www.altinicizdiklerim.com Sayfa 1 A A n n t t i i - - k k a a n n s s e e r r yeni bir yaşam tarzı David Servan-Schreiber Özgün Adı: Anticancer: A New Life Style Varlık Yayınları, 1. Basım – 2008 328 Sayfa ARKA KAPAK “Hepimizin içinde atıl kanser hücreleri var ve her birimiz onlarla savaşabilecek bir bedene sahibiz.” Dr. David Servan-Schreiber, sinirbilim dalında yaptığı öncü çalışmalarla daha otuz yaşında ünlü olmuştur. Derken beyin kanseri olduğunu öğrenir ve hayatı değişir. Alternatif tıp araştırmalarına başlar ve psikiyatri bölümünde öğretim üyesi olduğu Pittsburgh Üniversitesi’nde Entegre Tıp Merkezi’ni kurar. Bu kitap, onun hem doktor hem de kanser hastası olarak yaşadığı deneyimlerin bir ürünü. Kendi öyküsünü ve karşılaştığı vakaları anlattığı bölümlerin yanı sıra, kansere ve kanser mekanizmalarına tamamen bili msel ve tıbbi açıdan odaklanan bölümler de içeriyor. Özellikle beden - kanser ilişkisini; çevre kirliliğinin yarattığı zararlardan kaçınmak, kanserin yayılmasına yol açan yeni kan damarlarının oluşumunu durdurmak için alınacak önlemleri ve beslenme, duygusal yaşam, fiziksel etkinlik gibi faktörlerin, bedenin kendini hastalığa karşı savunmasında hayati bir rol oynayan bağışıklık sistemi üzerindeki etkilerini açıklıyor. Servan- Schreiber geleneksel tıbbın ameliyat, radyoterapi, kemoterapi gibi yöntemlerini göz ardı etmiyor, ancak bunların yanı sıra, kanseri kontrol altında tutmak için doğal savunma mekanizmalarını harekete geçirmenin —ve daha önemlisi— kanserden topyekun kaçınmanın yollarını gösteriyor. “Bilimsel tıbbın tek sorunu yeterince bilimsel olmaması, diye düşünmüşümdür hep. Modern tıp ancak, doktorlar ve hastaları doğanın şifa gücü aracılığıyla işleyen bedenle zihnin kuvvetlerinden yararlanmayı öğrendikleri zaman gerçekten bilimsel o lacaktır.” Prof. Ren Dubos, Rockefeller Üniversitesi, New York, ABD İlk antibiyotiğin kaşifi, 1939 - İlk Birleşmiş Milletler Yeryüzü Zirvesi’ni başlatan kişi, 1972 GİRİŞ Bedenimin kanserden korunmasına nasıl yardım edebileceğimi anlayabilmek için aylarca araştırma yapmak zorunda kaldım. Öğrendiğim şey şuydu: Hepimizin içinde atıl kanser hücreleri var ve her birimiz tümörlerin oluşumuyla savaşabilecek bir bedene sahibiz. Doğal savunma mekanizmalarımızı kullanmak hepimize düşen bir iş. Diğer kültürler bunu bizimkinden çok daha iyi yapıyorlar. Batı’nın başına bela olan kanserler —örneğin meme, kolon ve prostat kanseri— Asya’da 7 ila 60 kat daha az görülmekte. Bununla birlikte, istatistiklere göre kanser dışındaki hastalıklar yüzünden elli yaşına varmadan ölen Asyalıların prostatında da Batılılardaki kadar kanser öncesi mikro -tümörler bulunuyor.Onların yaşam tarzının bir yönü, bu tümörlerin gelişmesini engelliyor. Öte yandan, Batı’ya yerleşmiş olan Japonlarda kanser oranı, bir - iki kuşak içerisinde bizimkine yetişiyor. Bizim yaşam tarzımızın bir yönü, bu hastalığa karşı savunmamızı zayıflatıyor.
27
Embed
AAnnttii--kkaannsseerr · Sayfa 2 Hepimiz kanserle savaúma yetimize zarar veren söylencelerle yaúıyoruz. Örneğin birçoğumuz, kanserin öncelikle yaúam tarzımızla değil
This document is posted to help you gain knowledge. Please leave a comment to let me know what you think about it! Share it to your friends and learn new things together.
Bu familyanın (soğangiller) sülfür bileşikleri, çok fazla kızartