yerlerinden gelen küresel katkıları gör
mezden gelmekle sınırlı kalmaz, aynı zamanda-entelektüel alışveriş
sürecinden bütün dünyanın ne kadar geniş bir biçimde yararlandığı
göz önüne alındığında--çok aptalca bir uygulama kararı olur. Avru
palıların birinci bin yılın başında Doğunun bilim ve matematik üze
rindeki etkisini reddetmesi ne kadar büyük bir hata olacak idiyse, bu
Küreselleşme ve Küresel Sesler 1 5 1
olguyu fikir ve inanç empeıyalizmine ya da Avrupa sömürgeciliğine
indirgemek de (söz konusu söylemin yaptığı genellikle budur) aynı
derecede ciddi ve maliyeti yüksek bir hata olur.
Küreselleşmenin emperyalizmle gerçekten bağlantılı meseleleri ol
duğunu da elbette görmezden gelmemeliyiz. Geçmişin istilaları, sö
mürgeci egemenlikleri, yabancı yönetimleri ve istilaya uğrayan halk
ların aşağılanması çok değişik biçimlerde bugün de geçerliliğini ko
rumaktadır (meselenin bu yönünü daha önce, özellikle 5. Bölümde
ele aldık). Ama küreselleşmeyi esas olarak geleceğin emperyalizmi
olarak görmek büyük hata olur. Küreselleşme emperyalizmden çok
daha büyük-ve ondan olağanüstü daha önemli-bir süreçtir.
Ekonomik Küreselleşme ve Eşitsizlik
Ne var ki, küreselleşme karşıtı protestocular birkaç değişik kampa
mensuplar ve bazı "ekonomik küreselleşme" karşıtlarının (bilim ve
edebiyat da dahil) fikirlerin küreselleşmesiyle hiçbir sorunları yoktur.
Bunların özenli dikkat isteyen görüşlerinin-bilimin, teknolojinin ve
anlayışın küreselleşmesinin dünyaya çok olumlu katkılarda bulundu
ğu gerekçesiyle-bir yana itilmesi kesinlikle doğru değildir, çünkü
bu, ekonomik küreselleşme eleştiricilerinin hiçbir şekilde inkar etme
dikleri bir şeydir.
Ne ki, ekonomik küreselleşmeye özgü çok sayıda olumlu kazanım
da dünyanın değişik yerlerinde görülmektedir. Küresel ekonominin
Japonya, Çin ve Güney Afrika gibi yerkürenin çok değişik bölgeleri
ne ve farklı boyutlarda, Brezilya'dan Botswana'ya kadar, başka yerle
re de büyük maddi refah getirdiğini görmezden gelemeyiz. Birkaç
yüzyıl önce, sadece birkaç ender refah adacığı dışında, dünyaya yay
gın bir yoksulluk hakimdi. Thomas Hobbes'in 165l 'de yayımlanmış
Leviathan adlı klasik kitabında dediği gibi, insanların yaşamı, oldukça
1 52 KİMLİK VE ŞİDDET
birörnek denilebilecek derecede, "kötü, yabani ve kısa" idi. Hem ül
keler arasındaki geniş karşılıklı ekonomik ilişkiler hem de kalkınma
ya yönelik ekonomik teşvikler ve modern üretim yöntemlerinin kulla
nımı o yoksulluğun aşılmasında olağanüstü etkili ve yararlı olmuştur.
Dünyanın dört bir yanındaki yoksulların yaşam koşulları bakımın
dan kaydedilen ilerlemenin onları çağdaş teknolojinin, ticaret ve de
ğiş tokuşun yarattığı değerli fırsatların ve kapalı ekonomiye kıyasla
açık toplumun hem sosyal hem de ekonomik nimetlerinin büyük üs
tünlüklerinden mahrum bırakarak da gerçekleştirilebileceğine inan
mak mümkün değildir. Çok yoksun ülkelerin insanları modern tek
nolojinin meyvelerinden (özellikle AIDS tedavisinde kullanılan yeni
icat edilmiş ilaçlardan-bu ilaçlar Amerika ve Avrupa'daki AIDS has
talarının yaşamlarını değiştirmiştir) yararlanabilmek için çırpınıyorlar;
şekerden tekstile kadar, çok daha zengin bir mal çeşitliliğine sahip
olabilmek amacıyla, zengin ülkelerin pazarlarına daha fazla erişebil
mek için didiniyorlar; ve dünya meselelerinde daha fazla söz sahibi
olabilmeyi ve daha fazla dikkate alınmayı istiyorlar. Eğer küreselleş
menin sonuçları konusunda kuşkular varsa, bunun nedeni sıkıntı
içindeki insanlığın kendi kabuğu içine kapanmak istemesi değildir.
Aslında, günümüzde karşı karşıya olunan belli başlı pratik mey
dan okumalar; ekonomik bağlantıların, teknolojik ilerlemenin ve po
litik fırsatların olağanüstü getirilerinden-yoksun ve mazlumların çı
karlarının yeterince dikkate alınmasını sağlayacak şekilde-iyi yarar
lanma olasılığını da içermektedir. Bu da, küresel ekonomik ilişkilerin
kaldırılıp çöpe atılması meselesi değil, küreselleşmenin muazzam ya
rarlarının daha adilane paylaşılması meselesidir. "Küreselleşme karşı
tı" hareketlerin kullanmayı yeğlediği terminolojiye rağmen, yakınma
ların merkezindeki sorunu, küresel ekonomik ilişkilere girmemenin
daha yararlı olacağı iddiasına değil, şu ya da bu biçimde, yığınsal kü
resel eşitsizliğin ve yoksulluğun gerçekten var olmasına ve dayanık
lılığına bağlamak gerekir.
Küreselleşme ve Küresel Sesler 153
Küresel Yoksulluk ve Küresel Adalet
Peki, küresel eşitsizlik ve yoksulluğa ne demeli? Hem küreselleşme
karşıtı denilen protestocuların hem de "küreselleşme yanlılarının"
söylemlerindeki-açık ya da ima yollu-bölüşüm sorunlarının bir
miktar eleştirel ince eleyip sık dokumaya tabi tutulması gerekir. Nite
kim ben, bu meselenin birtakım garip ve dağınık soruların popüler
liğine kurban gittiği görüşündeyim.
Bazı "küreselleşme karşıtları" merkezdeki sorunun, dünyadaki
zenginler daha da zenginleşirken yoksulların daha da yoksullaşması
olduğunu savunuyorlar. Bunun gerçekten gözlemlendiği özellikle La
tin Amerika ve Afrika gibi bazı durumlar söz konusu olsa bile, bu ol
gunun her yerde rastlanan birörnek bir durum olduğu söylenemez;
ama asıl kritik mesele bu değil, günümüzün küresel ekonomisinin
merkezi adalet ve eşitlik sorunlarını anlamanın doğru yolunun bu
olup olmadığıdır.
Öte yandan, küreselleşmenin coşkulu ve kararlı savunucuları ço
ğu zaman dünya yoksullarının (sık sık iddia edildiği gibi) daha da
yoksullaşmadıklarını, bunların yoksulluklarının genellikle azaldığını
dile getiriyor ve esas olarak bu görüşü savunuyorlar. Özellikle ticare
te ve değiş tokuşa katılan yoksulların daha da yoksullaşmadıkları, ter
sine zenginleştikleri kanıtına atıfta bulunuyorlar. Yoksulların küresel
ekonomiye katılmaları madem onları daha da zenginleştiriyor (öne
sürdükleri sav budur), o zaman küreselleşmede yoksullar için adalet
siz olan bir şey yoktur: "Bundan yoksullar da yararlanıyor-sızlanma
ya ne gerek var?" Meselenin merkezindeki sorunun bu olduğu kabul
lenilecek olursa, esas olarak ampirik olan tüm tartışma hangi tarafın
haklı olduğunu belirleme meselesi etrafında dönecek demektir: "Kü
reselleşmeye katılan yoksullar daha mı yoksullaşıyor, yoksa daha mı
zenginleşiyor (haydi söyle, söyle bakalım, hangisi doğru)?"
Ama sorulması gereken soru gerçekten bu mudur? Bana kalırsa,
kesinlikle değildir. Adaletsizlik meselesine bu açıdan bakmanın iki
1 54 KİMLİK VE ŞİDDET
sorunu vardır. Birincisi, hem devre dışı bırakma hem de dayatma so
runları da içinde olmak üzere (bunları birazdan ele alacağız), günü
müzde var olan küresel fırsatlar veri alındığında, çoğu insanın küre
sel ekonomiye girmekte zorlanıyor olması gerçeğinin görülmesi so
runudur. Ticaretten kazanç sağlayanlar üzerinde yoğunlaşmak, bu ti
caretten dışlanan-ve kendilerine etkin bir biçimde kucak açılma -
yan-milyonlarca insanı ayrıcalıklı insanların faaliyetlerinin dışında
bırakmaktadır. Burada dışlanma, eşitsiz dahil edilme kadar önemli bir
sorundur. Böyle bir dışlanmışlığın çaresi, ülke içi ekonomik politika
lardan (temel eğitim, sağlık hizmetleri ve ev içi ekonomik faaliyete
mikro kredi sağlanması gibi) radikal bir kopuşu gerektirdiği kadar,
diğer ülkelerin de-özellikle zengin ülkelerin de-kendi uluslararası
politikalarını değiştirmelerini gerektirir. Bir kere, ekonomik olarak
gelişmiş ülkeler gelişmekte olan dünyanın ihraç ürünlerine-hem ta
rım hem de tekstil ürünlerine ve diğer endüstri ürünlerine-daha çok
kucak açarak durumda büyük bir farklılık yaratabilirler. Bunlar aynı
zamanda yoksul ülkelerin özgürlüğünü büyük ölçüde sınırlayan eski
borçlarının insani-ve gerçekçi-bir biçimde nasıl halledileceğine
ilişkin sorunları da içermektedir (son yıllarda bu yönde birtakım
adımların atılmaya başlamış olması çok iyi bir gelişmedir). 5 Ayrıca,
yardım ve kalkınma desteği gibi-hakkında değişik politik kanaatler
olsa bile, asla ilgisiz bir dikkat odağı sayılamayacak-büyük bir me
sele daha vardır.6 Şu andaki patent hakları gibi, mevcut yasal hüküm
ler üzerinde tekrar düşünülmesi gerekenler de dahil (bunu birazdan
ele alacağım), el atılmayı bekleyen daha birçok mesele vardır.
Ne ki, ikinci sorun hem çok daha karmaşıktır hem de çok daha
net bir anlayış gerektirir. Küreselleşen ekonomiye katılan yoksullar
bir miktar daha zenginleşseler bile, bundan yoksulların karşılıklı eko
nomik ilişkilerin ve bunun getirdiği geniş potansiyellerin yararların
dan adil pay aldıkları sonucu çıkmaz. Kaldı ki, böylelikle uluslarara
sı eşitsizliklerin marjinal bir artış mı yoksa azalış mı gösterdiği gibi bir
Küreselleşme ve Küresel Sesler 1 55
soru sormak da yeterli değildir. Günümüz dünyasını niteleyen ürkü
tücü yoksulluğa ve baş döndürücü eşitsizliklere karşı isyan etmek ya
da küresel işbirliğinin yararlarının hakça paylaşılmamasını protesto
etmek için, eşitsizliğin sadece büyük olmakla kalmayıp, aynı zaman
da marjinal olarak büyümekte olduğunu iddia etmek şart değildir.
Farklı gruplardan ve birbirinden çok ayrı kimliklerden oluşan bir
dünyadaki adalet meselesi bundan daha geniş bir anlayışı gerektirir.
Hiçbir işbirliğinin söz konusu olmadığı duruma kıyasla, işbirliğinin
getirdiği birtakım kazançlar varsa, tarafların hepsinin yararına olabi
lecek çok sayıda alternatif düzenleme yapmak mümkün demektir. İş
birliği ihtiyacına rağmen, bu yararların paylaşımı çok farklılık göste
rebilir (buna bazen "işbirliği çatışması" deniyor).7 Örneğin, yeni en
düstrilerin kurulmasından elde edilen önemli kazanımlar olabilir,
ama bu yararların işçiler, kapitalistler, girdi satıcıları, çıktı alıcıları (ve
tüketicileri) ve söz konusu yerlerdeki gelir artışından dolaylı yarar
sağlayanlar arasında paylaşımı sorunu hala vardır. Söz konusu payla
şımlar değiş tokuşa ve üretime hükmeden göreceli fiyatlara, ücretle
re ve diğer ekonomik parametrelere bağlı olacaktır. O nedenle, sade
ce, hiçbir işbirliği yapılmadığı duruma kıyasla, bütün tarafların pay al
dığı birtakım kazanımların var olup olmadığını sormakla yetinmeyip
(çok sayıda alternatif düzenleme için söz konusu durum bu olabilir),
kazanım paylaşımının adil ya da kabul edilebilir olup olmadığını da
sormak yerinde olur.
Matematikçi ve oyun teorisyeni (ve Sylvia Nasar'ın harika biyog
rafisinden yararlanılarak çekilmiş Akıl Oyunları adlı olağanüstü başa
rılı film sayesinde adı artık her eve girmiş olan) John Nash'ın yarım
yüzyıldan daha uzun bir süre önce (1950'de yayımlanmış ve kendisi
ne 1994'teki Nobel İktisat Ödülünü veren İsveç Kraliyet Akademisi
nin onun yapıtları arasında saydığı makalesinde) tartıştığı gibi, mer
kez sorun belli bir düzenlemenin, hiçbir işbirliği olmadığı duruma kı
yasla, daha iyi olup olmadığı değildir (oysa çoğu alternatif düzenle-
1 56 KİMLİK VE ŞİDDET
me için söz konusu olan budur) . Tersine, ana sorun, mevcut çeşitli
alternatifler arasından çıkacak belirli bölüşümlerin-onlar yerine ter
cih edilebilecek diğerleri veri alındığında-adil olup olmadıklarıdır.s
İşbirliğine eşlik eden bir paylaşım düzenlemesinin adaletsiz olduğu
eleştirisinin (ister sektörel ilişkiler, ister aile düzenlemeleri, isterse
uluslararası kurumlar bağlamında dile geliyor olsun), sadece-işbirli
ğinin söz konusu olmadığı durumlara kıyasla-bundan bütün tarafla
rın kazançlı çıktığına işaret edilerek çürütülmesi mümkün değildir
(sözüm ona etkili olan şu sav böyle bir çürütme çabasını çok iyi yan
sıtır: "Bundan yoksullar da yararlanıyor-sızlanmaya ne gerek var?")
Bu, çok sayıda-muhtemelen sınırsız sayıda-alternatif düzenleme
için söz konusu olabileceğine göre, asıl mesele burada değil, bütün
tarafların farklı kazanım paylarına sahip olacakları çeşitli alternatifler
arasından yapılacak tercih meselesidir.
Bunu bir benzetmeyle göstermek mümkün. Eşitsiz ve cinsiyetçi
bir aile düzenlemesinin adaletsiz olduğunu savunabilmek için, aile
diye bir şey olmasaydı kadınların durumunun daha iyi olacağını ("Sü
regelen aile içi iş bölümünün kadınlar bakımından adil olmadığını
düşünüyorsanız, neden ailenizi terk etmiyorsunuz?") göstermek ge
rekmez. Mesele bu değildir-aile içinde daha iyi bir düzenleme pe
şinde olan kadınlar, buna alternatif olarak ailesiz yaşama olasılığını
önermiyorlar. Anlaşmazlık konusu aile sistemi içindeki yarar paylaşı
mının, yapılabilecek alternatif düzenlemelere kıyasla, mevcut kurum
sal düzenleme içinde ciddi bir biçimde eşitsiz olup olmadığıdır. Kü
reselleşme konusundaki tartışmaların çoğunun üzerinde yoğunlaştığı,
yerleşik ekonomik düzenin yoksulların da yararına olup olmadığı
meselesi, asıl değerlendirilmesi gereken nokta bakımından tamamıy
la yetersizdir. Bunun yerine sorulması gereken soru, yoksulların eko
nomik, sosyal ve politik fırsat eşitsizliklerinin daha az olduğu, daha
iyi-ve daha adil-bir düzenlemeye kavuşmalarının mümkün olup
olmadığı ve eğer mümkünse, bunu sağlayacak olan uluslararası ve
Küreselleşme ve Küresel Sesler 1 57
ülke içi yeniden düzenlemelerin neler olabileceğidir. Gerçek kavga
bu noktada verilmektedir.
Daha Fazla Adalet Olanağı
Ama bundan önce ele alınması gereken birtakım ön meseleler vardır.
Daha adil bir küresel anlaşmaya ekonomik ve sosyal ilişkileri kapsa
yan küresel sistemi baştan aşağı altüst etmeden varmak mümkün mü
dür? Özellikle, farklı grupların küreselleşmiş ekonomik ve sosyal iliş
kiler çerçevesinde elde ettikleri şeyleri küresel pazar ekonomisinin
yararlarına zarar vermeden ya da bunları yok etmeden değiştirmek
mümkün müdür, diye sormamız gerekir. Küreselleşme karşıtı eleşti
rilerde bu sorunun yanıtının olumsuz olması gerektiği biçiminde, ço
ğu zaman zımnen dile getirilen inanç, dünyanın küresel pazarlar ko
nusundaki geleceğine ilişkin kasvet ve kötümserliğin yaratılmasında
kritik önemde bir rol oynamıştır ve küreselleşme karşıtı denilen pro
testocuların böyle anılmasının nedeni de budur. Özellikle, özel faali
yetlere, kamusal girişimlere ve pazar dışı kurumlara ilişkin kurallar ile
pazarların varlığı ne şekilde bağdaştırılıyor olursa olsun, "pazarın
kendi çözümü" diye bir şeyin her durumda var olacağına ilişkin ga
rip ve yaygın bir varsayım vardır. Kolayca anlaşılabileceği gibi, bu ya
nıt aslında bütünüyle yanlıştır.
Pazar ekonomisinin kullanılması çok farklı mülkiyet kalıplarıyla,
kaynak mevcudiyetiyle, sosyal imkanlarla ve (patent yasaları, antit
röst düzenlemeler, sağlık hizmetleri ve gelir desteği koşulları vb. tü
ründen) faaliyet kurallarıyla uyumludur. Pazar ekonomisi, bu koşul
lara bağlı olarak, farklı fiyatlar, farklı ticaret hadleri, farklı gelir dağı
lımları ve daha genel anlamda, çok farklı genel sonuçlar yaratır.9 Ör
neğin, kamu hastanelerinin, okullarının ve üniversitelerinin kuruldu
ğu ya da kaynakların bir gruptan başka bir gruba kaydırıldığı her se-
158 KİMLİK VE ŞİDDET
ferinde, pazar sonuçlarına yansıyan fiyat ve miktarlar kaçınılmaz ola
rak değişir. Pazarlar kendi başlarına hareket etmezler-edemezler.
Ekonomik kaynak ve mülkiyet dağılımı da içinde, pazarlara hükme
den koşulları hesaba katmayan, "pazarın kendi çözümü" diye bir şey
yoktur. Sosyal güvenliğe ve diğer destekleyici kamu müdahalelerine
yönelik kurumsal düzenlemelerin getirilmesi veya güçlendirilmesi de
önemli sonuçlar yaratabilir.
Merkezdeki soru, pazar ekonomisinden yararlanılsın mı, yararla
nılmasın mı değildir-ve olamaz. Bu sığ soruyu yanıtlamak kolaydır.
Bugüne kadar dünyanın hiçbir ekonomisi, pazarlardan ve pazarlara
dayalı üretim koşullarından hatırı sayılır ölçüde yararlanmadan, seç
kinlerin göz kamaştırıcı yaşamları dışında, yaygın bir bolluk yaratma
yı başarabilmiş değildir. Pazar ilişkilerinin sunduğu değiş tokuş ve
uzmanlaşma imkanlarından geniş bir biçimde yararlanmadıkça, genel
ekonomik bolluk yaratmanın imkansız olduğu sonucuna varmak zor
değildir. Ama bu-{kamusal sağlık hizmetleri gibi) toplu tüketilen
mallar nedeniyle ve aynı zamanda, (son zamanlarda çok tartışıldığı
gibi) pazar ekonomisinin değişik katılımcılarının sahip olabileceği
asimetrik-ve daha genel olarak, eksik-enformasyonun önemi ne
deniyle-pazar ekonomisinin işleyişinin çoğu durumda önemli ölçü
de ve kesinlikle aksayabileceği temel gerçeğini asla yadsımaz. ıo Ör
neğin kullanılmış bir otomobilin alıcısı o otomobil hakkında onu sa
tan sahibine kıyasla çok daha az şey bildiği için, insanlar değiş tokuş
kararlarını kısmi bilgisizlik ve özellikle de eşitsiz bilgi koşulları altın
da verirler. Ne ki, önem ve ciddiyet taşıyan bu sorunlar pazar ekono
misinin işleyişini tamamlayan uygun kamu politikalarıyla giderilebilir.
Ama ekonomik ilerleme beklentisini yok etmedikçe, pazar kurnmla
rından tümüyle vazgeçmek kolay değildir.
Aslında, pazarlardan yararlanmak nesir konuşmaktan çok farklı de
ğildir. Onsuz bir şey yapmak kolay değildir, ama çoğu şey komışma
yı tercih ettiğimiz nesrin ne olduğuna bağlıdır. Kiireselleşmiş ilişkiler
Küreselleşme ve Küresel Sesler 1 59
içinde pazar ekonomisi tek başına işlemez-aslında, belli bir ülke
içinde bile tek başına işleyemez. Mesele pazarı da kapsayan genel sis
temin, çeşitli mümkün kılıcı koşullara (örneğin maddi kaynakların na
sıl dağıtıldığına, insan kaynaklarının nasıl geliştirildiğine, iş ilişkilerinin
tabi olduğu kurallara, yürürlükteki sosyal güvenlik sistemine, teknik
bilgi paylaşımının yaygınlığına vb.) bağlı olarak, sadece çok farklı so
nuçlar yaratabilmesinden ibaret değildir, aynı zamanda o mümkün kı
lıcı koşulların da hem ulusal hem de küresel düzeyde etkin olan eko
nomik, sosyal ve politik kurumlara kritik bağımlılığı vardır.
Ampirik incelemelerin yeterince gösterdiği gibi, eğitim ve okurya
zarlığa, epidemiolojiye, toprak reformuna, mikro kredi imkanlarına,
öıgün yasal korumalara vb. ilişkin kamusal politikalar pazar sonuç
larının niteliğini büyük ölçüde etkilemektedir ve bütün bu alanların
her birinde, yerel ve küresel ekonomik ilişkilerin sonuçlarını kökten
değiştirebilecek kamusal önlemler yoluyla yapılabilecek şeyler vardır.
Dünya ekonomisini niteleyen eşitsizlik ve asimetrileri değiştirmek
için anlaşılması ve kullanılması gereken şey işte bu karşılıklı bağım
lılıklar kümesidir. Tek başına pazar ilişkilerinin küreselleşmesi, dün
ya refahı açısından çok yetersiz bir yaklaşım olabilir.
Dışlamalar ve Dayatmalar
Dünyada daha adil ekonomik ve sosyal düzenlemeler için çalışmanın
karşısına dikilen çok sayıda çetin sornn vardır. Örneğin, küresel ka
pitalizmin genellikle, diyelim demokrasinin kurulması ya da kamu
eğitiminin yaygınlaşması veya toplumun mazlumları için sosyal im
kanların artırılması gibi meselelere kıyasla, pazarla çok daha fazla il
gilendiğinin çok sayıda kanıtı vardır. Çokuluslu firmalar da, çoğu
üçüncü dünya ülkesinin kamu harcamalarının yaygın cehaleti, sağlık
hizmetlerinden yoksunluğu ve yoksulların karşı karşıya olduğu diğer
160 KİMLİK VE ŞİDDET
engellerin kaldırılması yerine, yönetici sınıfların ve ayrıcalıklı işçilerin
yararına öncelik veren alanlara yönlendirilmesi konusunda önemli et
kilerde bulunabilirler. 1 1 Latin Amerika' da, Afrika' da ve kimi Asya ül
kelerinde gözlemlenen bu ters bağlantılarla yüzleşmek ve uğraşmak
gerekmektedir. Bunlar eşitlikçi gelişmenin önünde aşılmaz bir engel
oluşturmasalar bile, aşılabilir engellerin hangileri olduğuna net teşhis
ler konması ve fiilen aşılmaları önemlidir.
Küresel ekonominin süregelen eşitsizlikleri, aşılması gereken çe
şitli kurumsal başarısızlıklarla yakından bağlantılıdır. Düzeltilmesi ge
reken ciddi dışlamalara ek olarak, bir de, temel küresel adaletin sağ
lanması bakımından el atılması gereken ciddi dayatma sorunları var
dır. Bu sorunların çoğu ilgili literatürde geniş bir şekilde tartışılmış
tır .12 Ne ki, bu meselelerin bazıları kamuya açık tartışmalarda şimdi
ye kadar olduğundan daha büyük bir dikkati hak etmektedir.
Yoğun acıların yanı sıra kalıcı yoksunluğa da neden olan ve garip
bir biçimde yeterince tartışılmayan küresel "dayatmalardan" biri de,
bir önceki bölümde tartıştığımız, dünya güçlerinin küreselleşmiş silah
ticaretine katkısıyla ilgilidir (son yıllarda uluslararası pazarda satılan
silahların neredeyse yüze 85'inin satıcısı, dünya liderliğinde temel rol
oynayan büyük güçlerin oluşturduğu GS ülkeleri olmuştur).13 Bu, şu
anda ağırlıklı odak noktasını oluşturan, terörizmi gemleme ihtiyacı
nın-çok önemli olan bu ihtiyacın-ötesine geçecek şekilde, yeni
küresel girişimleri acilen gerektiren bir alandır.
Zararlı dayatmaların arasında, yoksul ülkelerin ihracatını frenle
yen, çok sınırlayıcı-ve verimsiz-ticaret engelleri de vardır. Bir baş
ka önemli mesele, AIDS gibi hastalıklar için ihtiyaç duyulan-ve ge
nellikle çok ucuza üretilebileceği halde lisans ücretleri nedeniyle pa
zar fiyatları çok yüksek olan-yaşam kurtarıcı ilaçların kullanımı ko
nusunda kendi amacına ters düşen engeller oluşturması söz konusu
olabilecek eşitsiz patent yasalarıdır. İlaç alanında buluşçu araştırma
ların kökünü kurutacak türden ekonomik koşulların yaratılmaması
Küreselleşme ve Küresel Sesler 1 6 1
kesinlikle önemli olmakla birlikte, gerçekte, bir yanda dünya yoksul
larına bu yaşamsal önemdeki ilaçları satın alma imkanını verirken, bir
yanda da araştırmalar için iyi teşvikler temin edebilecek değişken fi
yatlandırma imkanları yaratanlar da dahil, çok sayıda akıllı uzlaştırıcı
düzenlemeler vardır. Satın almaya güçleri yetmeyen yoksulların ilaç
satın alamamasının ilaç üreticilerine sağlanan teşviklere hiçbir katkı
sının olamayacağı unutulmamalıdır; sorun, verimliliği esas alan dü
şünceler ile eşitlik taleplerini-akıllıca ve insani bir biçimde, küresel
verimlilik talepleri kadar adalet taleplerini de yeterince dikkate ala
cak şekilde-birleştirmektir.
Şu anda var olan ve kendi amacına ters düşen egemen patent re
jimlerinin, pahalı ilaçları satın alma gücü çok sınırlı olan dünya yok
sulları için özellikle yararlı olacak (tekrarlanmayan aşılar da dahil) ye
ni ilaçlar geliştirme amaçlı tıbbi araştırmalara sağladığı teşvikler de
çok yetersizdir. Düşük gelirli insanlara özel yararı olacak tıbbi buluş
üretimine verilen teşviklerin uzanımı gerçekten çok sınırlı kalabilir.
İlaç araştırmalarının harcayacak geliri fazla olan insanlara hizmet et
meye yönelik güçlü önkabulleri bunu çok iyi yansıtmaktadır. Pazar
ekonomisinin niteliği ve işleyişinde kar hesaplarının kaçınılmaz ola
rak oynadığı rol veri alındığında, ağırlığın teşvik kalıplarında köklü
değişikler yaratabilecek başlangıçlara verilmesi gerekir. Bunlar, fikir
mülkiyeti haklarında değişiklik yapmaya yönelik yasal düzenlemeler
den (buna farklı buluş türlerinden elde edilen karlardan alınan birbi
rinden farklı vergi uygulamaları da dahildir), özel olarak tasarlanmış
destek programları yoluyla kamu teşvikleri sağlamaya kadar uzanabi
lir.14 Ekonomik küreselleşme talepleri sadece pazar ekonomisi ile ti
caret ve değiş tokuşun birleştirilmesiyle (bunlar ne kadar önemli
olursa olsun) sınırlı kalmayıp, aynı zamanda, kurumsal düzenlemele
rin daha da adilleştirilmesini ve ekonomik bağlantılardan elde edilen
kazanımların dağılımının daha eşitlikçi hale getirilmesini de kapsa
maktadır.15
162 KİMLİK VE ŞİDDET
Ülke içi düzenlemelerin zenginleştirilmesi, küreselleşmenin küre
sel değiş tokuşa daha fazla dahil edilen insanları etkileyiş biçimi ba
kımından da kritik olabilir. Örneğin, rekabet güçlerinin bazı gelenek
sel üreticileri alışageldikleri işlerinden etmelerine karşılık, işlerini yi
tiren bu insanlar okuryazar olmadıkları için talimatları okuyamıyorlar
ve kalite kontrolüne ilişkin yeni koşullara uyamıyorlarsa ya da üret
kenliklerini ve hareket yeteneklerini engelleyen hastalıkları varsa, kü
resel ekonomiyle bağlantılı yeni girişimlere girerek yeni iş edinmele
ri kolay değildir.16 Bu engeller yüzünden, bu insanlar, küresel eko
nominin havucunu tadamadan sopasını yemekle kalabilirler. Bu en
gellerin kaldırılması okul ve eğitim imkanlarının ve ayrıca sağlık hiz
metleri de dahil, destekleyici bir güvenlik şebekesinin geliştirilmesini
gerektirir. Ekonomik küreselleşme sadece pazarların açılmasından
ibaret bir şey değildir.
Nitekim, küresel pazar ekonomisi birlikte takıldığı dostları ne ka
dar iyiyse o kadar iyidir.17 Uzaktan ve yakından yükselen küresel ses
ler küreselleşmenin, küresel pazarlar da dahil, daha iyi dostlar edin
mesine yardımcı olabilir. İnsanlık adına kazanılacak bir dünya var
-küresel sesler o dünyaya ulaşmamızı sağlayabilir.
Yoksulluk, Şiddet ve Adaletsizlik Duygusu
Eğer din ve cemaat birçok insanın zihninde küresel şiddeti çağrıştırı
yorsa, küresel yoksulluk ve eşitsizlik de öyledir. Aslında, politik an
laşmazlıkları ve kargaşayı önlemenin en emin yolunun o olduğu ge
rekçesiyle, yoksulluğu kaldırmaya yönelik politikaları haklı gösterme
eğilimi son yıllarda arttı. Hem uluslararası hem de ülke içi kamu po
litikalarını böyle bir anlayış üzerine oturtmanın birtakım gözle görü
lür çekici yanları vardır. Dünyanın zengin ülkelerinin kamuoylarında
savaş ve düzensizlik konusunda duyulan endişeler veri alındığında,
Küreselleşme ve Küresel Sesler 163
yoksulluğu kaldırmanın bu dolaylı gerekçesi-yani kendi başına bir
amaç olmayıp, dünya barışı ve huzuru uğruna yapılacak bir iş ola
rak-muhtaç insanlara yardımcı olunması konusunda öz çıkarlara
seslenen bir sav oluşturmaktadır. Bu, yoksulluğun kaldırılmasına da
ha fazla kaynak tahsis etmeyi ahlaki bir temele değil de, elde edile
ceği varsayılan politik sonuçlara dayandıran bir savdır.
Böyle davranmanın çekiciliği anlaşılır bir şey olmakla birlikte, say
gıdeğer bir dava için bile olsa, tehlikeli bir yoldur. Zorluğun bir kıs
mı, yanlış olması halinde, ekonomik indirgemeciliğin sadece dünya
hakkındaki anlayışımızı zayıflatmakla kalmayıp, aynı zamanda yok
sulluğu kaldırma yönündeki ilan edilmiş kamusal taahhüdümüze de
zarar verebilecek olmasından ileri gelmektedir. Bu özellikle ciddi bir
endişedir, zira yoksulluk ve yoğun eşitsizlik kendi başına yetirince
korkunç şeyler olup, şiddetle hiçbir bağlantıları olmasa bile öncelik
le ele alınmayı hak eden sorunlardır. Erdem nasıl ki kendi kendisinin
ödülüyse, yoksulluk da en azından kendi kendisinin cezasıdır. Bun
dan yoksulluk ile eşitsizliğin çatışına ve anlaşmazlıkla geniş çaplı
bağlantıları olabileceğini-ve olduğunu-yadsıdığımız sonucu çık
maz, ama bu bağlantıların, "haklı bir davayı" desteklemek amacıyla,
mantıksız bir acelecilikle, rasgele dile getirilmeyip, hak ettikleri özen
ve ampirik irdelemeyle incelenip araştırılmaları şarttır.
Yoksulluk elbette, yerleşik yasa ve kurallara karşı gelmeyi tahrik
edebilir, ama bunun insanlara şiddete başvurma inisiyatifini, cesare
tini ve fiili yeteneğini de vermesi kaçınılmaz bir sonuç değildir. Yok
sulluğa sadece ekonomik zayıflık değil, aynı zamanda politik çaresiz
lik de eşlik edebilir. Açlık çeken bir zavallı mücadele edemeyecek ve
savaşamayacak, hatta protesto edip bağırıp çağıramayacak kadar bü
yük bir zayıflık ve karamsarlık içine girebilir. O nedenle, yoğun ve
yaygın sıkıntı ve çileye çoğunlukla olağanüstü bir barış ve huzur or
tamının eşlik etmesi şaşırtıcı değildir.
Nitekim, çoğu açlık olaylarında öyle sözü edilmeye değer isyanlar
ya da iç çatışmalar veya gruplar arası savaşlar yaşanmamıştır. Örneğin,
164 KİMLİK VE ŞİDDET
İrlanda'nın 1840'lardaki açlık yılları en barışçıl dönemlerden biriydi ve
zengin gıda maddeleriyle yüklü gemiler peş peşe Shannon nehrinden
geçerek bunları açlıktan kıvranan İrlanda'dan daha fazla alım gücü
olan iyi beslenen İngiltere'ye taşırken, aç yığınların bu teknelere sözü
edilmeye değer herhangi bir müdahale girişimi olmamıştı. İrlandalılar
uysal itaatkarlıklarıyla ün salmış insanlar olmamalarına rağmen, bu aç
lık yılları, büyük ölçüde (çok ender istisnalar dışında) yasa ve düze
nin korunduğu yıllar olmuştur. Gözümüzü başka bir yere çevirelim:
1943 yılındaki Bengal açlığı sırasında, Kalküta'daki anılarım arasında,
tek bir vitrin camı kırılmadan ya da yasa ve düzen bozulmadan, vit
rinleri kat kat leziz yiyeceklerle dolu tatlıcı dükkanlarının önünde aç
lıktan ölen insan manzaraları da yer alıyor. Bengalliler şiddete başvu
rulan çok sayıda isyanın sorumluluğunu taşımakla birlikte (bunlardan
biri de, 1943 açlığının hemen arifesinde, 1942'de, İngiliz idaresine kar
şı başlatılan ayaklanmadır), o açlık yılının kendisi sakindi.
Zamanlama sorunu özellikle önemlidir, zira herhangi bir adaletsiz
lik duygusu, açlığın ve yoksunluğun zayıflatıcı ve çaresizleştirici etki
leri geçtikten çok sonra bile, hoşnutsuzluğu uzun süre besleyebilir.
Yoksunluk ve yıkımın geçmişte kalan anılarını ayaklanma ve şiddet
için harekete geçirip kullanmak mümkündür. 1840'larda İrlanda'nın
yaşadığı açlık yılları barışçıl bir döneme tekabül etmiş olabilir, ama
politik ve ekonomik ilgisizliğin yarattığı adaletsizliğin ve sosyal acıla
rın anısı İrlandalıları İngiltere'den ciddi şekilde uzaklaştırmış ve bu
durumun İngiltere-İrlanda ilişkilerine 150 yılı aşkın bir süre boyunca
damgasını vuran şiddete çok büyük katkısı olmuştur. Ekonomik yok
sunluk hemen o anda şiddete yol açmayabilir, ama buna bakarak
yoksulluk ile şiddet arasında herhangi bir bağ olmadığı varsayımında
bulunmak yanlıştır.
Afrika'nın günümüzde içinde bulunduğu durumu görmezden gel
menin de dünya barışının geleceği üzerinde buna benzer uzun vade
li bir etkisi olabilir. Afrika nüfusunun en az dörtte birinin AIDS, sıt-
Küreselleşme ve Küresel Sesler 165
ma ve diğer hastalıklardan kırılarak yok olma tehdidiyle karşı karşı
ya olduğu görüldüğü halde, dünyanın geri kalan kısmının (özellikle
zengin ülkelerin) yaptığı-ya da yapmadığı-şeyler anılardaki tazeli
ğini çok uzun süre koruyabilir. Güç asimetrisiyle bağlantılı yoksullu
ğun, yoksunluğun, ihmal edilmişliğin ve aşağılanmanın, parçalanmış
kimlikler dünyasının tepesindekilere karşı duyulan kinden kaynakla
nan çatışmalarla bağlantılı şiddet yatkınlığıyla olan uzun vadeli ilinti
sini daha iyi anlamamız gerekiyor.
İhmal edilmişlik hınç için yeterli bir neden oluşturabilir, ama teca
vüze uğramayı, küçük düşürülmeyi ve aşağılanmayı isyan ve ayak
lanma amacıyla kullanmak daha kolay olabilir. İsrail'in Filistinlileri as
keri güç kullanarak yerinden etme, ezme ve üzerlerinde hakimiyet
kurma yeteneğinin-İsrail'e şu anda sağladığı ivedi politik kazanım
ların çok çok ötesine geçen-yaygın ve uzun vadeli sonuçları vardır.
Filistinlilerin haklarının keyfi ihlalinin yarattığı adaletsizlik duygusu,
karşı taraf açısından şiddet içeren "misilleme" olarak görülen şey için
kullanılmaya hazır beklemektedir. İntikam eylemlerine sadece Filis
tinliler değil, aynı zamanda Arap, Müslüman ya da üçüncü dünya
kimlikleriyle bağlantılı çok daha büyük insan grupları da başvurabi
lir. Dünyanın zenginler ile yoksullar arasında bölündüğü algısı, hoş
nutsuzluk tohumlarının ekilmesini çok kolaylaştırmakta ve bu da, in
sanları genellikle "misillemeci şiddet" olarak görülen şey uğruna se
ferber etme olanaklarını yaratmaktadır.
Bunun nasıl işlediğini anlayabilmek için, şiddet içeren başkaldırı
nın liderleri ile bu liderleri destekleyen çok daha geniş yığınlar ara
sında ayrım yapmak şarttır. Osama bin Laden gibi liderler, en hafif
deyimiyle, yoksulluk içinde olmadıkları gibi, küresel kapitalizmin
meyvelerinin paylaşımından dışlanmışlık duygusu içinde olmaları
için de hiçbir nedenleri yoktur. Ama buna rağmen, varlıklı liderlerin
başını çektiği hareketler genellikle ve büyük ölçüde, kurulu dünya
düzeninin ürettiği düşünülen adaletsizlik, eşitsizlik ve aşağılanmışlık
166 KİMLİK VE ŞİDDET
duygusundan güç almaktadır. Yoksulluk ve ekonomik eşitsizlik he
men o anda terörizme yol açmayabilir ya da terörist örgütlerin lider
lerini derhal etkilemeyebilir, ama buna rağmen, terör kamplarına mi
litan devşirmek için verimli bir zemin yaratabilir.
İkincisi, aslında barışçıl bir halkın terörizmi hoşgörüyle karşılama
sı da, çağdaş dünyanın-örneğin küresel ekonomik ve sosyal ilerle
menin gerisinde bırakılmaktan ötürü kötü muameleye maruz kalmış
lık duygusunun bulunduğu ya da geçmişte yaşanan politik kargaşa
anılarının hala taze olduğu-birçok yerinde görülen diğer bir garip
olgudur. Küreselleşme nimetlerinin daha adil paylaşımı şu iki konu
da uzun vadeli önleyici önlemlerin alınmasını kolaylaştırabilir: (1) te
rörizmin barut kaynağının kesilmesi ve (2) terörizmin hoşgörüyle kar
şılanmasına (hatta bazen yüceltilmesine) imkan veren genel iklimin
doğmasının engellenmesi.
Yoksulluk ve küresel adaletsizlik duygusu şiddetin patlak verme
sine hemen o anda yol açmasa bile, uzun vadede sonuç verecek ve
şiddet olasılığı üzerinde önemli etkisi olabilecek bağlantılar kesinlik
le vardır. Batılı güçlerin on yıllar-belki de yüz yıllar--önce Ortado
ğu'ya yaptığı kötülüklerin Batı Asya'da değişik biçimlerde hale taze
olan anısı, çatışmanın başını çeken şeflerce beslenerek ve büyütüle
rek, teröristlerin gönüllü şiddet yanlılarını saflarına katma yetenekle
rini artırmak amacıyla kullanılabilir. Sovyetler Birliği'nin özellikle Af
ganistan politikasının yol açtığı öfke Amerikalı stratejicilerce soğuk
savaşta rahatlıkla kullanılabilecek bir silah olarak görülmüş olabilir,
ama bu, Avrupa ve Amerika'ya cephe almış içe kapanmacı bir İslam
cı kimliğin bakış açısından (kapitalist ABD ile Komünist Sovyetler
Birliği arasındaki ayrımın bu tekil bakış açısından herhangi bir öne
mi olamazdı) Batı dünyasına karşı da kullanılmaya uygun bir silahtı.
Bu ikili sınıflandırma içinde, küresel adaletsizlik söy1emi yapıcı bağ
lantılarından kopartılmakta ve tersine, uygun bir biçim verilerek, şid
det ve intikam atmosferini beslemek için seferber edilmektedir.
Küreselleşme ve Küresel Sesler 1 67
Farkındalık ve Kimlik
Aslında günümüz dünyasında, eşitsizliklere yanıt vermenin alternatif
yolları ile küresel adaletsizlik duygusunun, insanların dikkatini çeke
bilmek amacıyla, birbirleriyle bir ölçüde rekabet etmeleri mümkün
dür. Bir bakış açısından, küresel adalet arayışını motive eden bir teş
his, başka bir bakış açısından, çarpıtılarak, daraltılarak ve acımasız
laştırılarak, küresel öç alma davasını beslemeye yarayan iyi bir mal
zeme olabilir.
Çoğu şey, kimlik meselesinin küresel eşitsizliğin sonuçlarını değer
lendirmekte nasıl ele alındığına bağlı olacaktır. Bu bizi birkaç farklı
yöne götürebilir. Yıkıcı etkiler yaratmak için kullanılan bu yönlerden
biri, geçmiş aşağılanmışlık ya da bugünkü eşitsizlik duygularının ne
den olduğu ve özellikle "Batı ve Batı karşıtlığı" formülasyonu aracılı
ğıyla birtakım içe kapanmacı kimlik karşıtlıkları temelinde yükselen
hoşnutsuzluğu körüklemek ve istismar etmektir (bu meseleyi 5. Bö
lümde ele almıştık). Şu anda bunun, Batıyla karşı karşıya gelmeye ha
zır kavgacı bir dinci (özellikle İslamcı) kimliği tamamlayan ve-bir öl
çüde-besleyen çok sayıda örneğine tanık olmaktayız. Bu, ekonomik
ve politik karşıtlıkların-bir "alt tema" olarak-dinsel köken farklılık
larının içine oturtulduğu, parçalanmış bir tekil kimlikler dünyasıdır.
Neyse ki, küresel eşitsizlikleri ve geçmiş ve bugünkü aşağılanmış
lıkları ele almanın tek yolu bu değildir. Yapıcı bir yanıt vermenin bi
rinci yolu, küresel eşitsizlik ve kırgınlıkları daha açıkça ele almak ve
ilgili meselelere ve bunları onarmanın olası yollarına ilişkin daha bü
yük bir anlayış göstermek olabilir (bu bölümün büyük bir kısmı me
selenin bu yönüyle ilgiydi). İkinci yol, küreselleşmenin kendisinin de
yapıcı bir rol oynaması olabilir-sadece küresel ekonomik ilişkilerin
diğer kurumsal düzenlemelerle tamamlanan işleyişinin yaratabilece
ği-ve daha eşit bir biçimde paylaştırabileceği-refah yoluyla değil
(bunu daha önce ele almıştık), aynı zamanda küresel ekonomik ya-
168 KİMLİK VE ŞİDDET
kınlaşmanın yaratabileceği yaygın insani bağlantıların üıünü olabile
cek sınır ötesi ortak kaygılar yoluyla da.
Daha sıkı bütünleşme, daha hızlı iletişim ve daha kolay erişim sa
yesinde, dünya son zamanlarda çok küçüldü. Ne ki, daha 225 yıl ka
dar önce David Hume, artan ekonomik ve sosyal ilişkilerin kimlik
duygumuzun uzanımını ve adalet konusundaki düşüncelerimizin
kapsamını genişletmekteki katkısından söz ediyordu. Hume, 1777'de
yayımlanan Ahlak İlkeleri Üstüne Bir İrdeleme'de ("Adalet Üzerine"
başlıklı bölümde) bu bağlantılara işaret ediyordu:
Gene, birbirinden farklı birkaç toplumun karşılıklı yarar ve avan
tajlar uğruna aralarında kurdukları bir tür ilişkiyi sürdürdüklerini
varsayın; adaletin sınırları-insanların sahip oldukları görüşlerin
genişliği ve karşılıklı bağlantılarının kuvveti oranında-genişleme
ye devam edecektir. Tarih, deneyim, akıl bize insan duygularının
bu doğal ilerleyişi ve adalete karşı saygımızın tedricen genişleme
si konusunda-biz bu erdemin engin yararlarını görebildiğimiz
oranda-yeterince ders vermektedir. 18
Hume ülkeler arasındaki ticaret ve ekonomik bağlantıların birbi
rinden uzak halkların birbirlerine olan ilgilerini artırabileceğinden söz
ediyordu. İnsanlar birbirleriyle daha yakın temas kurduklarında, da
ha önce varlıklarını ancak şöyle böyle algılayabildikleri uzaklarında
ki insanlara daha fazla ilgi duymaya başlayabilirler.
Küresel eşitsizlik ve asimetrilere gösterilen yaygın ilgi (küreselleş
me karşıtları da bunun bir parçasıdır), David Hume'nin yakın ekono
mik ilişkilerin birbirinden uzak halkları "adalete karşı saygımızın ted
ricen genişlemesinin" uzanımı içine sokacağını iddia ederken söyle
diklerinin cisimleşmesi gibi görülebilir. Bu, daha önce sözü edilen,
küresel protesto seslerinin çağdaş dünyada yeni yeni gelişmekte olan
küreselleşme etiğinin bir parçası olduğu iddiasına uygun düşmekte
dir. Adaleti ihmal eden küresel kapitalizmin eleştirisi her ne kadar ço-
Küreselleşme ve Küresel Sesler 1 69
ğu zaman onu kınamanın ötesine geçmiyorsa da, bu eleştiri uygun
kurumsal değişiklikler yoluyla daha fazla küresel adalet talep eder
hale getirilerek kolayca genişletilebilir.
Dünyadaki mazlumlara reva göıülen eşitsiz ve adaletsiz muamele
lere odaklanan "küreselleşme karşıtı" eleştirileri (bu eleştirilerin kuv
vetle yer verdiği güçlü küresel etik veri alındığında), gerçekten küre
selleşme karşıtı saymanın bir anlamı olamaz. Bu eleştirileri esinlendi
ren fikirler, küresel düzende uygun değişiklikler yapılarak, yoksun
luk ve sefalet içindeki insanlar için daha adil bir muamele ve imkan
ların daha adil paylaştırılması arayışına olan ihtiyacı dile getirmekte
dir. Bu meselelerin küresel düzeyde ivedilikle tartışmaya açılması kü
resel adaletsizliği azaltmanın yol ve araçlarına yönelik yapıcı bir ara
yışın temelini oluşturabilir. Bu arayış kendi başına kritik bir önem ta
şımaktadır ve bu konuda söylenebilecek ilk-ve temel-şey bu ol
malıdır. Ama bu arayış bizi aynı zamanda, kesinlikle parçalayıcı kim
lik çatışmalarından uzaklaştırmakta da çok önemli bir rol oynayabi
lir. Önemli olan, kendimize ne gözle bakacağımız konusundaki ter
cihimizdir.
8 . BÖLÜM
ÇOKKÜLTÜRLÜLÜK VE ÖZGÜRLÜK
G ünümüz dünyasında çok kültürlülüğe güçlü bir talep var. Bu ta
lep özellikle Batı Avrupa ve Amerika'da sosyal, kültürel ve po
litik politikaların oluşturulmasında çokça dile geliyor. Bu hiç de şa
şırtıcı değil, çünkü küresel temasların ve karşılıklı ilişkilerin aıtması
ve özellikle yaygın göçler kültürle ilgili çeşitli farklı uygulamaları yan
yana getirmiştir. "Komşunu seveceksin" uyarısının gördüğü genel ka
bul, komşuların birbirlerine alabildiğine benzer türden bir yaşam sür
melerinin ürünü olsa gerektir ("Sohbetimize gelecek pazar sabahı,
orgcu ara verdiğinde devam edelim"). Ama komşunu seveceksin uya
rısı artık, insanın en yakınındaki kişilerin çok farklı yaşam tarzlarıyla
ilgilenmesini gerektiriyor. Günümüz dünyasının küreselleşmiş niteli
ği çokkültürlülüğün ortaya çıkardığı zor soruları görmezden gelme
lüksüne izin vermiyor.
Bu kitabın konusu-kimlikler ve bunların dünyadaki şiddetle iliş
kisi-çokkültürlülüğün doğasının, sonuçlarının ve erdemlerinin (ya
da erdemsizliklerinin anlaşılmasıyla yakından ilintilidir. Bana göre,
çokkültürlülük konusunda birbirinden ayrı iki temel yaklaşım vardır.
Bunlardan biri çeşitliliği kendi başına bir değer olarak öne çıkarma
ya yoğunlaşır; ötekisi ise akıl yürütme ve karar alma özgürlüğüne
17 1
1 72 KİMLİK VE ŞİDDET
odaklanır ve kültürel çeşitliliği, söz konusu kişinin bu konuda olabil
diğince özgür tercihte bulunması noktasına kadar yüceltir. Bu tema
ları bu kitapta daha önce kısaca ele aldık (özellikle 6. Bölümde) ve
bunlar, başka bir vesileyle savunmaya çalıştığım gibi, aynı zamanda
genel anlamda sosyal ilerleme-"özgürlük olarak gelişme"-biçimin
deki geniş yaklaşıma da uygun düşmektedir. 1 Ama çokkültürlülük
uygulaması günümüzün özel bağlamı içinde değerlendirilirken, bu
meselelerin-özellikle Avrupa ve Amerika'da-daha yıkından ince
lenmesi gerekiyor.
Merkezi meselelerden biri de, insanlara ne gözle bakıldığı olmak
zorundadır. İnsanlar içine doğdukları topluluktan miras aldıkları ge
leneklere-özellikle de din mirasına-göre mi kategorize edilecekler
dir (ve kendi seçimleri olmayan o kimliğin politik tercihleri, meslek
leri, sınıfları, toplumsal cinsiyetleri, dilleri, edebiyatları, sosyal uğraş
ları ve diğer pek çok bağlantıları içeren diğer aidiyetleri üzerinde oto
matikman öncelik kazanmasına izin mi vereceklerdir)? Yoksa, önce
liklerini kendilerinin belirlediği (akla dayalı tercihlerinin sorumlulu
ğunu üstlendikleri) çok sayıda aidiyet ve ortaklıklara sahip kişiler ola
rak mı görüleceklerdir? Aynı zamanda, çokkültürlülüğün adaletini,
esas olarak, farklı kültürel geçmişlere sahip insanların ne ölçüde "tek
başlarına bırakıldıklarına" bakarak mı değerlendireceğiz, yoksa akla
dayalı tercihlerde bulunma yeteneklerinin sivil toplumun eğitim ve
katılım konusunda sağladığı sosyal imkanlar ve o ülkede süregelen
politik ve ekonomik süreçler tarafından ne ölçüde desteklendiğine
bakarak mı değerlendireceğiz? Eğer çokkültürlülük hak ettiği biçim
de değerlendirilecekse, bu oldukça temel sorulardan kaçmanın hiç
bir yolu yoktur.
Çokkültürlülüğün teori ve pratiği ele alınırken, İngiltere deneyimi
ni özellikle dikkate almakta yarar vardır. İngiltere kapsayıcı çokkültür
lülüğü-Avrupa'nın diğer ülkeleri ve ABD için de geçeri olan birtakım
kazanım ve zorluklarıyla birlikte-desteklemekte öne çıkmış bir ülke-
Çokkültürlülük ve Özgürlük 173
dir.2 1981'de İngiltere'nin Londra ve Liverpool kentleri (Fransa'nın
2005 sonbaharında yaşadığı kadar ciddi olmasa da) ırk ayaklanmala
rına sahne oldu ve bu ayaklanmalar entegrasyon konusunda daha ile
ri adımların atılmasına neden oldu. Geçtiğimiz yüzyılın son çeyreği ol
dukça istikrarlı ve sakin geçti. İngiltere'nin Milletler Topluluğu ülkesi
kökenli sakinlerinin hepsinin (beyaz olmayan göçmenlerin çoğunu
bunlar oluşturmaktadır), İngiltere vatandaşlığına geçmelerine bile ge
rek kalmadan, geldikleri anda eksiksiz oy hakkına sahip olmaları, İn
giltere'nin entegrasyon sürecine çok yardımcı oldu. Göçmenlere bü
yük ölçüde ayrımcı olmayan sağlık, okul ve sosyal güvenlik hizmetle
ri sağlanmasının da entegrasyona katkısı oldu. Ne ki, bütün bunlara
rağmen, ülke bir grup göçmenin yabancılaşmasıyla ve ayrıca İngilte
re'de doğmuş, eğitilmiş ve yetiştirilmiş Müslüman göçmen ailelerden
birkaç genç Müslümanın intihar bombalarıyla Londra'da çok sayıda in
sanı öldürmesiyle tümüyle yerli bir terörizme de sahne oldu.
Dolayısıyla, İngiltere'nin çokkültürlülük politikalarının tartışılması,
konunun gözle görülür çerçevesinden beklenenden çok daha geniş
bir kapsama sahip olduğu gibi, aynı zamanda çok daha büyük bir il
gi ve heyecan da uyandırmaktadır. 2005 yazında Londra'nın sahne ol
duğu terörist saldırılardan altı hafta sonra, önde gelen Fransız gaze
tesi Le Monde'de "İngiltere'nin Çokkültürlülük Modeli Krizde" başlık
lı bir eleştiri yayımlanınca, başka bir liberal kuruluşun lideri, Ameri
ka'daki Açık Toplum Adalet Girişimi direktörü James A. Goldston tar
tışmaya derhal katılıp, Le Monde'deki makaleyi "borazanlık" yapmak
la eleştirerek şöyle yanıtladı: "Çok ciddi bir tehdit oluşturan teröriz
mi, İngiltere'nin çeyrek yüzyılı aşkın bir süre boyunca ırk ilişkileri
alanında elde ettiği başarıyı rafa kaldırmanın gerekçesi haline getir
meye kalkışmayın. "3 Burada tartışılması ve değerlendirilmesi gereken
önemli bir genel mesele vardır.
Bana göre, gerçek mesele (eleştirisinin bir boyutunu özetlerken
Goldston'un dediği gibi) "çokkültürlülüğün fazla ileri gidip gitmedi-
174 KİMLİK VE ŞİDDET
ği" değil, çokkültürlülüğün nasıl bir biçim alması gerektiğidir. Çok
kültürlülük kültür çeşitliliğine hoşgörü gösterilmesinden ibaret bir şey
midir? Kültür uygulamalarını kimin seçtiğinin, bunların "topluluğun
kültürü olarak" mı dayatıldığının yoksa alternatiflerin ne olduğunu
öğrenme ve bunlar konusunda akıl yürütme imkanına yeterince sa
hip insanlar tarafından özgürce mi seçildiğinin bir önemi var mıdır?
Farklı topluluklara mensup insanların, hem okulda hem de genel ola
rak toplumda, dünyanın değişik halklarının dinsel inançlarını-ve
inançsızlıklarını-öğrenme ve insanların, dolaylı biçimlerde de olsa,
yapmak zorunda oldukları tercihler konusunda nasıl akıl yürütecek
lerini anlama imkanları nelerdir?
İngiltere 'nin Başarıları
İlk kez 1953'te öğrenci olarak geldiğim İngiltere, farklı kültürlere yer
veriyor olması bakımından özellikle etkileyici bir ülkeydi. Bu konu
da kat ettiği yol birçok bakımdan olağanüstüdür. Cambridge'deki ilk
ev sahibemin banyo yaparken ten rengimin çıkma olasılığı konusun
da ne kadar endişelendiğini (onu rengimin yeterince sabit ve daya
nıklı olduğu konusunda temin etmem gerekmişti) ve yazının Batı uy
garlığının özel bir buluşu olduğunu ("Bunu yapan İncil oldu") bana
büyük bir özenle açıklayışını (kabul etmeliyim ki, biraz da sevgiyle)
anımsıyorum. İngiltere'nin kültürel çeşitliliğinin geçirdiği güçlü evri
me kesintilerle de olsa uzun süre tanık olmuş bir kişi için, bugünün
İngiltere'siyle yarım yüzyıl öncesinin İngiltere'si arasındaki karşıtlık
çok şaşırtıcıdır.
Kültürel çeşitliliğin özendirilmesinin insanların yaşamına büyük
katkısı olduğu kesindir. Bu İngiltere'yi birçok bakımdan son derece
canlı bir ülke haline getirmiştir. İngiltere yemeğin, edebiyatın, müzi
ğin, dansın ve sanatın çokkültürlülüğünden Notting Hill Karnavalının
Çokkültürlülük ve Özgürlük 175
baş döndürücü çekiciliğine kadar, çok farklı kökenlerden gelen in
sanlarına tadını çıkartıp kutlayacakları çok şey sunmaktadır. Aynı za
manda, kültürel çeşitliliğin kabulü de (ve daha önce sözünü ettiği
miz, oy hakkı ve genellikle ayrımcı olmayan kamu ve sosyal güven
lik hizmetleri) çok farklı kökenlerden insanların kendilerini evlerinde
hissetmelerini kolaylaştırmıştır.
Ne ki, farklı yaşam tarzlarının ve farklı kültürel önceliklerin kabul
görmesinin her zaman kolay olmadığını anımsamakta yarar vardır.
Göçmenlerin kendi geleneksel yaşam tarzlarından vazgeçip göçtük
leri toplumun egemen yaşam tarzına uyum göstermeleri yönünde dö
nemsel ama ısrarlı bir talep olagelmiştir. Bu talep zaman zaman kül
tür konusunda, çok ayrıntılı davranış konularını da içerir bir biçimde,
olağanüstü ayrıntılı bir görüş halini almıştır-ününü layıkıyla hak
eden muhafazakar politikacı, korkutucu Lord Tebbit'in önerdiği ünlü
"kriket testi" bunun iyi bir örneğidir. Bu test, iyi entegre olmuş bir
göçmenin, geldiği ülkenin (diyelim Pakistan'ın) takımına karşı oyna
nan eleme maçlarında İngiltere'ye tezahürat yapıp yapmadığını anla
maya yaramaktadır.
Bu test hakkında önce olumlu bir şey söylemek açısından: Teb
bit'in "kriket testinin" erdemi, gıpta edilecek bir kesinliğe sahip olma
sı ve göçmen kişiye İngiliz toplumuna entegre olabilmesi için izleme
si gereken yolu çok net bir biçimde göstermesidir: "İngiliz kriket ta
kımı için tezahürat yaparsan mesele kalmaz!" Tersi durumda göçme
nin İngiliz toplumuna gerçekten entegre olup olmadığından emin ol
ması oldukça zor olacaktır, çünkü, her şey bir yana, İngiltere'nin ayak
uydurulması gereken egemen yaşam tarzının aslında tam olarak ne
olduğunu tespit etmek artık kolay bir iş değildir. Örneğin, İngiliz
mutfağında köri o kadar çok kullanılmaktadır ki, İngiltere Turizm Ku
rulu onu "otantik İngiliz yemeğinin" özellikleri arasında saymaktadır.
2005 yılının Ortaöğretim Genel Diploma imtihanına giren 16 yaş ci
varındaki öğrencilere sorulan "Boş Zaman ve Turizm" sorularından
ikisi şöyleydi: "Paket restoranlarının genellikle, Hint yiyecekleri dışın-
1 76 KİMLİK VE ŞİDDET
da verdiği bir yemek adını söyleyin" ve "Hintli bir paket restoranın
ev servisinden yararlanmak için müşterinin ne yapması gerekir. " Mu
hafazakar Daily Telegraph gazetesi 2005 yılının Ortaöğretim Genel
Diploma imtihanın haberini verirken, ülke çapında yapılan bu imti
hanın kültürel yanlılığından yakınmak yerine, İngiltere'de yaşayan
herkesin herhangi bir özel eğitim görmeden de yanıtlayabileceği so
ruların "kolaylığından" yakınıyordu.4
Aynı zamanda, kısa süre önce, bir Londra gazetesinin bir İngiliz
kadınının tartışılmaz İngilizliği konusunda yaptığı kesin tasviri de
anımsıyorum: "Nergis kadar veya tavuk tikka masalası kadar İngi
liz'dir ." Bütün bunlara bakan bir Güney Asyalı göçmenin, Tebbit'in
yardımseverliği dışında, dışarıdan gelen birisinin tartışmasız bir bi
çimde İngiliz sayılmasını garanti edecek testin hangisi olduğu konu
sunda kafası bir miktar karışabilir. Saçmalık gibi görülebilecek bu tar
tışmanın temelinde yatan önemli mesele şudur: Mevcut kültürel te
maslar dünyanın her yanında davranış tarzlarını o kadar melezleştir
mektedir ki, herhangi bir "yerel kültürün" bütün zamanlar için ger
çekten özgün olup olmadığını tespit etmek zordur.5 Ama Lord Teb
bit sayesinde, insanların İngilizliğini belirleme işi artık güzel bir algo
ritmaya ve mükemmel bir kolaylığa kavuşabilir (Ortaöğretim Genel
Diploma imtihanının yukarıda aktardığımız sorularını yanıtlamak ka
dar kolaylaşabilir).
Lord Tebbit kısa bir süre önce işi, önerdiği "kriket testi" kullanıl
mış olsaydı, bunun İngiltere doğumlu Pakistanlı militanlarca gerçek
leştirilen terörist saldırıların önlenmesine katkısı olacağını iddia etme
noktasına kadar vardırdı: "Söylediklerimin gereği yapılmış olsaydı, bu
saldırıların gerçekleşme olasılığı azalırdı. "6 Bu kendinden emin tah
min, potansiyel bir teröristin-El Kaide tarafından eğitilmiş olsun ya
da olmasın-davranışını bir nebze bile olsun değiştirmesine gerek
kalmadan, İngiliz kriket takımına tezahürat "testini" kolaylıkla geçe
bilme olasılığını küçümsüyor olabilir.
Çokkültürlülük ve Özgürlük 177
Lord Tebbit'in kriketten ne kadar anladığını bilmiyorum. Eğer bu
oyundan keyif alıyorsanız, hangi takıma tezahürat yapacağınızı belir
leyen çok değişik etmenler söz konusudur. Bunlar arasında elbette
kişinin ulusal bağlılığı ya da kendisini yaşadığı ülkeyle özdeşleştirme
düzeyi de vardır; ama aynı zamanda oyun kalitesi ve o maçın-ve se
rinin-uyandırdığı genel ilgi de rol oynar. Maçı hangi takımın kazan
masını isteyeceğiniz koşullara bağlıdır ki, bu da ısrarla ve şaşmaz bir
biçimde (ister İngiltere olsun, ister bir başkası) belli bir takımı des
teklemenizi zorlaştırır. Kökenim ve milliyetim Hindistan olduğu hal
de, sadece İngiltere'ye karşı değil, aynı zamanda Hindistan'a karşı da
zaman zaman Pakistan kriket takımına tezahürat yaptığımı itiraf et
meliyim. Pakistan takımının 2005 yılındaki Hindistan turnesi sırasın
da, Pakistan'ın altılık serinin gün boyu süren ilk iki maçını kaybetme
si üzerine, serinin canlılığının ve ilginçliğinin devamı için üçüncü
maçta Pakistan'a tezahürat yaptım. O seferinde, Pakistan benim tüm
umutlarımın da ötesine geçerek, geriye kalan dört maçın dördünü de
kazandı ve Hindistan'ı 4-2 mağlup etti (Hintlilerin çok şikayet ettiği
Pakistan "aşırılığının" başka bir örneği!).
Daha ciddi bir sorun, Tebbit'in önerdiği kriket testinde göklere çı
kartılan önlemlerin İngiltere politikasına katılım, İngiliz sosyal yaşa
mına katılma ya da bomba imal etmekten kaçınma gibi İngiliz vatan
daşı olmanın ya da İngiltere'de yaşıyor olmanın gerektirdiği yüküm
lülüklerle hiçbir belirgin bağlantısının olmamasından ileri gelmekte
dir. Bunlar, aynı zamanda bu ülkede tamamıyla uyumlu bir yaşam
sürmenin gerektirdiği şeylerin de çok uzağındadır.
Sömürgecilik sonrası İngiltere bu noktaları kavramakta gecikmedi
ve Tebbit'in kriket testi türünden icatların yarattığı sapmalara rağmen,
İngiliz politikasının ve sosyal geleneklerinin kapsayıcılığı, birbirinden
farklı kültür tarzlarının çok etnisiteli İngiltere'de tamamıyla kabul edi
lebilir bir şey olarak görülmesini temin etti. Yerli halktan çoğu kişi
nin bu tarihsel eğilimin büyük bir hata olduğunu düşünmesinin ve bu
178 KİMLİK VE ŞİDDET
itirazın çoğu zaman İngiltere'nin bu kadar çok etnisiteli bir ülke ha
line gelmiş olmasının yarattığı hoşnutsuzlukla birleşmesinin şaşırtıcı
bir tarafı yoktur (bu küskün insanlardan biriyle otobüs durağında
karşılaştığım son keresinde, bana durup dururken, "Ben sizin tümü
nüzün ruhunu biliyorum" dedi, ama sözünün arkasını getirip, orada
ne bulduğunu söylememesi beni hayal kırıklığına uğrattı). Ama İngi
liz kamuoyu kültürel çeşitliliği, en azından yakın zamana kadar, ol
dukça büyük bir hoşgörüyle-hatta coşkuyla-karşılamıştır.
Bütün bunlar ve (daha önce sözünü ettiğimiz) oy hakkı ile ayrım
cılık yapmayan kamu hizmetleri, özellikle Fransa'nın son zamanlarda
tanık olamadığı türden bir ırklar arası sükunet ortamının yaratılması
na katkıda bulunmuştur. Ne ki, çokkültürlülüğünün tümüyle çözül
memiş birtakım merkezi sorunları hala vardır ve şimdi bunları ele al
mak istiyorum.
Çoğul Tekkültürlülüğün Sorunları
Önemli sorunlardan biri, çokkültürlülük ile "çoğul tekkültürlülük"
olarak adlandırılabilecek olgu arasındaki ayrımla ilgilidir. Gece yol
alan gemilerin çarpışmadan birbirlerinin yanından geçebilmeleri tü
ründen bir kültür çeşitliliğinin varlığı başarılı bir çokkültürlülük sayı
labilir mi? İngiltere şu anda karşılıklı etkileşim ile yalıtılmışlık arasın
da bölünmüş durumda olduğuna göre, bu ayrım (terörizm ve şiddet
sorunuyla bile bağlantılı) merkezi bir öneme sahiptir.
Bu ayrım üzerinde konuşmaya, Hint mutfağı ile İngiliz mutfağının
her ikisinin de kendisinin çokkültürlü olduğu iddiasında bulunabile
cek durumda olmasının yarattığı karşıtlığa işaret ederek başlayayım.
Poıtekizliler onu Amerika'dan Hindistan'a getirinceye kadar Hintliler
kırmızıbiber diye bir şey bilmezlerdi, ama günümüz Hint yiyecekleri
nin birçoğunda kırmızı biber kullanılmaktadır ve görüldüğü kadarıy-
Çokkültürlülük ve Özgürlük 1 79
la, çoğu köri türünün egemen bileşenlerinden biridir. Örneğin, vin
dalunun acılı türünde bol miktarda kullanılmaktadır ve adından da
anlaşılacağı gibi, şarap ile patates bileşiminin göçmen belleğindeki
yerini yansıtmaktadır. Aynı zamanda tandırda pişirme tarzı (tandoori)
bugünkü haline Hindistan'da kavuşmuş olsa bile, aslında Hindistan'a
Batı Asya'dan gelmiştir. Öte yandan, Lord Clive'den önce Hindis
tan'da bilinmeyen köri tozu, sanıyorum İngiliz ordusunun mutfağın
dan çıkma, özel bir İngiliz icadıdır. Üstelik, Londra'daki gelişkin Hint
restoranlarında Hint yemeklerini hazırlamanın yeni tarzlarının ortaya
çıktığına tanık oluyoruz.
Buna karşılık, iki tarzın ya da geleneğin, birbirlerine değmeden bir
arada bulunması aslında "çoğul tekkültürlülük" sayılmalıdır. Şu gün
lerde sık sık duyduğumuz yüksek perdeden çokkültürlülük savunula
n genellikle çoğul tekkültürlülüğün bahanesinden başka bir şey değil
dir. Muhafazakar bir göçmen ailenin genç kızı bir İngiliz oğlanla çık
mak istiyorsa, bu kesinlikle çokkültürlü bir girişimdir. Buna karşılık,
kızın muhafızlarının onu bunu yapmaktan alıkoyma çabalarına (sık
rastlanan bir durum), kültürleri birbirinden uzak tutmaya çalıştığı için,
çokkültürlülük denemez. Ama çoğul tekkültürlülüğü besleyen de ana
babaların bu yasaklarıdır-ve bu yasakların sesleri en yüksek çıkan
gürültücü baş savunucuları da, sözüm ona çokkültürlülük yanlılarıdır.
Bunlar bu savunularını, geleneksel kültürlerin önemine saygılı olmak
gerekçesine dayandırıyorlar-sanki genç kadınların kültürel özgürlük
lerinin hiçbir önemi yokmuş ve sanki ayrı kültürlerin bir şekilde ken
dilerine tahsis edilmiş kutucuklar içine hapsedilmesi şartmış gibi.
Belli bir sosyal köken içine doğmak (daha önce değindiğimiz gi
bi) kendi başına bir kültürel özgürlük uygulaması değildir, çünkü bu
rada tercih diye bir şey söz konusu değildir. Buna karşılık, gelenek
sel tarza sıkı sıkıya bağlı kalmak, eğer bu tercih diğer alternatifleri de
ğerlendirdikten sonra yapıldıysa, bir özgürlük uygulamasıdır. Aynı
şekilde, miras alınan davranış kalıbından şu ya da bu ölçüde uzak-
1 80 KİMLİK VE ŞİDDET
laşma kararı da, eğer üzerinde düşünüldükten ve akıl yürütüldükten
sonra alındıysa, aynı kategoriye girer. Aslında kültürel özgürlük ile
kültürel muhafazakarlık birbiriyle sık sık çatışabilir ve eğer çokkültür
lülük kültürel özgürlük adına savunuluyorsa, o zaman onu kişinin
miras aldığı kültürel geleneğin sıkı sıkıya ve koşulsuz olarak destek
lemesi talebi olarak görmek mümkün değildir.
İkinci soru, bu kitapta çok sözü edildiği gibi, din veya etnisite in
sanlar için önemli bir kimlik olmakla birlikte, (özellikle miras aldık
ları ya da kendilerine atfedilen gelenekleri yüceltme ya da reddetme
tercihine sahiplerse) o kimliğin yanı sıra başka aidiyet ve ortaklıkla
ra da değer verebilecekleriyle ilgilidir. Çok sıra dışı bir biçimde ta
nımlanmadıkça, çokkültürlülük kişinin sivil topluma katılma ya da
ulusal politikada yer alma veya sosyal bakımdan kural dışı bir yaşam
sürme hakkını bastıramaz. Üstelik, ne kadar önemli olursa olsun,
çokkültürlülük geleneksel kültürün emrettiği şeylere bütün diğer şey
ler karşısında otomatik olarak öncelik kazandırmaz.
Daha önce de sözünü ettiğimiz gibi, dünyadaki insanlar-bir din
ler federasyonu gibi-sadece dinsel aidiyetleri bağlamında ele alına
mazlar. Aynı nedenlerle, çok-etnisiteli İngiltere'yi bir etnik topluluk
lar koleksiyonu olarak görmek de mümkün değildir. Ne ki, "federas
yon" görüşü günümüz İngiltere'sinde kendisine epey bir destek bul
muştur. Nitekim, kişileri köşeli belli cemaat kutucuklarının içine tıkış
tırmanın gaddar sonuçlarına rağmen, federasyon görüşü, sık sık ve
oldukça şaşırtıcı bir biçimde, bir kişisel özgürlük müttefiki olarak de
ğerlendirilmektedir. Hatta, "çok-etnisiteli İngiltere'nin geleceğini, "
onu "ortak çıkar ve sevgi bağlarıyla ve kolektif varlık duygusuyla bir
arada tutan, başarısız bir kültürler federasyonu" olarak gören ve sö
zü çok edilen bir "vizyon" dahi vardır.7
Oysa kişinin İngiltere'yle olan ilişkisinin, o kişinin içine doğduğu
ailenin "kültürü" aracılığıyla belirlenmesi şart mıdır? Kişi bu önceden
tanımlanmış kültürlerden birden fazlasıyla yakınlık kurmaya ya da,
Çokkültürlülük ve Özgürlük 1 8 1
aynı şekilde, hiçbiriyle kurmamaya karar verebilir. Aynı zamanda, ki
şi etnik ya da kültürel kimliğinin, diyelim, politik inançlarından veya
mesleki yükümlülüklerinden veya edebi kanaatlerinden daha önem
siz olduğuna karar verebilir. Hayal ürünü bu garip "kültürler federas
yonu" içindeki yeri ne olursa olsun, o kişi açısından bu bir tercih me
selesidir.
Bunlar ne soyut düşünceler, ne de modern yaşamın karmaşıklığı
nın kendine özgü özellikleridir. İngiltere'ye uzun süre önce gelmiş
bir Güney Asyalının durumunu ele alalım. Cornelia Sorabji İngilte
re'ye 1880'li yıllarda Hindistan'dan gelmişti ve sahip olduğu kimlik
ler, tıpkı diğer insanlarınki gibi, çeşitli aidiyetleri yansıtıyordu. Hem
o kendisini, hem de başkaları onu şu şekillerde tarif ediyorlardı:
"Hintli" (sonunda Hindistan'a geri dönüp Hindistan 'ın Çağrısı adlı il
ginç bir kitap yazdı), kendini İngiltere'deyken de evinde hisseden bir
kadın ("biri İngiltere diğeri Hindistan olmak üzere iki evi vardı"), Par
si ("Ben milliyet olarak Parsiyim"), Hıristiyan ("Hıristiyan Kilisesinin
ilk şehitlerine" büyük bir hayranlık duyuyordu), sari giyen bir kadın
(Manchester Guardian'ın onu tasvir ettiği gibi, "hep rengarenk ipek
sari içindeki mükemmel giyimli kadın"), bir avukat ve baro jürisi (Lin
coln's Inn'de), kadınların eğitim hakkını ve özellikle eve kapatılmış
kadınların yasal haklarının savunucusu (peçeli kadınlara, "purdahna
şinlere" hukuki danışmanlık yapmakta uzmanlaşmıştı), Hindistan'da
ki İngiliz idaresinin kararlı bir destekçisi (çok haklı nedenlerle olma
sa bile, Mahatma Gandi'yi "altı veya yedi yaşındaki bebekleri bile"
kendi safına devşirmekle suçluyordu), Hindistan özlemiyle yanıp tu
tuşan biri ("Budh Gaya manastırındaki muhabbet kuşları: bir Hint kö
yünün mavi odun dumanları"), kadınlar ile erkekler arasındaki asi
metriye kesinlikle inanan birisi ("modern bir kadın" olarak görülmek
ten gurur duyuyordu), yalnız erkeklerin kabul edildiği bir üniversite
de öğretmen ("on sekizindeyken, bir Erkek Üniversitesinde) ve arka
planı ne olursa olsun, Oxford'dan hukuk lisansı derecesi almayı ba-
1 82 KİMLİK VE ŞİDDET
şarmış "ilk kadın" ("Üniversite Senatosunun özel kararıyla alınabilen
bir eğitim").8 Sosyal kökeni ve geçmişi Cornelia Sorabji'nin bu tercih
lerini etkilemiş olmalı, ama kendi kararlarını kendisi veriyor ve önce
liklerini kendisi belirliyordu.
Eğer çokkültürlülük kişinin kimliğinin ait olduğu topluluk ya da
din tarafından belirlenmesi gerektiği biçiminde yorumlansaydı, onun
ahlaki ve sosyal iddiaları ciddi sorunlarla karşılaşırdı, çünkü o zaman
kişinin sahip olduğu diğer aidiyetlerin (dil, sınıf ve sosyal ilişkilerden
politik görüşlere ve sivil rollere kadar) tümünü görmezden geliyor ve
miras aldığı dine ya da geleneğe düşünce ve tercihe otomatik olarak
öncelik tanıyor olurdu. Ne var ki çokkültürlülüğe ilişkin bu dar yak
laşım, buna rağmen, İngiltere'nin son yıllardaki resmi politikalarının
bazılarında üstünlüğü ele geçirmiştir.
Bu yaklaşımı gözler önüne seren ve (zaten var olan Hıristiyan
okullarına ek olarak) Müslüman, Hindu ve Sih çocukları için yeni
"din okullarının" açılmasını aktif olarak destekleyen devlet politikası
sadece eğitim açısından birtakım sorunlar yaratmakla kalmamakta,
aynı zamanda ırk ayrımına yer vermeyen bir ülkede yaşamaya yöne
lik taleplerin de parça bölük algılanmasını teşvik etmektedir. Bu ye
ni kurumların çoğu, tam da önceliklerin dine göre belirlenmesinin
dünyadaki şiddetin önemli kaynaklarından biri haline geldiği bir za
manda ortaya çıkmaktadır (ve bu durum, Kuzey İrlanda'daki Katolik
Protestan bölünmesi de dahil-bölünmenin tarafları ayrı okullarla
olan bağlarını koparmış değillerdir-bu türden şiddetin İngiltere'nin
kendi tarihindeki yerine katkıda bulunmaktadır. Başbakan Blair, "Bu
okullarda çok güçlü bir düşünce yapısı ve değerler duygusu vardır"
derken kesinlikle haklıdır.9 Ama eğitim, çocukları-en küçük olanla
rını bile-miras aldıkları eski bir düşünce yapısının içine sokmaktan
ibaret bir şey değildir. Eğitim aynı zamanda çocukların bütün yetiş
kin insanlar gibi, almak zorunda oldukları yeni kararlar hakkında akıl
yürütme yeteneklerini geliştirmelerine yardımcı olmakla da ilgili bir
şeydir. Önemli olan hedef, eski İngilizlerin eski din okulları ile bun-
Çokkültürlülük ve Özgürlük 1 83
lar arasında formülse! bir "eşitliğe" ulaşmak değil, çocukların entegre
olmuş bir ülkede büyürken "sorgulanmış yaşamlar" yaşama yetenek
lerini en iyi geliştirecek şeyin ne olduğunu bulmaktır.
Aklın Önceliği
Hindistan imparatoru Ekber, merkezi sorunu bundan çok önce,
1 590'lı yıllarda akıl ve iman konusundaki gözlemleri sırasında, büyük
bir netlikle ortaya koymuştu. Büyük Hint imparatoru Ekber bir Müs
lüman olarak doğmuş ve bir Müslüman olarak ölmüştü, ama inancın
akıl karşısında önceliği olamayacağını, çünkü insanın miras aldığı
inancı-gerektiğinde-reddederken bile bunu akıl yoluyla gerekçe
lendirmesi gerektiğinde hep ısrarcı olmuştur. İçgüdüsel imandan ya
na çıkan gelenekselcilerin saldırısına uğrayınca, dostu ve güvenilir
yardımcısı (Hinduizm ve İslam da dahil, çeşitli diniler konusunda bü
yük uzman, Sanskritçe kadar Arapça ve Farsçanın da rakipsiz alimi)
Abul Fazl'a şöyle demiştir:
Akıl arayışı ve gelenekselciliğin reddi kanıtlanmayı gerektirmeye
cek kadar açıktır. Gelenekselcilik doğru olsaydı, peygamberler (ye
ni mesajlarla ortaya çıkmak yerine) yaşlıların yolundan giderlerdi.ıo
Aklın her şeyin üstünde olması gerekir, çünkü aklı reddederken bile
bunu gerekçelendirmeye ihtiyaç duyarız.
Çokkültürlü Hindistan'daki çeşitli dinlerle ciddi bir şekilde ilgilen
mesi gerektiğine inanan Ekber (daha önce sözünü ettiğimiz gibi) sa
dece 16. yüzyıl Hindistan'ının ana akımı oluşturan Hindu ve Müslü
man kökenli insanlarıyla değil, aynı zamanda Hıristiyan, Yahudi, Par
si kökenlilerle, hatta "Carvaka"-Hindistan'da yaklaşık MÖ 6. yüzyıl
dan itibaren iki bin yıldan uzun bir süre boyunca sağlam temeller
1 84 KİMLİK VE ŞİDDET
üzerinde serpilip gelişmiş bir ateist düşünce okulu-yandaşlarıyla da
sürekli diyalog halindeydi.11
Ekber iman konusunda "ya hep ya hiç" biçiminde bir görüşü be
nimsemektense çok yönlü dinlerin her birinin belirli bileşenleri üze
rinde akıl yürütmekten hoşlanıyordu. Örneğin Jainlerle tartışırken on
ların törenleri konusundaki kuşkularını korumakla birlikte, vejetar
yenlik konusundaki savlarına aklı yatmış, hatta işi et yemenin her tü
rüne karşı çıkma noktasına kadar vardırmıştı. Bütün bunların dinsel
inancı akla değil imana dayandırmayı tercih edenleri rahatsız etmesi
ne rağmen, Ekber "akıl yolu" (rahi ak!) dediği şeyden şaşmadı ve açık
diyalog ve özgür seçimin gerekliliği konusunda ısrarcı oldu. Aynı za
manda kendi İslami inançlarının "kör imanın" ya da "gelenek batak
lığı" dediği şeyin değil, akıl ve seçimin ürünü olduğunu savundu.
Kaldı ki, bir de (özellikle İngiltere için geçerli olan), göçmen ol
mayan toplulukların çokkültürlü eğitim taleplerine nasıl bakılması ge
rektiği sorusu vardır. Bu bakış açısı her topluluğun kendi özel tarih
sel yüceltmesini istediği gibi yapma konusunda serbest bırakmak mı
olmalıdır? Bu durumda "eski İngilizlerin" dünya uygarlığının köken
leri ve gelişimindeki küresel etkileşimlerin daha çok farkında olma
yönündeki ihtiyaçları (bundan 3 -7. Bölümlerde söz etmiştik) karşı
lanmayacaktır. Batı bilimi ve kültürü denen şeyin kökleri, diğer şey
lerin yanı sıra, diyelim Çinlilerin yaptıkları buluşlara, Hint ve Arap
matematiğine ya da Yunan-Roma mirasının Batı Asyalılar tarafından
korunmasına (örneğin unutulmuş yunan klasiklerinin Arapça çeviri
lerinin yüzyıllar sonra Latince'ye çevrilmesine) kadar uzanıyorsa, bu
sağlam karşılıklı etkileşim tarihi üzerinde-günümüzün çok-etnisiteli
İngiltere'sinin şu andaki okul müfredatına kıyasla-daha çok durul
ması gerekmez mi? Çokkültürlülüğün öncelikleri, çoğul tekkültürlü
toplumun önceliklerinden çok farklı olabilir.
Din okullarının niteliğiyle ilgili meselelerden biri akla dayalı olma
yan imana akıl karşısında öncelik verilmesiyse, bir başka ciddi mese-
Çokkültürlülük ve Özgürlük 1 85
le de, insanların kategorileştirilmesinde-başka sınıflandırma kriterle
rinin alınması yerine-dinin oynadığı rolle ilgilidir. Örneğin, Bangla
deş'in Pakistan'dan ayrılması, daha önce sözünü ettiğimiz gibi, bölün
me öncesi Pakistan'ın her iki kanadının da paylaştığı dine değil, po
litik önceliklerin yanı sıra, dil ve edebiyatla ilgili gerekçelere de da
yandırılmıştı. İman dışında kalan her şeyi görmezden gelmek, insan
ları dinin çok ötesine geçen kimliklerini öne çıkarmaya sevk eden
düşüncelerin gerçekliğini yok etmek demektir.
İngiltere'deki geniş Bangladeşli topluluk, din açısından bakılarak,
kültür ve öncelikler konusunda başka hiçbir şey dikkate alınmadan,
bütün diğer din kardeşleriyle birlikte tek bir büyük kitleye dahil edil
miştir. Bu durum İslam din adamları ile dini liderlerin hoşuna gidiyor
olsa da, o ülkenin kültür zenginliğini kesinlikle bir yana atmakta ve
Bangladeşlilerin zengin kimlik çeşitliliğini tırpanlamakta ve aynı za
manda Bangladeş'in kuruluş tarihini de tümüyle görmezden gelmeyi
yeğlemektedir. Öte yandan, şu anda Bangladeş içinde laiklik yandaş
ları ile (dinci köktenciler de dahil) karşıtları arasında süregelen politik
bir mücadele vardır ve İngiltere'nin resmi politikasının niye birinciler
le değil de ikincilerle daha uyumlu olduğu yeterince açık değildir.
Bu meselenin politik önemi ne kadar vurgulansa azdır. Bu soru
nun yaratıcısı, kabul etmek gerekir ki, son yılların İngiliz hükümetle
ri değildir. Aslında, İngiltere'nin resmi politikası uzun yıllar boyunca
İngiliz vatandaşları ile Hindistan alt kıtasından gelmiş sakinlerine esas
olarak ait oldukları topluluklar bağlamında baka gelmiştir ve-dün
yada (köktencilik de dahil) dinselliğe son zamanlarda yapılan vur
guyla birlikte-topluluk artık, daha geniş anlamda tanımlanmış kül
türleri hesaba katmak yerine, esas olarak iman bağlamında tanımlan
maktadır. Sorun sadece okullaştırmayla ya da elbette Müslümanlarla
sınırlı değildir. Hindu ya da Sih dininin liderlerini İngiltere'deki Hin
du ya da Sih nüfusun sözcüleri olarak kabul etme eğilimi de aynı sü
recin parçasıdır. İngiltere'nin değişik kökenlerden gelen farklı vatan-
1 86 KİMLİK VE ŞİDDET
daşları sivil toplum içinde birbirleriyle etkileşmeye ve İngiltere'nin
politik yaşamına vatandaşlar olarak katılmaya teşvik edilecekleri yer
de, bunu "kendi toplulukları üzerinden" yapmaya çağrılıyorlar.
Bu indirgemeci düşüncenin ufuk sınırlılığı, özellikle göçmenlerin
ve ailelerinin yaşamları üzerindeki ağır sınırlayıcılığıyla, farklı toplu
lukların yaşam tarzlarını doğrudan etkilemektedir. Ama bunun da
ötesinde, bu ülkedeki 2005 'teki olayların da gösterdiği gibi, İngiltere
vatandaşlarının ve sakinlerinin kendilerini nasıl gördükleri de başka -
!arının yaşamını etkileyebilmektedir. Bir kere, eğer kişi sekter bir
tarzda (bunun şiddeti de içeriyor olması şart değildir) yetiştirilmiş ve
eğitilmişse, sekter aşırılığın etkileri karşısındaki kırılganlık çok daha
büyük olmaktadır. İngiltere hükümeti dini liderlerin nefret aşılayan
vaazlarını önlemeye çalışıyor-ve bu doğru bir davranış sayılmalı
dır-ama sorunun bunun çok ötesine geçtiği de kesindir. Bu, göç
menlik kökeninden gelen vatandaşların kendilerini önce belli bir top
luluğun ve özgül bir dinsel kökenin mensubu olarak göıüp, ancak
ondan sonra ve o mensubiyet üzerinden-sözüm ona bir topluluklar
federasyonu içinde-İngiliz sayıp saymayacakları sorunudur. Her
hangi bir ülkeye ilişkin bu kendine özgü fraksiyoncu görüşün o ül
keyi sekter şiddetin vazedilmesine ve beslenmesine daha da açık ha
le getireceğini kavramak zor olmasa gerek.
Tony Blair'in "dışarı çıkıp" "Müslüman topluluğa karışıp" terör ve
huzur konusunda onlarla tartışmaya girmesinin ve o "topluluğun en
küçük hücrelerine kadar derinliklerine inmesinin" anlaşılır nedenleri
vardır.12 Blair'in kendisini insaflı davranmaya ve adalete adamışlığını
reddetmek mümkün değildir. Bununla birlikte, çok etnisiteli İngilte
re'nin geleceği, (farklı etnik köken ve dinlerinin yanı sıra) farklı po
litik tercihleri, dilsel kökenleri ve sosyal öncelikleri olan vatandaşla
rının birbirleriyle-sahip oldukları (vatandaşlık da dahil) farklı kapa
sitelerle-çok farklı biçimlerde karşılıklı etkileşim içine girmelerini
kabul etmekte, buna destek ve yardımcı olmakta aranmalıdır. Özel
likle sivil toplumun bütün vatandaşların yaşamında oynaması gere-
Çokkültürlülük ve Özgürlük 1 87
ken çok önemli bir rolü vardır. İngiltere'deki göçmenlerin-Müslü
manlar kadar ötekilerinin de-sivil topluma katılımı, şu anda gittikçe
daha fazla yapıldığı gibi, esas olarak "topluluk ilişkileri" sepetinin içi
ne konup, aracılığını da ("ılımlı" din adamlarını ve "ılımlı" imamları
ve dinsel toplulukların diğer makul sözcülerini de içerir biçimde) di
ni liderlerin yaptığı bir şey olarak görülmemelidir.
Hem sosyal kimlik konusundaki kavramsal kargaşadan kaçınabil
mek, hem de bu kavramsal kargaşanın izin verdiği, hatta bir ölçüde
teşvik ettiği, bölünmüşlüğün kasıtlı istismarına karşı koyabilmek ba
kımından, çokkültürlülük anlayışı üzerinde bir kez daha düşünmeye
gerçekten ihtiyaç vardır. Özellikle kaçınılması gereken şey (eğer bu
analiz doğruysa), çokkültürlülük ile kültürel özgürlük bir yanda, ço
ğul tekkültürlülük ile iman temelli ayrılıkçılık öte yanda olmak üze
re, bunların birbiriyle karıştırılmamasıdır. Ne herhangi bir ülke, vatan
daşlarının-önceden belirlenmiş sabit kesimler içine yerleştirildiği
münzevi kesimler toplamı olarak görülebilir, ne de İngiltere-ister
açıkça ister zımnen olsun-dinsel etnik kökenlerin hayali bir ulusal
federasyonu olarak görülebilir.
Gandi'nin Fikirleri
Günümüz İngiltere'sinin sorunları ile İngiliz idaresi altındaki Hindis
tan'ın karşı karşıya olduğu ve Mahatma Gandi'nin İngiliz İdaresi tara
fından doğıudan teşvik edildiğini düşündüğü sorunlar arasında açık
lanması zor bir benzerlik vardır. Gandi özellikle Hindistan'ın bir din
sel topluluklar toplamı olduğu görüşünü eleştiriyordu. Gandi İngilte
re hükümetinin 1931 yılında topladığı "Hindistan Yuvarlak Masa Kon
feransı" için Londra'ya geldiğinde, "Federal Yapı Komitesi" olarak ad
landırılan yerde kendisine sekter bir köşe ayrıldığını gördü. Gandi,
Hinduların, özellikle de "Hindu kastı"nın sözcüsü olarak kabul edil-
188 KİMLİK VE ŞİDDET
mişti, buna karşılık Hindistan nüfusunun diğer yansı "diğer topluluk
lar" olarak anılarak her bir topluluğun İngiltere başbakanı tarafından
seçilmiş delegelerince temsil edilmesi sağlanmıştı.
Gandi, kendisi de bir Hindu olmakla birlikte, başında bulunduğu
politik hareketin topluluk temelli değil, tamamıyla evrenselci bir ha
reket olduğunda ısrar etti; bu hareketin Hindistan'daki bütün farklı
din gruplarından destekçileri vardı. Ayrımın dinlere göre de yapılabi
leceğini görmekle birlikte, Hindistan nüfusunu başka biçimlerde ay
rıştırmanın da bundan daha az geçerli olmayacağı gerçeğine işaret et
ti. İngiliz yöneticilerini ısrarla, Hintlilerin sahip olduğu çeşitli kimlik
lerin çoğulluğunu görmeye çağırdı. Nitekim, sadece Hindular adına
değil, "Hindistan nüfusunun yüzde 85'inden fazlasını" oluşturan "ses
siz, çilekeş, yan aç milyonlar" adına konuşmak istediğini söyledi.13
Ve az bir gayretle, nüfusun geri kalan kısmı-"Prensler, toprak bey
leri, eğitilmiş sınıf"-adına da konuşabileceğini ekledi.
Gandi'nin işaret ettiği başka önemli bir aynın temeli daha vardı:
cinsiyet. İngilizlerin kullandığı kategoriler bunu görmezden geliyor
ve o yüzden de Hintli kadınların sorunlarının ele alınmasına hiçbir
özel yer vermiyordu. Gandi İngiltere başbakanına şöyle dedi: "Kadın
ların özel olarak temsil edilmesini tamamıyla reddetmişsiniz. " Ve ar
dından ekledi: "Kadınlar Hindistan nüfusunun yarısını oluşturuyor. "
Yuvarlak Masa Konferansına Gandi'yle birlikte katılmış olan Sarojini
Naidu konferansın tek kadın delegesiydi. Gandi, Naidu'nun ezici bir
çoğunlukla Hindistan'ın en büyük politik partisi olan Kongre Parti
si'nin başkanlığına seçilmiş olduğunu belirtti (tarih 1925'ti, yani İngil
tere'nin herhangi büyük bir partisinin başkanlığına bir kadının, yani
1975'te Margaret Thatcher'in ilk kez seçilmesinden 50 yıl önce). İngi
liz idaresinin "temsil" mantığına göre, Sarojini Naidu Hindistan halkı
nın yarısı adına, yani Hintli kadınlar adına, konuşabilirdi; konferans
delegelerinden Abdul Kayyum, "Hindistan'ın Bülbülü" olarak adlan
dırdığı Sarajini Naidu'nun aynı zamanda, o toplantıya katılan tanın-
Çokkültürlülük ve Özgürlük 1 89
mış bir şair olduğuna, bunun bir Hindu politikacısı olmaktan farklı
bir kimlik oluşturduğuna da işaret etti.
O ziyaret sırasında Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsünde dü
zenlenen bir toplantıda, Gandi ayrıca, "koskoca bir ülkenin kesilip
biçilmesine" karşı direnmeye çalıştığının altını çizdi.14 Gandi, her ne
kadar, 1947 yılındaki ayrılmayı önlemek amacıyla yürütülen müzake
relere Kongre Partisi yönetiminin çoğunluğunun razı geldiğinden da
ha fazla zaman ayrılmasından yana olduysa da, sonunda "bir arada
kalma" çabasında başarılı olamadı. Sekter Hindu liderlerinin
Gandi'nin kendi eyaleti Gujarat'ta 2002 yılında Müslümanlara karşı gi
riştiği şiddet eylemi de kuşkusuz ona derin acı verecek bir olaydı.15
Ne ki, bu vahşetin Hindistan nüfusunun geniş bir kesimi tarafından
yığınsal olarak mahkum edilmesi ve bunun ardından (Mayıs 2004'te)
yapılan seçimlerde Gujarat'daki şiddet olaylarına karışmış partilerin
uğradığı ağır yenilgi Gandi için bir teselli kaynağı oldu.
Gandi'nin 193 1 'de Londra'daki Yuvarlak Masa Konferansında işa
ret ettiği noktayı anımsatacak şekilde, nüfusunun yüzde 80'inden faz
lasının Hindu olduğu Hindistan'ın günümüzde bir Sih başbakan
(Manmohan Singh) ile bir Müslüman devlet başkanının (Abdul Ka
lam) yönetiminde olması ve iktidar partisinin (Kongre Partisi'nin) ba
şında da Hıristiyan kökenli bir kadının (Sonia Gandi) bulunması
Gandhi'yi bir ölçüde rahatlatırdı. Topluluklar arasında bu tür iç içe
geçmeler, edebiyat ve sinemadan iş yaşamına ve spora kadar, Hin
distan yaşamının çoğu alanında görülebiliyor ve hiç garipsenmiyor.
Mesele sadece, örneğin Hindistan'ın en zengin işadamının (aslında
en zengin kişisinin-Azim Premji) ya da Hindistan kriket takımı kap
tanlarının (Pataudi ve Azharuddin) veya uluslararası kadın tenisçiler
arasındaki ilk ciddi yıldızının (Sania Mirza) bir Müslüman olması de
ğil, aynı zamanda bunların hepsinin, bütün bu bağlamlarda, özel ola
rak Hintli Müslümanlar değil, genel olarak Hintli kabul edilmeleridir
Indra Gandi'nin bir Sih olan koruyucusu tarafından öldürülmesi
nin hemen ardından Sihlerin öldürülmeye başlanmasıyla ilgili adli ra-
190 KİMLİK VE ŞİDDET
por üzerine geçenlerde parlamentoda yapılan tartışma sırasında, Hin
distan başbakanı Manmohan Singh parlamentoya hitaben şöyle dedi:
"Sadece Sih topluluğundan değil, bütün Hint ulusundan özür dileme
ye hazırım, çünkü 1 984'te yaşananlar ulus olma kavramının ve Ana
yasamızın kutsal saydığı şeyin inkarıdır. "16 Manmohan Singh Hindis
tan'ın başbakanı ve Cl984'te de iktidarda olan) Kongre Partisinin li
deri sıfatıyla, mensubu olduğu Sih topluluğundan (üstünden eksik et
mediği mavi türbanıyla) ve vatandaşı olduğu tüm Hint ulusundan
özür dilerken, sahip olduğu çeşitli kimlikler ön plana çıkıyordu. Eğer
insanlara tek bir kimliğin "içe kapanmacı" göıüş açısından bakılacak
olursa, bütün bunlar çok şaşırtıcı olabilir, oysa kimlik ve rollerin çok
luğu Gandi'nin Londra konferansında işaret ettiği temel noktayla çok
uyumludur.
Neredeyse dünyanın Müslüman çoğunluğa sahip tek tek bütün ül
kelerinden daha fazla Müslümanın yaşadığı (ve neredeyse Pakistan
kadar çok sayıda-145 milyondan fazla-Müslüman nüfusa sahip)
Hindistan'da ülke içinden kaynaklanan ve İslam adına girişilen terör
eylemlerinin olağanüstü az olması ve bunlardan neredeyse hiçbirinin
El Kaide ile bağlantılı olmaması üzerinde çok durulmuştur. Bu konu
da çok fazla sayıda nedensel etki söz konusudur (bunlardan biri de,
gazeteci ve yazar Thomas Friedman'ın da işaret ettiği gibi, büyüyen ve
entegre Hindistan ekonomisidir17) . Ama Hindistan'ın demokratik po
litikasına ve Hindistan'da geniş kabul görmüş ve Mahatma Gandi'nin
de savunuculuğunu yaptığı şu fikre de bir miktar pay ayırmak gere
kir: İnsanın dinsel köken dışında çok sayıda başka kimlikleri de var
dır ki, bunlar o kişinin kendisini kavrayışı ve ülkenin çeşitli kökenle
re sahip vatandaşları arasındaki ilişkiler bakımından da geçerlidir.
Mahatma Gandi'nin ve başkalarının (bunlar arasında, kendi aile
kökenini "üç kültürün-Hindu, Müslüman ve İngiliz kültürünün-ke
sişme noktası" olarak tarif eden, Hindistan'ın en büyük şairi Rabin
dranath Taggore'nin "Hindistan fikri" şeklindeki berrak analiz de var
dır) liderliği sayesinde Hindistan'ın, şu anda aralarında İngiltere'nin
Çokkültürlülük ve Özgürlük 19 1
de bulunduğu bir dizi Batılı ülkeyi tehdit eden İslamla bağlantılı te
rörizmi büyük ölçüde savuşturduğunu iddia ederken, bir Hintli ola
rak, bir miktar utandığımı teslim ediyorum. Ama Gandi, "Koskaca bir
ülkenin kesip biçildiğini ve param parça edildiğini düşünün; onu bir
ulus haline getirmek mümkün müdür" diye sorarken, özel olarak
Hindistan'ı kastetmiyor, çok genel bir endişeyi dile getiriyordu.
Gandi'yi bu irdelemeye sevk eden şey Hindistan'ın geleceğine iliş
kin beslediği derin endişelerdi. Ne ki, bu sorun sadece Hindistan'a
özgü olmayıp, 1947'ye kadar Hindistan'ı yönetmiş olan ülke de da
hil, diğer ülkelerin de gündemine gelebilir. İnsanları dinsel kökenle
rine göre tanımlamanın ve topluluk temelli bakış açısına bütün diğer
kimlikler karşısında önceden tanımlanmış bir öncelik vermenin
(Gandi bunun Hindistan'ı yöneten İngiliz idarecilerinden destek gör
düğünü düşünüyordu) yıkıcı sonuçları, pekala ve ne yazık ki, ege
menlerin kendi ülkelerini de pençesine alabilir.
193 1 'deki Yuvarlak Masa Konferansında Gandi istediğini elde ede
medi, hatta muhalif düşünceleri-gerekçelerine bile değinilmeden
kayıtlara kısaca geçildi. Gandi, toplantı sırasında İngiltere başbakanı
na hitaben dile getirdiği nazik yakınmasında şöyle diyordu: "Bu ra
porların çoğunda muhalif bir düşünce olduğunu göreceksiniz ve ço
ğu durumda bu muhalefet maalesef bana aittir. " Oysa, Gandi'nin ile
ri görüşlülükle ülkeyi bir din ve topluluklar federasyonu olarak gör
meyi reddetmesi sadece ona "ait" bir şey değildir. Bu, aynı zamanda,
Gandi'nin işaret ettiği ciddi sorunu görmeyi arzulayan bir dünyaya da
aittir. Aynı şey bugünün İngiltere'sine de ait olabilir. En azından ben
öyle olacağını umuyorum.
9 . BÖLÜM
DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜGÜ
•
I lk kez bir c�nayete tanık olduğumda 1 1 yaşındaydım. 1947 yılında
sona eren Ingiliz idaresinin son yıllarına damgasını vuran toplu
ayaklanmaların yaşandığı 1944 yılıydı. Tanımadığım kanlar içinde bir
kişinin birden bire bahçe kapısından içeriye sendeleyerek girdiğini,
yardım ve biraz da su istediğini gördüm. Bir yandan büyüklerime
seslenirken, bir yandan da su getirdim. Babam adamı alelacele
hastaneye götürdü, ama ağır yaraları yüzünden orada öldü. Adı Ka
der Mia'ydı.
Bağımsızlık öncesi yaşanan Hindu-Müslüman ayaklanmaları aynı
zamanda ülkenin Hindistan ve Pakistan olarak parçalanmasına da yol
açtı. Katliam çok ani bir biçimde patlak verdi ve genellikle huzurlu
bir yer olan Bengal'i de sardı. Kader Mia o sırada henüz bölünmemiş
olan Bengal'in-Kalküta'dan sonraki-ikinci büyük kenti ve ayrılma
dan sonra Doğu Pakistan'ın başkenti haline gelecek olan Dakka'da
öldürüldü. Babam Dakka Üniversitesinde ders veriyordu ve evimiz
üniversitenin yakınında, esas olarak Hinduların çoğunlukta olduğu,
eski Dakka'nın Wari diye anılan bölgesindeydi. Kader Mia bir Müslü
mandı ve ona saldıran ahlaksız Hindu katillerin gözünde onun bun
dan başka hiçbir kimliği yoktu . O günkü ayaklanmada yüzlerce Müs
lüman ve Hindu birbirlerini katletti ve bu durum günlerce sürdü.
193
194 KİMLİK VE ŞİDDET
Bu ani katliam durup dururken başlamış gibi görünüyordu, oysa el
bette ülkenin bölünmesini isteyen ateşli politik taleplerle farklı biçim
lerde bağlantılı sekter kışkırtmalarca özenle yönlendirilmekteydi. İn
sanların katledildiği bu ayaklanmalar uzun sürmedi; Bengal'in bölün
mesinin ardından, her iki taraf için de buharlaşıp yok oldu. Hindu
Müslüman şiddetinin ateşi, kişinin kendisi ve başkaları hakkında baş
ka görüşler edinmeleriyle ve insan kimliğinin diğer özelliklerinin öne
çıkmasıyla, hızla söndü. Nitekim benim yaşadığım Dakka'da, birkaç yıl
içinde, hem Müslümanların hem de Hinduların paylaştığı Bengal dili
nin, edebiyatının, müziğinin ve kültürünün aşırı yüceltilmesi eşliğinde,
Bengal milliyetçiliği aldı başını gitti. Ortak Bengal kültürünün zengin
liğinin yoğun gururunun tekrar canlanması kendi başına önemliydi,
çünkü Hindu-Müslüman vahşetinin şaşırtıcı çılgınlığı onu çok arka
planda bırakmıştı . Ama bununla politika arasında güçlü bir ilinti de
vardı-bu durum özellikle, bütünlüğünü pek de iyi sağlayamamış olan
İslam devletinin iki kesimi arasında politik güç, dilin statüsü ve eko
nomik fırsatlar bakımından yaşanan ağır eşitsizliğin Doğu Pakistan'da
(yani, Pakistan'ın Bengal kısmında) yarattığı öfkeyle bağlantılıydı.
Bengallilerin Pakistan'a karşı yabancılaşmaları en sonunda, Aralık
1 97l 'de Pakistan'ın parçalanması ve başkenti Dakka olmak üzere, la
ik ve demokratik yeni bir Bangladeş devletinin kurulmasıyla nokta
landı. Sancılı ayrılma sürecinde, Dakka'da, Mart 197l 'de, Bengal
ayaklanmasını bastırmaya çalışan Pakistan ordusunun gözü dönmüş
müdahalesiyle yaşanan katliam sırasında, kimlik ayrımı dine göre de
ğil, dile ve politik görüşe göre yapılıyordu-Batı Pakistanlı Müslüman
askerler esas olarak Müslüman olan Doğu Pakistanlı muhalifleri (ya
da muhalif olduklarından kuşkulanılanları) gaddarca eziyor ve öldü
rüyordu. O günden sonra, yeni kurulmuş olan "Mukti Bahini" ("öz
gürlük tugayı") Bangladeş'in Pakistan'dan tamamıyla bağımsız olma
sı için savaştı. "Kurtuluş mücadelesini" besleyen kimlik bölünmesi
herhangi bir din farklılığına değil, sıkı sıkıya dile ve kültüre ve elbet
te, bir de politik görüşlere dayanıyordu.
Düşünce Özgürlüğü 1 95
Kader Mia'nın ölümünün üzerinden geçen 60 şu kadar yıldan son
ra, 1940'lı yıllarda yaşanan amansız Hindu-Müslüman ayaklanmaları
nı anımsamaya çalışırken, o korkunç şeylerin gerçekten yaşanmış ol
duğuna inanmakta zorlanıyorum. Bengal'deki toplu ayaklanmalar her
ne kadar tamamıyla geçici ve kısa ömürlü olduysa da (ve daha son
raları Hindistan'ın diğer kısımlarında patlak veren birkaç ayaklanma
yı büyüklük ve kapsamları bakımından 1940'lı yılların olaylarıyla kı
yaslamak mümkün olmasa da), geride binlerce ve binlerce Hindu ve
Müslümanın cesedi kaldı. Bu katliamın politik kışkırtıcıları ("halkı
mız" diye adlandırdıkları şey adına) her iki topluluğa ait, aslında ba
rışçı olan çok sayıda insanı, kararlı katiller haline gelmeye ikna etme
yi başardılar. Bu insanlar kendilerini, ("öteki topluluktan" intikam al
mak zorunda olan) sadece Hindular ya da sadece Müslümanlar ola
rak görür hale getirildiler; kesinlikle başka bir şey değillerdi: Hintli
değillerdi, alt kıtalı değillerdi, Asyalı değillerdi, aynı insan ırkının
mensupları değillerdi.
Her iki toplumun da ezici çoğunluğu bu çılgınca dar bağlamda
düşünmüyor olsa bile, birçoğu bu kısır düşünce tarzına kapılmakta
gecikmedi ve bunlar arasından-genellikle her iki topluluğun da so
runlu uçlarında yer alan-görece daha barbarları, "bizi öldüren düş
manları" (taraflar birbirlerini böyle adlandırıyorlardı) öldürmeye yön
lendirildiler. Sekter tekilliğin puslu camları ardından, çok yönlü in
sanlar sadece dinle, ya da daha doğrusu dinsel kökenle bağlantılı, tek
bir kimliğe sahipmiş gibi görülüyorlardı (çünkü kişinin kendisine mi
ras dinin gereklerini yerine getirmiyor olması o kişiyi asla saldırıdan
muaf tutmuyordu) .
Müslüman bir gündelikçi işçi olan Kader Mia küçük bir ücret kar
şılığında çalışmak üzere komşu bir eve giderken bıçaklanmıştı. Ken
disini hiç tanımayan ve muhtemelen bir kez bile olsun görmemiş ki
şilerce sokak ortasında bıçaklanmıştı. On bir yaşında bir çocuk için
bu olay, gerçek bir kabus olmak bir yana, kafa karıştırıcıydı da. Bir
1 96 KİMLİK VE ŞİDDET
insan niçin durup dururken öldürülüyordu? Üstelik niçin, katillerine
herhangi bir zararı dokunması mümkün olmayan kurbanlarını hiç ta
nımayan insanlar tarafından? Kader Mia'nın bu insanlar tarafından tek
kimlikli-saldırılması ve mümkünse öldürülmesi "gereken," düşman
topluluğuna mensup-bir kişi olarak görülmesi akıl alacak gibi değil
di. Şaşkına dönmüş bir çocuk için kimliğe dayalı şiddet kavranması
olağanüstü zor bir şeydi. Kaldı ki şaşkına dönmüş bir yetişkin için bi
le öyle kolay bir şey değildir.
Kader Mia'yı otomobilimizle hastaneye yetiştirmeye çalışırken,
yolda babama, karısının kendisine toplu ayaklanma sırasında hasım
bölgeye girmemesini tembihlediğini, ama küçük bir para karşılığında
bile olsa iş aramak zorunda olduğunu, çünkü ailesinin ağzına koya
cak bir lokma yiyecekten bile yoksun olduğunu anlatmış. Ekonomik
yoksunluğun neden olduğu bu zorunluluğun cezası ölüm olmuştu.
Ekonomik yoksulluk ile geniş kapsamlı özgürlük yoksunluğu (hatta
yaşama özgürlüğüne bile sahip olmama) benim çocuk zihnime bal
yoz gibi inen, korkunç bir bilinç oldu.
Kader Mia kurban edilen bir Müslüman olarak öldü, ama aynı za
manda çok zor bir dönemde ailesini ayakta tutacak küçük bir para
karşılığında, umutsuzca iş peşinde koşturan yoksul, işsiz bir işçi ola
rak öldü. Her topluluğun en yoksulları bu tür ayaklanmalarda öldü
rülmesi en kolay kişiler olur, çünkü günlük maişetleri için sokağa ta
mamıyla korumasız çıkmak zorundadırlar ve çetelerin kolayca girile
bildikleri derme çatma barınaklarının tahrip edilmesi kolaydır. Hindu
Müslüman ayaklanmaları sırasında, Hindu katiller yoksul Müslüman
mazlumları kolayca öldürürken, Müslüman katiller de yoksul Hindu
kurbanlarını yığınlar halinde boğazlıyorlardı. Her iki grubun acımasız
muamelelere maruz kalan kurbanlarının topluluk kimlikleri çok fark
lı olsa da, sınıf kimlikleri (ekonomik imkanları kısıtlı yoksul emekçi
ler olarak) birbirine çok benziyordu. Tek bir kategoriye odaklı kutup
laşmış vizyonun geçerli olduğu o günlerde, dinsel kökenden başka
Düşünce Özgürlüğü 1 97
hiçbir kimliğin hesaba katıldığı yoktu. Benzersiz bir çatışmacı gerçek
lik yanılsaması insanları tümüyle alçaltmış ve kahramanlarının düşün
ce özgürlüğünü gölgede bırakmıştı.
Şiddeti Beslemek
Dünyanın her yanındaki sekter şiddet 60 yıl öncesine kıyasla ne da
ha az acımasız ne de daha az indirgemecidir. Yontulmamış gaddarlı
ğının altında aynca, insanların kimliğine ilişkin, onları çok boyutlu in
sanlar olmaktan çıkartıp tek boyutlu yaratıklar haline getiren, büyük
bir kavramsal kafa karışıklığı da vardır. 1994'te Hutulu katiller çetesi
saflarına katılan bir kişiden-ima yoluyla da olsa-kendisini bir
Ruandalı ya da bir Afrikalı veya bir insan olarak değil (bunlar düş
man Tutsilerin de paylaştığı kimliklerdi), sadece, tek görevi "Tutsile
re hak ettikleri muameleyi yapmak" olan bir Hutulu olarak görmesi
istenmişti. Katliam sonrasında Birleşmiş Milletler genel sekreteri tara
fından Ruanda'ya gönderilmiş saygın bir kıdemli diplomat olan Pakis
tanlı dostum Şaharyar Han, daha ileri bir tarihte bana şöyle demişti:
"Sen ve ben 1940'lı yıllarda Hindistan'da yaşanan ayaklanmaların ca
navarlığını görmüş kişileriz, ama o olay, Ruanda'da yaşanan katliamın
devasa boyutları ve örgütlü soykırımın kapsamı yanında hiçbir şey
miş . " 1 Ruanda'daki katliam ve komşu Burundi'de Hutular ile Tutsiler
arasında bununla bağlantı olarak yaşanan şiddet olaylan sadece bir
kaç gün içinde bir milyondan fazla insanı yaşamından etti.
İnsanlardan nefret etmek kolay değildir. Ogden Nash'ın şiiri
("Hiç Kimseye Yönelik Daha Az Kötülük Yakarışı") bunu çok güzel
dile getirir:
Her okul çocuğu delicesine aşık olabilir,
Ama nefret etmeye gelince oğlum, o bir sanattır.
1 98 KİMLİK VE ŞİDDET
Eğer farklı insan grupları arasında buna rağmen çokça nefret ve şid
dete dayalı çatışma göıüyorsak, ortaya hemen çıkıveren soru şudur:
"Bu 'sanat' nasıl işliyor?"
Bu tür çatışmaları yönlendirenlerin şiddet amaçlarına hizmet eden
tekil kimlik yanılsaması, işkence ve katliam komutanları tarafından
ustalıkla beslenip kışkırtılmaktadır. Çatışma amacıyla istismar edilebi
len kendine özgü kimlik yanılsamasının şiddet kışkırtıcılığı yapanların
işine gelmesinin olağanüstü bir tarafı olmadığı gibi, böyle bir indirge
meciliğin aranan bir şey olmasının da esrarengiz bir yanı yoktur. Ama
bu tezin çoğul aidiyetlerin bu kadar apaçık olduğu bir dünyadaki ola
ğanüstü nahifliği veri alındığında, gündeme, tekilliğin beslenmesinin
nasıl olup da bu kadar başarılı olduğu gibi büyük bir soru gelip otur
maktadır. Kişiyi bütünüyle, sahip olduğu o çok sayıdaki kimliklerin
den sadece biri bağlamında görmek elbette (daha önceki bölümlerde
göstermeye çalıştığım gibi) yapılabilecek çok kaba bir entelektüel
hamledir; ama buna rağmen, hamlenin etkinliğine bakarak söylemek
gerekirse, beslenen bu tekillik hayalini savunup öne çıkarmanın çok
kolay olduğu görülüyor. Kendine özgü bir kimlik savunuculuğunu
şiddet amacıyla yapmak, bir kimlik grubunu-gündemdeki şiddet
amacıyla doğrudan bağlantılı olarak-özel bir odaklanmayla diğerle
rinden koparma biçimini alır ve oradan hareketle, seçmeci bir vurgu
lama ve kışkırtmayla, diğer ortaklık ve aidiyetlerin geçerliliğini gölge
de bırakır. ("İnsanlarımız öldürülüp kadınlarımızın ırzına geçilirken,
sen nasıl oluyor da bu gibi şeylerden söz edebiliyorsun?")
Şiddeti tırmandırma şeklindeki savaş sanatı belli bazı temel içgü
dülerden yararlanır ve bunları düşünce özgürlüğünü ve yatıştırıcı ak
lı saf dışı etmek için kullanır. Ama bu sanatın aynı zamanda belli bir
mantık tarzından-parçasal bir mantıktan-yararlandığını da kabul
etmek gerekir. Belirli bir eylem amacıyla diğerlerinden kopartılan bu
özel kimlik, çoğu durumda, devşirilecek kişi için sahici bir kimliktir:
bir Hutu gerçekten bir Hutudur, bir "Tamil kaplanı" gerçekten bir Ta-
Düşünce Özgürlüğü 199
mildir, bir Sırp bir Arnavut değildir ve mantığı Nazi felsefesiyle zehir
lenmiş bir ari Alınan kesinlikle ari bir Almandır. Bu öz kavrayışı bir
cinayet aletine dönüştürmek için yapılan şey şudur: (1) bütün diğer
aidiyet ve ortaklıkların geçerliliğini görmezden gelmek ve (2) bu
"tek" kimliğin gereklerini özellikle savaşçı bir biçimde yeniden tanım
lamak. Hem iğrençliğin hem de kavramsal kafa karışıklığının işin içi
ne sokulduğu nokta tam da burasıdır.
Yüksek Teorinin Alçak Kenarı
İnsanlardan düşüncelerini sadece tek bir kimliğin sınırları içine hap
setmelerini istemek her ne kadar özellikle kaba bir çağrı olarak gö
rülse de, insanları tekil kimlik kutucuklarının içine girmeye zorlama
nın aynı zamanda, aslında şu anda çok etkili olan, yüksek kültür ve
uygarlık teorilerinin birçoğunun özelliklerinden biri olduğunu anım
samakta da yarar vardır (gene, daha önceki bölümlerde üzerinde du
rulduğu gibi). Bu teoriler elbette ne şiddet savunuculuğu yapmakta,
ne de şiddete göz yummaktadır-tam tersine. Ne ki, bu teoriler in
sanları çeşitli kimliklere sahip kişiler olarak değil de, esas olarak tek
bir özel sosyal grubun-ya da topluluğun-mensupları olarak kavra
maya çalışmaktadır. Grup mensubiyeti elbette önemli olabilir (hiçbir
ciddi kişi ya da birey teorisi bu sosyal ilişkileri görmezden gelemez),
ama söz konusu insanların (bütün ötekileri bir yana bırakarak) sade
ce tek bir mensubiyet kategorisini dikkate alacak şekilde küçültülme
leri, çok çeşitli aidiyetlerimizin ve ilgi alanlarımızın geniş kapsamlı
geçerliliğini bir çırpıda hükümsüz kılmaktadır.
Örneğin, uygarlık tasnifçileri Hindistan'ı genellikle "Hindu uygar
lığı" kutucuğunun içine yerleştiriyorlar-bu, diğer şeylerin yanı sıra
( daha önce de değindiğimiz gibi) Hindistan'da (Hintli Sihleri, Jainle
ri, Hıristiyanları, Parsileri ve diğerlerini bir yana bıraksak bile) 145
200 KİMLİK VE ŞİDDET
milyondan fazla Müslüman bulunduğunu dikkate almayan ve aynı
zamanda ülkenin, asla din aracılığıyla değil de, politik, sosyal, eko
nomik, ticari, sanatsal, müzik veya diğer kültürel uğraşlara katılım yo
luyla faaliyet gösteren insanları arasındaki yaygın iç bağlantıları da
görmezden gelen bir tanımlamadır. Daha yalın bir şekilde ifade et
mek gerekirse, toplulukçu düşünce okulu aynı zamanda topluluk
mensubiyeti temelinde, her kişinin kesinlikle tek bir kimliğini kutsa
makta ve insanları karmaşık ve girift sosyal yaratıklar yapan bütün
öteki aidiyetleri fiilen önemsizleştirmektedir.
Bu bağlamda, toplulukçu düşüncenin kişiyi "sosyal bağlamı" için
de görmeye çalışarak, kısmen de olsa, kimlik konusunda yapıcı bir
yaklaşım olarak başladığını anımsamak ilginçtir.2 Ama insanları daha
"eksiksiz"-ve daha "sosyal"-açıdan görme biçiminde başlayan bu
tümüyle saygıdeğer teorik çaba sonunda, büyük çapta, kişiyi kesin
likle ve esas olarak tek bir grubun mensubu olarak görme gibi çok
sınırlı bir kavrayışta kalmıştır. Ama bu, ne yazık ki, "sosyal bağlam"
için yeterli değildir, çünkü her insanın çok sayıda farklı ortaklıkları ve
bağlantıları vardır ve bunların her birinin önemi bağlamına göre bü
yük ölçüde farklılaşır. "Kişiyi içinde yaşadığı toplumla birlikte ele al
mak" biçimindeki takdir edilesi (ve sosyal teorilerin ısrarla üzerinde
durduğu) görevin enginliğine rağmen, bu vizyon gerçek yaşama uy
gulanırken, kişinin "sosyal durumunun" çoğul özelliklerinin zenginli
ği ciddi bir biçimde azımsanarak, sahip olduğu sosyal ilişkilerin ge
çerliliği genellikle bir yana bırakılmaktadır. Bunun temelinde yatan
vizyon, insanlığı çok azaltılmış bir şey olarak görmektedir.
içe Kapanmacı Yanılsamanın Cezası
İnsan kimliği konusundaki bu içe kapanmacı küçümsemenin geniş
kapsamlı sonuçları vardır. İnsanları kendine özgü katı kategoriler ha-
Düşünce Özgürlüğü 201
linde bölme amacıyla yaratılabilecek bir yanılsama gruplar arası an
laşmazlıkları kışkırtmak amacıyla istismar edilmeye açıktır. Uygarlık
ları birbirinden ayıran ya da topluluk içine hapseden, içe kapanmacı
özelliklere sahip yüksek teorilerin çatışma tohumları ekme gibi bir
amaç gütmedikleri kesindir-aslında amaçları bunun tam tersidir. Ör
neğin, "uygarlıklar çatışmasını" savunan bir teori ne zaman ortaya atı
lıp öne çıkaıtılsa, amaç zaten var olduğu düşünülen bir gerçekliği tes
pit etmektir (ben bunun yanlış bir biçimde yapıldığını savundum,
ama işin o yönü niyetten ve güdüden farklı bir meseledir) ve bu te
orinin sahipleri kendilerini bir çatışmanın yaratıcıları-ya da onun
derinleştiricileri-olarak değil, "keşfedicileri" olarak görürler.
Öyle de olsa, teoriler sosyal düşünceyi, politik faaliyeti ve kamu
politikalarını etkileyebilir. İnsanların yapay bir biçimde tekil kimlikle
re indirgenmesinin dünyayı kundaklanmaya çok daha hazır hale geti
ren ters sonuçları olabilir. Örneğin, daha önce de sözünü ettiğimiz gi
bi, Hindistan'ın indirgemeci bir nitelemeyle "Hindu uygarlığı" olarak
gösterilmesi Hindutva adlı hareketin sekter eylemcilerinden çok bü
yük alkış almıştır. Aslında, kendi minyatürleştirilmiş Hindistan görüş
lerini destekler gibi görülebilecek her türlü kavramsal kategorileştirme
bu eylemci hareket tarafından körüklenmeye doğallıkla yatkın olmak
tadır. Hatta bu hareketin aşırı kanadı, kurbanlarının çoğunu kesinlik
le Müslümanların oluşturduğu 2002 yılında Gujarat'da yaşanan tırman
dırılmış şiddet olaylarında kritik önemde pay sahibi bile olmuştur. Te
oriler bazen pratik karşılaşmalarda, onları yaratanların bile bekleme
diği kadar ciddiye alınırlar. Üstelik bu teoriler bir de, sadece kavram
sal kafa karışıklığı yaratmakla kalmayıp, aynı zamanda sekter dışlayı
cılığı pekiştirme amacıyla kullanılmaya hazır şeylerse, sosyal çatışma
ve şiddet yanlısı liderler bu teorileri hararetle bağırlarına basabilirler.
Benzer bir biçimde, İslamın seçkinliğine ilişkin teoriler de, Müslü
manların (dinsel aidiyetleriyle birlikte) sahip olabilecekleri bütün di
ğer kimliklerinin geçerliliğinin yok sayılmasıyla birleştirildiğinde,
202 KİMLİK VE ŞİDDET
(hem azgın kışkırtmalar hem de barışçı uğraşlar için kullanılabilecek
esnek bir terim olan) cihadın şiddete dayalı versiyonlarının kavram
sal temelini oluşturmak amacıyla kullanılabilir. Tırmandırılan şiddete
giden bu yolu izleme örneklerine, yanıltıcı bir biçimde İslamcı terö
rizm denen şeyin yakın dönem tarihinde bolca rastlanır. Müslüman
ların örneğin bilgin, bilimci, matematikçi, filozof, tarihçi, mimar, res
sam, müzisyen ya da yazar olarak sahip oldukları farklı kimliklerin ta
rihsel zenginliği-ve Müslümanların geçmiş kazanımlarında (ve 3-6.
Bölümlerde değindiğimiz gibi, dünyanın küresel mirasında) çok bü
yük payları vardır-savaşçı bir dinci kimliğin kararlı savunusuyla ve
teoriden de alınan küçük bir destekle, yıkıcı sonuçlarıyla birlikte, ko
layca ezilebilir.
Üzerinde daha önce de durduğumuz gibi, günümüzün hoşnutsuz
Müslüman eylemcilerinin, sistemli aşağılama ve eşitsizlikle ilintilen
dirdikleri çağdaş dünyayı değiştirmek için ne yapacaklarına karar
vermek için, aynı zamanda Müslümanların çok çeşitli alanlardaki bü
yük kazanımları üzerinde de durmayı bir yana bırakıp, sadece İs
lamın dinsel başarıları üzerinde durmaları için hiçbir neden yoktur.
Buna rağmen, insanlar konusunda içe kapanmacı bir anlayışın-ta
mamıyla savaşçı bir dinsel kimlik bağlamında-ortaya koyduğu indir
gemecilik, şiddete dayalı cihat savunucuları tarafından, Müslümanla
rın geniş tarihsel gelenekleri doğrultusunda kolayca kullanabilecek
leri bütün diğer yolları kapamak amacıyla, yıkım getirecek biçimde
harekete geçirilebilir.
Öte yandan, benzer bir biçimde, terörizmin bu türüne karşı koyar
ken ve onunla savaşırken, insanların sadece dinsel kimliklerine değil
(teröristler saflarına insan kazanmak için bu kimliği istismar ediyor
lar) , çok sayıdaki kimliklerinin zenginliğine de seslenmek için yete
rince neden vardır. Ama, daha önce de sözünü ettiğimiz gibi, diren
menin entelektüel bileşeni ya söz konusu dinlerin inkarıyla ya da
dinlerin "doğru" tarafta yer almasını sağlamak için onları tanımlama
Düşünce Özgürlüğü 203
(ya da yeniden tanımlama) çabasıyla (örneğin, Tony Blair'in sevimli
deyişiyle, "İslamın ılımlı ve gerçek sesini" yardıma çağırmakla) sınır
lı kalmaktadır. İslamcı militanların Müslümanların İslam inancı
dışında kalan bütün kimliklerini reddetmek için haklı nedenleri var
ken, o saldırganlığa karşı koymak isteyenlerin, Müslümanların sahip
olduğu çok sayıdaki diğer kimliklerden yararlanmak yerine, İslama
ilişkin yorumlara ve onu abartmaya niçin bu kadar bel bağladıkları
açık değildir.
Tekillik bazen İslam olma genel kategorisinin izin verdiğinden da
ha da dar oluyor. Örneğin Şii ile Sünniler arasındaki ayrımın bu iki
Müslüman grup arasındaki sekter şiddet için kullanıldığı olmuştur. Bu
çatışma, Pakistan'dan Irak'a kadar, daha da sınırlı bir bağlamda ta
nımlanan kimlik şiddetine yeni bir boyut ekliyor. Nitekim, ben bu ki
tabın son sayfalarını yazarken, yeni Irak anayasasının Şii ve Kürt li
derlerin yanı sıra Sünni liderlerden de ne kadar destek göreceği ve
gelecekte nelerin yaşanabileceği henüz netlik kazanmamıştı.
Irak'ın bütünlüğünü birçok tarihsel etmenin engellediği kesindir
-bu engeller arasında Batılı sömürgeciler tarafından belirlenmiş sı
nırların keyfiliği ve yine keyfi ve sağlam bilgilere dayanmadan girişil
miş askeri bir müdahalenin yarattığı kaçınılmaz bölünmeler de var
dır. Ama, buna ek olarak, işgalci liderlerin (İngiltere'nin sömürge
Hindistan'ına karşı izlediği ve Gandi'nin çok şikayetçisi olduğu resmi
yaklaşımdan çok da farklı olmayan) tarikat temelli politik yaklaşımla
rı da mevcut yangını epey körüklemiştir.
Batı basınına, Irak'ı bir topluluklar toplamı ve bireyleri de sadece
Şii, Sünni ya da Kürt olarak gösteren haberler hakim olurken, bu du
rum aynı zamanda Saddam sonrası Irak'ta politikanın ne hale geldi
ğini de gösteriyor. Sa'Doon al-Zubaydi (Irak anayasa komitesi üyesi)
BBC'den James Naughtie'ye, "Haberlerinizde benden bir Sünni ola
rak değil, bir Iraklı olarak söz etmenizi rica edebilir miyim" demek
zorunda kalıyor.3 Ama Irak'taki sekter politikalar ile gelişmelere ya-
204 KİMLİK VE ŞİDDET
pılan şaşkın askeri müdahaleler bir araya gelince, başı her alanda
derde girmiş bu ülkede, Irak ile Bağdat'ın şu anda karşı karşıya oldu
ğu topluluk sorunlarının içinden, daha geniş ve daha ulusal herhan
gi bir şey çıkabileceğine dair umutlar azalıyor.
Başını ABD'nin çektiği politik girişim Irak'ı bir vatandaşlar topla
mı olarak değil, bir din toplulukları toplamı olarak görme eğiliminde
olmuştur. Müzakerelerin neredeyse tümü, din topluluklarının liderle
rinin kararlarına ve ağızlarından çıkacak sözlere odaklanmıştır. Ülke
de zaten var olan gerilimlere bir de işgalin kendisinin yarattığı yeni
leri eklenince, yol almanın kolay yolu elbette bu oldu. Oysa bir ül
kenin geleceğini inşa etmenin en iyi yolu her zaman kısa vadedeki
en kolay rotayı izlemek değildir-özellikle gündemde ülkeyi dinsel
etnik gruplardan değil de, vatandaşlardan oluşan bir ulus haline ge
tirme ihtiyacı gibi olağanüstü önemli bir mesele duruyorsa.
Bu sorun üzerinde, bambaşka bir tarihe ve arka plana sahip çok
farklı bir ülke olan İngiltere bağlamında, daha önce de durmuştuk
---özellikle bir önceki bölümde. Bu farklılığa rağmen, bir ülkeyi, bi
reylerin kendilerini ulustan önce ona ait saydıkları bir topluluklar fe
derasyonu olarak görmenin yarattığı temel zorluk her iki durum için
de söz konusudur. Gandi bu tür topluluk temelli, kendine özgü bir
özdeşleştirmenin beslenip bir öncelik haline getirilmesinin ülkenin
"kesilip biçilmesi" anlamına geldiğini söylüyordu. Böyle bir bölünme
yaratmak haklı politik endişeler yaratır. Aynı zamanda, Irak'taki kim
liklerin (buna cinsiyet ve sınıf kadar dinsel kimlikler de dahildir) ço
ğulluğunun dikkate alınması da kritik önem taşımaktadır. Burada in
sanın aklına ister istemez, Gandi'nin İngiliz idaresini yürüten İngilte
re başbakanına 1931 'de, kadınların "Hindistan nüfusunun yarısını
oluşturduğu"nu hatırlatması geliyor-bu bakış açısı günümüz Irak'ı
için de bir ölçüde geçerlidir. Irak'a ilişkin bu kapsamlı endişelerin
dikkate alınmasının gerekliliği kendisini geçmişteki kadar büyük bir
ağırlıkla bugün de hissettirmektedir.
Düşünce Özgürlüğü 205
Küresel Seslerin Rolü
İçe kapanmacı yanılsamanın, küresel kimliklere bakış ve sesleniş tar
zı bakımından da birtakım sonuçları vardır. Eğer kişinin sadece tek
bir kimliği varsa, o zaman ulusal olan ile küresel olan arasında tercih
yapmak bir "ya hep ya hiç" meselesi haline gelir. Aynı şey, sahip ola
bileceğimiz herhangi bir küresel aidiyet duygusu ile bizi harekete ge
çirmesi söz konusu olabilecek yerel bağlılıklarımız arasındaki tercih
için de söz konusudur. Oysa soruna böyle keskin ve dışlayıcı bir bağ
lam içinde bakmak, insan kimliğinin-özellikle de bu kimliğin kaçı
nılmaz çoğulluğunun-niteliği konusunda derin bir yanlış kavrayışı
yansıtmaktadır. Küresel bir kimliğin gereklerini hesaba katma ihtiya
cının kabul edilmesi, aynı zamanda yerel ve ulusal sorunlara da bü
yük bir dikkatle eğilme olanağını ortadan kaldırmaz. Önceliklerin be
lirlenmesinde aklın ve tercihin oynadığı rol "ya-ya da" biçimini almak
zorunda değildir.
İvedilikle ele alınması gereken ve küresel boyutları olan birtakım
ekonomik, sosyal ve politik sorunları ve bunlara ilişkin politika me
selelerini daha önce de tespit etmeye çalışmıştım. Küreselleşmeyi da
ha adil bir düzenleme haline getirmek için ihtiyaç duyulan değişim
türlerini kolaylaştıracak kurumsal reformların dayandığı gerekçeler
özellikle sağlamdır. Kırılgan ve güvenlikten yoksun insanların yüz
yüze olduğu zorlukların değişik cephelerde göğüslenmesi gerekiyor.
Alınması gereken zorunlu önlem yelpazesi ulusal politikalardan (ör
neğin eğitim ve kamu sağlığı hizmetlerinin kapsamının ivedilikle ge
nişletilmesinden), uluslararası girişimlere ve kurumsal reformlara (ör
neğin silah ticaretini gemlemeye yönelik küresel düzenlemelere, yok
sul ülkelerin zengin ekonomilerin pazarlarına erişiminin genişletilme
sine, patent yasalarının ve teşvik sistemlerinin dünya yoksullarının ih
tiyaç duyduğu ilaçların geliştirilip kullanılmasının kolaylaştırılmasına
vb.) kadar uzanıyor. Bu değişiklikler kendi başlarına önemli olmakla
206 KİMLİK VE ŞİDDET
birlikte, bunlar, 7. Bölümde de değindiğimiz gibi, insanların güvenli
ğinin artırılmasına daha fazla katkıda bulunabilir ve terörist saflara in
san devşirilmesini ve terörist yetiştirilmesini zorlaştırabilir. Dahası, de
rin hoşnutsuzlukların pençesinde kıvranan toplumlarda terörizmin
yeşermesine imkan veren ve şiddetin hoşgörüyle karşılanmasını sağ
la yan atmosferin değiştirilmesini kolaylaştırabilir.
Küresel tarihle ilgilenmenin kazandıracağı bir entelektüel adalet
meselesi de vardır. Bu hem insanlığın geçmişinin daha eksiksiz kav
ranması (hiç kolay bir şey değil), hem de kimlik çatışmasına hiçbir
haklı gerekçeye dayanmadan katkıda bulunan, Batının geniş kapsam
lı üstünlüğüne ilişkin yanlış kabulün aşılması bakımından önemlidir.
Örneğin, Avrupa veya Amerika'daki göçmen kökenli insanların Batı
uygarlığı hakkındaki bilgilerinin artırılması gerektiği konusunda son
zamanlarda birtakım (haklı) tartışmalar olmakla birlikte, "eski İngiliz
lerin, " "eski Almanların, " "eski Amerikalıların" ve diğerlerinin, dünya
nın entelektüel tarihi hakkında daha fazla şey öğrenme ihtiyacına ve
rilmesi gereken önem konusundaki bilinç hala çok düşük düzeydedir.
Dünyanın farklı parçalarının tarihinde fen, matematik ve mühen
dislikten felsefe ve edebiyata kadar farklı alanlarda olağanüstü kaza
nımlar olduğu kadar, şu anda "Batı uygarlığı" ve "Batı bilimi" dediği
miz şeyin çoğu özelliğinin temelinde yerkürenin değişik ülkelerinden
gelmiş katkıların derin etkileri de vardır (meselenin bu yönünü 3-7.
Bölümlerde ele almıştık) . "Öteki" toplumların katkısını görmezden
gelen kültür ya da uygarlık teorileri sadece "eski Avrupalıların" veya
"eski Amerikalıların"-özellikle eğitimlerini şu andaki parçasal du
rumda tutarak-entelektüel ufkunu sınırlamakla kalmıyorlar, aynı za
manda Batı karşıtı hareketlere de, insanları "Batı-Batı karşıtı" şeklin
de bir cepheleşme hattı boyunca bölmeye hizmet eden yapay bir ay
rılık ve çatışma duygusu kazandırıyorlar.
Düşünce Özgürlüğü 207
Mümkün Bir Dünya
Görülebilir bir gelecekte demokratik bir küresel devlete sahip olma
nın imkansızlığına-haklı olarak-sık sık işaret ediliyor. Durum ger
çekten böyle olmakla birlikte, demokrasiye kamuya açık akıl yürüt
me bağlamında, özellikle küresel sonmların dünya ölçeğinde tartışıl
masına duyulan ihtiyaç bağlamında, bakılacak olursa (öyle olması ge
rektiğini daha önce savunmuştum), küresel demokrasi olasılığını son
suza kadar buzdolabına kaldırmamız gerekmez. Bu bir "ya hep ya
hiç" meselesi değildir ve sürecin kapsamında çok sayıda kaçınılmaz
kısıtlılık ve zayıflığın devam ettiği koşullarda bile, kamuya açık yay
gın tartışmayı ilerletmenin sağlam gerekçeleri vardır. Aralarında elbet
te Birleşmiş Milletler'in de yer aldığı çok sayıda kurumu bu küresel
kimlik uygulamasına çağırmak mümkün olsa da, vatandaş örgütlen
melerinin, çok sayıda sivil toplum kuruluşunun ve haber medyasının
bağımsız unsurlarının zaten başlatmış oldukları, bu amaca hasredil
miş çabaları da dahil etmek olanaklıdır.
Küresel adalete daha fazla özen gösterilmesi talebiyle (David Hu
me'un daha önce sözünü ettiğimiz, "adaletin sınırları genişlemeye de
vam edecektir" biçimindeki beklentisine uygun olarak) harekete geç
miş çok sayıdaki ilgili birey girişiminin de bu alanda oynayabileceği
önemli roller vardır. Washington ve Londra, koalisyon güçlerinin
Irak'ta uygulaya geldiği stratejiye yönelik, dört bir yandan yükselen
bu yaygın eleştiriden rahatsızlık duyabilirler-tıpkı Şikago ya da Paris
veya Tokyo'nun küreselleşme karşıtı denilen protesto hareketlerinin
bazı kesimlerinden yükselen çarpıcı yergilerden ürkebileceği gibi.
Gerçi protestocuların dile getirdiği itirazlar her zaman doğru olmuyor,
ama daha önce göstermeye çalıştığım gibi, bunların bir çoğunda çok
haklı sorular soruluyor ve bu sorular kamuya açık akıl yürütmeye ya
pıcı katkılarda bulunuyor. Küresel demokrasinin-dev bir küresel
devletin bütün kurumlarıyla birlikte ortaya çıkmasını beklemeden
daha şimdiden kurulmasının bir parçasını da bu oluşturuyor.
208 KİMLİK VE ŞİDDET
Günümüz dünyasında sadece küreselleşmenin ekonomisi ve poli
tikası hakkında değil, aynı zamanda bizim küresel dünya anlayışımı
zı biçimlendiren değerler, etik ve aidiyet duygusu hakkında da soru
lar sorulmasına yakıcı bir ihtiyaç vardır. İnsan kimliğine ilişkin içe ka
panmacı olmayan bir anlayışta, bu tür meselelerle ilgilenmek, ulusal
yükümlülüklerimizin ve yerel bağlılıklarımızın-devasa bir "dünya
devletinin" işleyişine yansıyacak şekilde-küresel bir aidiyet duygu
suyla baştan aşağı yer değiştirmesini gerektirmez. Aslında küresel
kimlik, bizim diğer bağlılıklarımızı yok etmeden de, payına düşeni
şimdiden almaya başlayabilir.
Derek Walcott, çok farklı bir bağlamda, kendisine ait bütünleşmiş
Karayib anlayışı hakkında (bölgenin bütün o muazzam ırk, kültür,
kaygı ve tarihsel geçmiş çeşitliliğine rağmen) şöyle yazıyordu:
O anım hiç olmadı ki,
bir anlayış gelip zihnimi bölmesin
Benaresli kuyumcu ustasıyla,
Cantonlu taşçı ustası için o anlayış,
misinanın suda batması misali
belleğin içine gömülüp gitsin.4
İnsanların minyatürleştirilmesine karşı koyarken-bu kitabın konusu
budur-aynı zamanda onun dertli geçmişinin anılarını aşabilecek ve
zorluklar içindeki bugünün güvensizliklerini kıracak bir dünyanın
olanaklarının kapısını da aralayabiliriz. On bir yaşında küçük bir ço
cuk olarak, başı kucağımda kanlar içinde yatan Kader Mia için yapa
bileceğim fazla bir şey olamazdı. Ama, onun ve benim, çok sayıdaki
ortak kimliğimizi birlikte onaylatabileceğimiz, erişemeyeceğimiz ka
dar uzağımızda olmayan, bir evreni hayal ediyorum. Yeter ki, her
şeyden önce, bir anlayış gelip zihnimizi bölmesin.
NOTLAR
1 . BÖLÜM
YANILSAMANIN ŞİDDETİ
1 . Langston Hughes, The Big Sea: An Autobiography (New York: Thun
der's Mouth Press, 1940, 1986), s. 3-10.
2 . bak. Robert D. Putnam, Bowling Alone: The Collapse and the Revival of
the American Community (New York: Siman & Schuster, 2000).
3. Etno merkezciliğin yabancı düşmanlığına yol açmasının şart olmadığını
gösteren yeterince çok ampirik kanıt vardır (örneğin bak. Elizabeth
Cashdan, "Ethnocentrism and Xenophobia: A Cross-cultural Study", Cur
rent Anthropology 42, 2001). Bununla birlikte, iyi bilinen çoğu olayda
etnik, dinsel, ırksal ya da diğer bazı seçmece bağlılıklar diğer gruplara
karşı şiddete yol açan abartılı biçimlerde kullanılmıştır. Burada söz ko
nusu olan, "içe kapanmacı" kışkııtmalara açıklıktır.
4. Jean-Paul Sartre, Portrait ofthe Anti-Semite, çev. Erik de Mauny (Londra:
Secker & Warburg, 1968), s. 57.
5. Venedik Taciri, III perde, 1. sahne, 63. satır. [www.halksahnesi.org/in
celemeler/saylok/saylok.html
6. bak. Alan Ryan, ]. S. Mili (Landon: Routledge, 1974), s. 125. Mili kadın
lara oy hakkı konusundaki görüşlerine "bana özgü garip fanteziler" gö
züyle bakıldığını belirtiyor (John Stuart Mili, Autobiography [1874; tek
rar basım, Oxford: Oxford University Press, 1971], s. 169).
7. Samuel P. Huntington, The Clash of Civilizations and the Remaking of
the World Order (New York: Siman & Schuster, 1996). [Samuel P. Hun
tington, Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulma
sı, Okuyanus Yay.]
8. International Herald Tribune, 27 Ağustos 2004, s. 6.
9. Bu konu 4. ve 8. Bölümlerde ele alınıyor.
209
210 Notlar
2 . BÖLÜM KİMLİGE ANLAM KAZANDIRMAK
1 . V.S. Naipaul, A Tum in the South (Landon: Penguin, 1989), p. 33.
2 . Ayrıca bak. Leon Wieseltier, Against Identity (New York: Drenttel, 1996).
3. bak. benim On Ethics and Economics (O:xford: Blackwell, 1987) adlı ki
tabım. 4. Egemen iktisatta yer yer görülen bu garip hayali kişinin zihinsel kısıtlı
lıkları için bak. Amartya Sen, "Rational Fools: A Critique of the Behavioral Foundations of Economic Theoıy", Philosophy and Public Affairs 6 (1977), tekrar basım: Choice, Welfare and Measurement içinde (O:xford: Blackwell, 1982; Cambridge, Mass . : Harvard University Press, 1997) ve ayrıca Jane ]. Mansbridge, der. , Beyond Self- interest (Chicago; Chicago University Press, 1990).
5. bak. George Akerlof, An Economic Theorist's Book of Tales (Cambridge: Cambridge University Press, 1984); Shira Lewin, "Economics and Psychology: Lessons for Our Own Day from the Early 20th Centuıy", ]ournal of Economic Literature 34 0996); Christine Jolls, Cass Sunstein ve
Richard Thaler, "A Behavioral Approach to Law and Economics", Stanford Law Review 50 (1998); Matthew Rabin, "A Perspective on Psycho
logy and Economics," European Economic Review 46 (2002); Amartya Sen, Rationality and Freedom (Cambridge, Mass. : Harvard University Press, 2002), denemeler 1-5; Roland Benabou ve ]eanTirole, "Intrinsic
and Extrinsic Motivation," Review of Economic Studies 70 (2003).
6. Diğer katkıların yanı sıra bak. George Akerlof ve Rachel Kranton, "Economics and Identity", Quarterly ]ournal of Economics 63 (2000); John
B. Davis, The Theory of the Individual in Economics: Identity and Vahı
e (Londra ve New York: Routledge, 2003); Alan Kirman ve Miriam Teschl, "On the Emergence of Economic Identity", Revue de Philosophie Economique 9 (2004); George Akerlof ve Rachel Kranton, "Identity and the Economics of Organizations, " ]ournal of Economic Perspectives 19 (2005).
7. bak. Jorgen Weibull, Evolutionary Game Theory (Cambridge, Mass. : MIT Press, 1995); Jean Tirole, "Rational Irrationality: Some Economics of Selfmanagement", European Economic Review 46 (2002).
8. Kari Marx, Critique of the Gotha Programme, 1875; K. Marx ve F. Engels'in İngilizce çevirisi (New York: International Publishers, 1938), s. 9.
[Kari Marx, "Gotha Programının Eleştirisi" , Marx Engels Seçme Yapıtlar
3 , (Ankara: Sol Yayınları, 1979), s. 23.)
Notlar 2 1 1
9. Pierre Bourdieu, Sociology in Question, çev. Richard Nice (Londra: Sage, 1993), s. 160-61 .
10. E.M. Forster, Two Cheers for Democracy (Londra: E.Arnold, 1951).
1 1 . Benlik ile topluluk arasındaki ilişki konusunda aydınlatıcı analizler için
bak. Charles Taylor, Sources of the Self and the Making of the Modern
Identity (Cambridge, Mass. : Harvard University Press, 1984) ve Philo
sophical Arguments (Cambridge, Mass. : Harvard University Press, 1995).
Bu ve bağlantı konularda içgörülü değerlendirmeler için ayrıca bak. Will
Kymlicka, Contemporary Politica/ Philosophy. An Introduction (Oxford:
Clarendon Press, 1990).
12 . Liberal adalet teorilerindeki toplulukçu eleştiriler için özellikle bak. Mic
hael Sandel, Liberalism and the Limits of justice (Cambridge: Cambrid
ge University Press, 1982; 2. baskı, 1998); Michael Walzer, Spheres of
justice (New York: Basic Books, 1983); Charles Taylor, "Cross-Purposes:
The Liberal-Communitarian Debate", Nancy L. Rosenblum, der. , Libera
lism and the Moral Life içinde (Cambridge, Mass. : Harvard University
Press, 1989). Bu adalet teorisine Sandel ve diğerleri tarafından yönelti
len eleştirilere verilen tepki için bak. John Rawls, "Justice as Fairness:
Political Not Metaphysical," Philosophy and Pub/ic Affairs 14 (1985) ve
Political Liberalism (New York: Columbia University Press, 1993). San
del bu tepkiyi Liberalism and the Limits of justice'nin 1998 tarihli sayı
sında yanıtlamıştır. Bu ateşli tartışmalara ilişkin yararlı yorumlar için bak.
Will Kymlicka, Contemporary Political Philosophy: An Introduction, 6.
Bölüm; Michael Walzer, "The Communitarian Critique of Liberalism,"
Political Theory 18 (1990); Stephen Mulhall ve Adam Swift, Liberals and
Communitarians (Oxford: Blackwell, 1992, 1996). Adalet teorisine ilişkin
toplulukçu eleştiriler konusundaki benim kuşkuculuğum için bak. Rea
son Before Identity (Oxford: Oxford University Press, 1999).
13 . Bu ve ilgili konular için bak. Frederique Apffel Marglin ve Stephen A.
Marglin, der., Dominating Knowledge (Oxford: Clarendon Press, 1993).
14. Hint geleneklerindeki düşünce ayrılıklarının ve tartışmaların rolü konu
sunda bak. Amartya Sen, The Argumentative Indian (Londra: Ailen La
ne; ve New York: Farrar, Straus & Giroux, 2005).
15 . Sandel, Liberalism and the Limits of justice, s. 150-151 .
16. Kimlik etiğinin bireysel davranış konusunda merkezi bir yere sahip ol
masının nedeni, sahip olduğumuz çok sayıda aidiyet arasındaki öncelik
ler konusunda kaçınılmaz tercihlerle karşı karşıya olmamızdır; bu konu
ya ilişkin güzel bir analiz için bak. Kwame Anthony Appiah, The Ethics
212 Notlar
of Identity (Princeton, N.J . : Princeton University Press, 2005). Ayrıca
bak. Amin Maalouf, in the Name of Identity: Violence and the Need to
Belong (New York: Arcade Publishing, 2001). [Amin Maalouf, Öliimcül
Kimlikler (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2004)].
3. BÖLÜM UYGARLIK HAPİSHANESİ
1 . Samuel P. Huntington, agy.
2. Burada ele alınan meselelerin bazıları The Argumentative Indian (Lon
don: Ailen Lane; New York: Farrar, Straus & Giroux, 2005) adlı kitabım
da daha ayrıntılı olarak ele alınıyor.
3 . Hindistan'ın çok dinli ve çok kültürlü tarihini The Argumentative Indian
adlı kitabımda ele alıyorum. 4. Huntington, agy, s. 71.
5 . Oswald Spengler, The Decline of the West, der. Arthur Helps (New
York: Oxford University Press, 1991), s. 178-179.
6. bak. Nihongi: Chronicles of ]apan from the Earliest Times to A.D. 697, çev. W. G. Aston (Tokyo: Tuttle, 1972), s. 1 28-133.
7. bak. Nakamura Hajime, "Basic Features of the Legal, Political, and Eco
nomic Thought of japan, " Charles A. Moore, der., The ]apanese Mind:
Essentials of ]apanese Philosophy and Culture (Tokyo: Tuttle, 1973),
s. 144.
8. Flavius Arrian'dan öğrendiğimize göre, İskender bu eşitlikçi siteme Di
yojen'le karşılaşmasında gösterdiği aynı hayranlıkla karşılık vermiş
-ama genel tutumunda hiçbir değişiklik olmamış ("itiraf ettiği hayranlı
ğın tam tersi"). bak. Peter Green, Alexander of Macedon, 356-323 B.C.:
A Historical Biography (Berkeley: University of Califomia Press, 1992),
s. 428.
9. Alexis de Tocqueville, Democracy in America, çev. George Lawrence
(Chicago: Encyclopaedia Britannica, 1990), s. 1 .
10. Nelson Mandela, Long Walk to Freedom (Boston: Little, Brown, 1994),
s. 21 .
1 1 . Kamuya açık akıl yürütme amacıyla kitap basmanın önemini The Argu
mentative Indian adlı kitabımda ele aldım (s. 82-83, 182-184).
Notlar 2 1 3
4 . BÖLÜM DİNSEL AİDİYETLER VE İSLAM TARİHİ
1 . Corpus of Early Arabic Sources far West African History, çev. ].F.P. Hopkins, yayıma hazırlayan ve notlayan N. Levtzion ve J.F.P. Hopkins (Cambridge: Cambridge University Press, 1981), s. 285. Ayrıca bak. Ibn Battuta: Travels in Asia and Africa 1325-1354, çev. H.A.R. Gibbs (Londra: Routledge, 1929), s. 321 .
2 . Corpus of Early Arabic Sources far West African History, s. 286. 3. bak. Pushpa Prasad, "Akbar and the Jains," Irfan Habib, der., Akbar and
His India içinde (Delhi ve New York: Oxford University Press, 1997), s. 97-98.
4. Genç Ekber'in iltihak ettiği Maratha kralı Raja Sambhaji'nin babası, gü
nümüzün politik Hindu eylemcilerinin bir süper kahraman saydıkları ve
hoşgörüsüz Hindu partisi Şiv Sena'nın adını ondan aldığı Şivaji'den başkası değildir (oysa Şivaji, başka bakımlardan ona hiçbir hayranlığı olmayan tarihçi Khafi Khan'ın belirttiğine göre, oldukça hoşgörülüydü).
5. bak. Iqtidar Alam Khan, "Akbar's Personality Traits and World Outlook: A Critical Reappraisal," Habib, der., Akbar and His India içinde, s. 78.
6. Maria Rosa Menocal, The Ornament of the World: How Muslims, jews, and Christians Created a Culture of Tolerance in Medieval Spain (New York: Little, Brown, 2002), s. 86.
7. agy, s. 85.
8. bak. Harry Eyres, "Civilization Is a Tree with Many Roots, " Financial Times, 23 Temmuz 2005. ]an Reed'ın işaret ettiği gibi, "Sonraları çok yaygınlaşan Fas'taki sulama yöntemleri İspanya ve Portekiz'in kavruk ve çorak bölgelerinde tarımın temeli olmayı sürdürdü" (The Moors in Spain and Portugal [Londra: Faber & Faber, 1974), s. 235).
9. bak. Michael Vatikiotis, "Islamizing Indonesia'', International Herald Tri
bune, 3-4 Eylül 2005, s. 5. Ayrıca bak. Vatikiotis, "The Struggle for Islam", Far Eastem Economic Review, 1 1 Kasım 2003, ve M. Syafi'i Anwar, "Pluralism and Multiculturalism in Southeast Asia: Formulating Educational Agendas and Programs, " ICIP joumal 2 (Ocak 2005).
10. Bununla bağlantılı olarak ayrıca, yorum yelpazesinin genişliği de dahil, İslamın sosyal ve politik bağlamda nasıl yorumlanması gerektiği mese
lesi vardır. Bu konuda bak. Ayesha ]ala!, Sel{ and Sovereignty: Individual and Community in South Asian Islam Since 1850 (Londra: Routledge,
2000). Ayrıca bak. Gilles Kepe!, The War far Muslim Minds: Islam and the West (Cambridge, Mass. : Harvard University Press, 2004).
214 Notlar
1 1 . Pakistan'da yürekli ve uzak görüşlü gazetecilerin adanmışlıkları sayesin
de zinde ve büyük çapta bağımsız bir medyanın büyüyerek güçlenme
si, barış ve adalet alanında-ülke dışından gördüğü takdirden çok daha
fazlasını hak eden--önemli ve olumlu bir gelişmedir. Yürekli ve vizyon
sahibi insan Najam Sethi'nin öncülüğündeki Friday Times ve Herald gi
bi periyodiklerin ve The Dawn, The Nation, Daily Times ve News gibi günlük gazetelerin oluşturduğu iletişim ve korkusuzluk geleneği ülkenin
geleceği konusunda büyüyen umutları haklı çıkarmaktadır. Bu durum,
büyük ozan ve Pakistan Times eski genel yayın yönetmeni ve askeri yö
netim ve politik aşırıcılık tarafından yerle bir edilmeden önce, bağımsız
bir Pakistan medyasının gelişmesi için çok çalışmış olan Faiz Ahmet Fa
iz'i çok hoşnut ederdi. Faiz Ahmed Faiz de, tıpkı Najam Sethi'nin daha
sonra başına geldiği gibi, hapis yatmak zorunda kalmıştı.
12 . Husain Haqqani, "Terrorism Stili Thrives in Pakistan," Intemational He
rald Tribune, 20 Temmuz 2005, s. 8. Ayrıca bak. yazarın içgörü kazan
dırıcı ve bilgilendirici kitabı Pakistan: Between Mosque and Militaıy
(Washington, D.C. : Carnegie Endowment for International Peace, 2005).
Ayrıca bak. Ahmed Rashid, Taliban: The Stoıy of the Afghan Warlords
(Londra: Pan, 2001), ve Taliban: Islam, Dil and the New Great Game in
Central Asia (Londra: Tauris, 2002). 13. bak. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı tarafından her yıl yayımlanan
İnsani Kalkınma Raporları-bu Mahbub ul Hak'ın başlattığı ve uzun yıl
lar onun başında bulunduğu bir projedir. Mahbub ul Hak'ın zamansız
ölümünden sonra, genellikle laik nitelikteki bu çalışma onun tarafından
kurulmuş (ve şu anda Khadija Hak'ın ustalıkla yönettiği) bir enstitü eliy
le Pakistan'da yürütülmüştür.
14. Judea Pearl, "Islam Struggles to Stake Out Its Position," Intemational He
rald Tribune, 20 Temmuz 2005.
1 5. Burası, Mahmud Mamdani'nin çok net bir biçimde ifade ettiği içgörülü
ayrımı anımsamanın tam yeridir: "Amacım, aşırı dinci eğilimlerin politik
terörizme eşitlenebileceği biçimindeki yaygın varsayımı sorgulamaktır.
İster köktenci ister laik olsun, terörizm dinci eğilimlerin zorunlu sonucu
değildir. Tersine, terörizm politik karşılaşmalardan doğar (Good Muslim,
Bad Muslim: America, the Cold Waı� and the Roots of Terror [New York:
Doubleday, 2004] , s. 61-62).
16. Bu, İslam ilkeleri alanının biraz farklı bir biçimde tanımlanabileceğini in
kar etmek anlamına gelmez; örneğin bak. M. Syafi'i Anwar'ın "yasal dış
layıcı yaklaşım" ile "özsel kucaklayıcı yaklaşım" arasında ayrım yaptığı
Notlar 2 1 5
makalesi: "The Future of Islam, Democracy, and Authoritarianism in the
Muslim World," ICIP journal 2 (Mart 2005). Ama bu varyasyonlardan hiç
biri, dini kişinin her şeyi kucaklayan kimliği haline getiremez.
5 . BÖLÜM BATI VE BATI KARŞITLIGI
1. Albert Tevoedjre, Winning the War Against Humiliation (New York: UNDP, 2002), Afrika ve Üçüncü Bin Yılın Meydan Okumaları Bağımsız Komisyonunun Raporu. Orijinali Fransızca' dır: Vaincre l'humiliation (Paris, 2002).
2 . William Dalrymple'nin ilginç romanında White Mughals (Londra: Flamingo, 2002), konu edilen, İngiliz erkeklerinin üçte birinin Hintli kadın
larla birlikte 18. yüzyıl Hindistan'ında yaşadığı ırklar arası aşkların, onu izleyen yüzyılda, katılaşan imparatorluk ilişkileri altında, tekrarlanması
pek mümkün değildi. 3. James Mili, The History of British India (Londra, 1817; tekrar basımı, Chi
cago: University of Chicago Press, 1975), s. 247. 4 . Aktaran John Clive: Mill'in The History of British India 'sına yazdığı giriş,
s. viii. 5. Mili, The History of British India, s. 225-226.
6. William Jones genellikle su katılmamış bir "oryantalist" olarak görülür ki, belirgin anlamıyla öyledir. Ne ki, William Jones'ten James Mill'e kadar, bütün oryantalistlerde geniş bir davranış ortaklığı bulmaya çalışan bir tasarımı savunmak kolay değildir. Bu konuda bak. benim The Argumentative Indian (Londra: Ailen Lane; New Y ork: Farrar, Straus & Giroux, 2005) adlı kitabımın 7. Bölümü ("Indian Traditions and Western Imagination").
7. Mili, Jones'in eski Hint matematiği ve astronomisi hakkındaki inançların
da "Hindular arasında bir zamanlar var olduğu düşünülen aşırı saf toplum yapısının kanıtlarını" görüyor ve Jones'in bu atıfları "bir inanç hava
sında" yapmış olması onu özellikle eğlendiriyordu (The History of British India, s. 223-24). İşin özüne gelince, Mili birbirinden ayrı şu üç konuya ilişkin iddiaları birbirine karıştırıyordu: (1) yerçekimi ilkesi, (2) yerkürenin kendi ekseni etrafındaki günlük dönüşü, ve (3) yerkürenin güneş etrafındaki dönüşü. Aryabhata ile Brahmagupta, üçüncüsüyle değil, esas olarak ilk ikisiyle ilgileniyorlar ve birtakım kesin iddialarda bulunu
yorlardı. 8. Mill, The History of British India, s. 223-224.
216 Notlar
9. agy, s. 248.
10. The Argumentative lndian, 6., 7. ve 16. Bölümler.
1 1 . Partha Chattetjee, The Nation and lts Fragments (Princeton, N.J . : Prince
ton University Press, 1993), s. 6. 12 . Bu ve ilintili konularda aynca bak. The Argumentative lndian, 1 -4. ve 6-
8. Bölümler.
13. Akeel Bilgrami, "What Is a Muslim?", Anthony Appiah ve Henry Louis Ga
tes, der., Jdentities içinde (Chicago: University of Chicago Press, 1995).
14. Mamphela Ramphele, Steering by the Stars: Being Young in South Afıi
ca (Cape Town: Tafelberg, 2002), s. 15. 15 . Fareed Zakaria, "Culture Is Destiny: A Conversation with Lee Kuan
Yew," Foreign Affairs 73 (Mart-Nisan 1994), s. 1 13 .
16. Aktarıldığı yer lntemational Herald Tribııne, 13 Haziran 1995, s . 4. Ayn
ca bak. Lee'nin içgörülü özgeçmişi, From Third World ta First: The Sin
gapore Story, 1965-2000 (New York: HarperCollins, 2000).
17. Singapur'un dışişleri hakanı W.S. Wong'un 1993'te Viyana'da yapılan İn
san Haklan İkinci Dünya Kongresinde "İnsan Haklarının Gerçek Dünya
sı" başlıklı konuşması. 18. Aktaran John F. Cooper, "Peking's Post-Tienanmen Foreign Policy: The
Human Rights Factor," Jssııes and Stııdies 30 (Ekim 1994), s. 69; aynca
bak. Jack Donnelly, "Human Rights and Asian Values: A Defence of
Western' Universalism," Joanne Bauer ve Daniel A. Beli, der. , The East
Asian Challenge for Hııman Rights (Cambridge: Cambridge University
Press, 1999).
19. Buna ilişkin kanıtlan Hııman Rights and Asian Valııes: Sixteenth Mor
genthau Memorial Lectııre on Ethics and Foreign Policy (New York: Car
negie Council on Ethics and International Affairs, 1997) içinde değerlen
dirdim (kısaltılmış versiyonu The New Repııblic, 14 ve 21 Temmuz 1997
içinde tekrar basılmıştır). Ayrıca bak. Amartya Sen, Development as Free
dom (New York: Knopf; Oxford: Oxford University Press, 1999) ve "The
Reach of Reason: East and West," New York Review of Books, 20 Tem
muz 2000, The Argumentative lndian (2005) içinde tekrar basılmıştır.
20. Development as Freedom, ayrıca Jean Dreze ile birlikte, Hunger and
Pııblic Action (Oxford: Clarendon Press, 1989).
21 . Stokholm Barış Araştırmaları Enstitüsünün verilerine dayanılarak hesap
lanmıştır, http:/www.sipri.org.
22. Kwame Arıthony Appiah, in My Father's Hoııse: Africa in the Philosophy
of Cııltııre (Londra: Methuen, 1992), s. xii.
Notlar 217
2 3 . Meyer Fortes ve Edward E. Evans-Pritchard, African Political Systems
(New York: Oxford University Press, 1940), s . 12 .
24. Appiah, In My Father's House: Africa in the Philosophy of Culture, s. xi.
25. Filistinlilerin kendi topraklarına ve egemenliklerine sahip olma talepleri
gibi yerel istekler öne süren özgül politik hareketler söz konusu oldu
ğunda bile, bu yerel çatışmaları Batı egemenliğine karşı direnişin genel
çerçevesi içine oturtan köktenci politik okumalar yine de görülüyor-bu
yorumlar yerel halkın (bu durumda Filistinlilerin) çoğunluğunun o öz- .
gül yerel anlaşmazlığa ne gözle baktıklarına hiç aldırmıyor.
6. BÖLÜM KÜL TÜR VE ESARET
1 . Bu meseleyi şu makalemde ele almaya çalışmıştım: "How Does Culture
Matter?", Vijayendra Rao ve Michael Walton, der., Culture and Public Ac
tion içinde (Stanford, Calif. : Stanford University Press, 2004).
2 . Bu zor konunun dengeli bir değerlendirmesi için bak. ]oel Mokyr, Why
Ireland Starved: A Quantitative and Analytical History of the Irish Eco
nomy, 1800-1850 (Londra: Ailen & Unwin, 1983), s. 291-292. Ayrıca bak.
Mokyr'nin çıkardığı şu sonuç: "İngiltere İrlanda'yı yabancı, hatta düşman
bir ulus olarak görüyordu. " (s. 291). 3 . bak. Cecil Woodham-Smith, The Great Hunger: Ireland, 1845-9 (Londra:
Hamish Hamilton, 1962), s. 76.
4 . bak. Andrew Roberts, Eminent Churchillians (Londra: Weidenfeld & Ni
colson, 1994), s. 213 .
5 . Lawrence E. Harrison ve Samuel P . Huntington, der., Culture Matters:
How Values Shape Human Progress (New York: Basic Books, 2000),
s. xiii. 6. Bu konuda bak. Noel E. McGinn, Donald R. Snodgrass, Yung Bong Kim,
Shin-Bok Kim ve Quee-Young Kim, Education and Development in Ko
rea (Cambridge, Mass . : Council on East Asian Studies, Harvard Univer
sity, 1980).
7. William K. Cummings, Education and Equality in ]apan (Princeton, N.J . :
Princeton University Press, 1980), s. 17.
8. bak. Herbert Passin, Society and Education in ]apan (New York: Teac
hers College Press, Columbia University, 1965), s. 209-211 ; ayrıca bak.
Cummings, Edııcation and Eqııality in ]apan, s. 17.
2 1 8 Notlar
9. Aktaran Shumpei Kumon ve Henry Rosovsky, The Political Economy of japan, 3. cilt, Cultural and Social Dynamics (Stanford, Calif. : Stanford
University Press, 1992), s. 330. 10. bak. Carol Gluck, ]apan 's Modem Myths: Ideology in the Late Meiji Pe
riod (Princeton, N.] . : Princeton University Press, 1985).
1 1 . Kültürel özgürlüğün Birleşmiş Milletlerce yayımlanan Human Development Report 2004 (New York: UNDP, 2004) içinde yer alan "kalkınma
nın insani boyutunu" ilgilendiren meseleler listesine dahil edilmesi kalkınmanın insani boyutuna ilişkin analizin kapsamını önemli ölçüde zenginleştirmiştir.
12 . bak. "Other People," Proceedings of the British Academy 2002 içinde; ayrıca "Other People-Beyond Identity" başlığıyla, The New Republic, 18 Aralık 2000 içinde de basılmıştır.
7 . BÖLÜM KÜRESELLEŞME VE KÜRESEL SESLER
1 . The Advancement of Leaming (1605; B.H.G. Wormald, Francis Bacan: History, Politics and Science, 1561-1626 içinde tekrar basılmıştır [Cambridge: Cambridge University Press, 1993]), s. 356-357.
2. Bu meseleyi 8 Haziran 2000'de, Harvard Üniversitesinde yaptığım açılış
konuşmasında ("Global Doubts") ele almıştım; bak. Harvard Magazine
102 (Ağustos 2000). 3. T.B. Macaulay, "Indian Education: Minute of the 2nd February, 1835," G.
M. Young, der., Macaulay: Prose and Poetıy içinde tekrar yayımlanmıştır (Cambridge, Mass. : Harvard University Press, 1952), s. 722.
4. Howard Eves, An Introduction to the Histoıy of Mathematics, 6. baskı. (New York: Saunders College Publishing House, 1990), s. 237. Ayrıca bak. Ramesh Gangolli, "Asian Contributions to Mathematics", Portland
Public Schools Geocultural Baseline Essay Series, 1999. 5 . Tony Blair ve Gordon Brown liderliğindeki İngiltere'nin G8 ülkelerini bu
doğrultuda harekete geçirmekte önemli bir rol oynadıkları teslim edilmelidir. Bob Geldorf gibi kamuoyunca tanınmış renkli ve sempatik kişilerin başını çektiği halk hareketleri de (bu tür ses getirici hareketleri genellikle kuşkuyla karşılayan akademik çevrelere rağmen) bu girişimlere
destek sağlanmasında önemli bir rol oynadılar. 6. bak. ]effrey Sachs, The End of Poverty: How We Can Make It Happen
in Our Lifetime (Londra: Penguin Books, 2005).
Notlar 2 19
7 . Benim "Gender and Cooperative Conflict" başlıklı makalem (Irene Tinker, der., Persistent Inequalities içinde [New York: Oxford University Press, 1990]), işbirliği ve çatışma bileşiminin geçerliliğini ve uzanımını ele almaktadır.
8. bak. ].F. Nash, "The Bargaining Problem," Econometrica 18 0950);
Sylvia Nasar, A Beautiful Mind (New York: Simon & Schuster, 1999).
9. Aslında Adam Smith, Leon Walras ve Francis Edgeworth'dan John Hicks, Oscar Lange, Paul Samuelson ve Kenneth Arrow'a kadar, pazar ekonomisinin öncü teorisyenleri pazar sonuçlarının kaynak dağılımına ve diğer belirleyici unsurlara derinden bağımlı olduğunu açıklığa kavuşturmaya çalışmışlar ve-Adam Smith'ten başlayarak-pazar düzenlemelerinin daha adil ve hakça yol ve araçları konusunda önerilerde bulunmuşlardır.
10. bak. Paul A. Samuelson, "The Pure Theory of Public Expenditure," Review of Economics and Statistics 35 (1954); Kenneth Arrow, "Uncertainty and the Welfare Economics of Medical Care," American Economic Review 53 (1963); George Akerlof, An Economic Theorist's Book of Ta
Jes (Cambridge: Cambridge University Press, 1984); Joseph Stiglitz, "Information and Economic Analysis: A Perspective," Economic journals (1985).
1 1 . Bu konuda bak. George Soros, Open Society: Refoıming Global Capita/ism (New York: Public Affairs, 2000).
12 . Diğer katkıların yanı sıra bak. Joseph Stiglitz, Globalization and Its Discontents (Londra: Penguin, 2003) Uoseph Stiglitz, Küreselleşme, Biiyük Hayal Kırıklığı, Plan B Yayınları, İstanbul)] ve Sachs, The End of Poverty: How We Can Make It Happen in Our Lifetime.
13 . Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsünün bulgularına göre, 1990'lı yılların tamamına ilişkin oran yüzde 84,3l 'di ve son rakamlar bu tablonun tersine dönmekten çok pekiştiğini gösteriyor. Bu konu 6. Bölümde daha geniş bir şekilde tartışıldı. G8 ülkeleri içinde sadece bir tanesi (Japonya) silah füraç etmemektedir.
14. Aşı Kurulu ve Aşı ve Bağışıklık İçin Küresel İttifak aşıların yoksul ülkelerde yaygın olarak bulunması için çok şey yaptı. Tıbbi araştırmaları özendirebilmek amacıyla, küresel STK'ların ve diğer uluslararası kuruluşların bu ilaçları büyük miktarlarda satın alma konusunda ön güvence verebilmeleri, bu tür ilaçların geliştirilmesine yönelik teşviklerin artırılması konusunda buluşçu bir öneri örneğidir; bak. Michael Kremer ve
Rachel Glennerster, Strong Medicine: Creating Incentives far Phaımaceutical Research on Neg/ected Diseases (Princeton, N.J.: Princeton University Press, 2004).
220 Notlar
15. "Modern tıbbın küresel cephe hattı" genel sorununun ele alınışında ay
dınlatıcı bir yaklaşım için bak. Richard Horton, Health Wars (New York:
New York Review of Books, 2003). Ayrıca bak. Paul Farmer, Pathologi
es of Power: Health, Human Rights, and the New War on the Poor (Ber
keley: University of California Press, 2003), ve Michael Marmot, Social
Determinants of Health: The Solid Facts (Copenhagen: World Health Or
ganization, 2003). 16. Pazar süreçlerinin eşitlikçi işleyişinde kamu hizmetlerinin rolünün çizim
lerle desteklenmiş bir tartışması için bak. Amartya Sen ve Jean Dreze, In
dia: Development and Participation (Delhi ve Oxford: Oxford University
Press, 2002).
17. Bu konuda bak. Amartya Sen, "Sharing the World", The Little Magazine
(Delhi) 5 (2004).
18. David Hume, An Enquiry Concerning the Principles of Morals (ilk bas
kı 1777; tekrar basım, La Salle, Ill.: Open Court, 1966), s. 25.
8 . BÖLÜM ÇOKKÜLTÜRLÜLÜK VE ÖZGÜRLÜK
1 . Development as Freedom (New York: Knopf; Oxford: Oxford University
Press, 1999).
2 . ABD'nin ve Avrupa'nın da paylaştığı bu sorunlar için ayrıca bak. Ti
mothy Garton Ash, Free World: Why a Crisis of the West Reveals the
Opportunity of Our Time (Londra: Ailen Lane, 2004).
3. James A. Goldston, "Multiculturalism Is Not the Culprit, " International
Herald Tribune, 30 Ağustos 2005, s. 6. Farklı bir bakış açısı için ayrıca
bak. Gilles Kepe!, The War far Muslim Minds: Islam and the West (Cam
bridge, Mass. : Harvard University Press, 2004), özellikle 7. Bölüm ("Batt
le for Europe").
4. Julie Henry, "Dumbed-Down GCSEs Are a 'Scam' to Improve League
Tables, Claim Critics", Daily Telegraph, 28 Ağustos 2005, s. 1 .
5 . Günümüz dünyasındaki melezleşmenin boyutları konusunda bak. Hami
Bhabha, The Location of Culture (New York: Routledge, 1994).
6 . Ajans France-Press'in haberi, 18 Ağustos 2005.
7. Buradaki tanım "Çok-etnisiteli İngiltere'nin Geleceği Komisyonu"nun
saygın başkanı Lord Parekh'e aittir ("A Britain We Ali Belong To," Guar
dian, 1 1 Ekim 2000). Genellikle böyle bir "federal" sistemi çok daha ka-
Notlar 221
ba biçimlerde talep eden çok sayıda başka benzer ifadelere de rastlan
maktadır. Ne ki, Bhikhu Parekh çokkültürlülüğe ilişkin diğer vizyonlara
kendi yazılarında yer verme içgörüsüne sahipti; özellikle bak. Rethin
king Multi-culturalism: Cııltural Diversity and Political Theory (Basing
stoke: Palgrave, 2000).
8. bak. Cornelia Sorabji, India Calling (London: Nisbet, 1934), ve Vera Brit
tain, The Women at Oxford (Londra: Harrap, 1960).
9 . Kaynak: Tony Blair'in 26 Temmuz 2005 tarihli basın konferansı metni.
Tony Blair yeni kurulan İslam okullarına kültürel bakımdan eski Hıristi
yan okullarıyla eşit muamele gösterilmesini gerçekten arzulamaktadır. 6.
Bölümde bu meseleyi de ele almıştık.
10. bak. M. Athar Ali, "The Perception of India in Akbar and Abu'l Fazl," Ir
fan Habib, der. , Akbar and His India içinde (Delhi: Oxford University
Press, 1997), s. 220.
1 1 . Dine ilişkin alternatif düşünce okullarının (bilinemezcilik ve ateizm de
dahil) akıl yürütme gelenekleri konusunda bak. Amartya Sen, The Argıı
mentative Indian (Landon: Ailen Lane; New York: Farrar, Straus & Giro
ux, 2005).
12 . 26 Temmuz 2005 tarihli bir basın toplantısından.
13. Indian Round Table Conference (Second Session) 7th September, 1931 -lst Decembeı� 1931: Proceedings (Londra: Her Majesty's Stationery Office, 1932); ayrıca bak. C. Rajagopalachari ve ]. C. Kumarappa, der., The
Nation 's Voice (Ahmedabad: Mohanlal Maganlal Bhatta, 1932).
14. M.K. Gandi, "The Future of India," Intemational Mfairs 10 (Kasım 1931),
s. 739. 15 . 2002'de Gujarat'daki o korkunç olayda yaşanan vahşet dışında, büyük
ölçüde önceden tasarlanmış bu şiddet olayının gündeme getirdiği ide
olojik meselelerin (bunlara Gandi'nin bütünleştirici fikirlerinin reddi de
dahildir) aydınlatıcı bir tartışması için bak. Rafiq Zakaria, Commıınal Ra
ge in Secıılar India (Mumbai: Popular Prakashan, 2002).
16. Indian Express, 13 Ağustos 2005.
17. Thomas Friedman, The World Is Flat (New York: Farrar, Straus & Giro
ux, 2005). [Thomas Friedman, Dünya Düzdür, (Boyner Yay. İstanbul)]
Ne ki, Hindistan'ın özellikle Keşmir karnesi hiç de o kadar iyi değildir.
Keşmir politikası hem dış kaynaklı terörizm istilasından hem de ülke
içindeki ayaklanmalardan zarar görmüştür.
222 Notlar
9 . BÖLÜM DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜGÜ
1. Ayrıca bak. Khan'ın etkileyici ve iç karartacak kadar aydınlatıcı kitabı: Shaharyar M. Khan, The Shallow Graves of Ruanda, Mary Robinson'un
önsözüyle (New York: I. B. Tauris, 2000).
2. bak. Will Kymlicka, Contemporary Political Philosophy: An Introduction
(Oxford: Clarendon Press, 1990).
3. bak. "The Real News from Iraq," Sunday Telegraph, 28 Ağustos 2005, s.
24. 4. Derek Walcott, "Names", Collected Poems: 1948-1984 içinde (New York:
Farrar, Straus & Giroux, 1986).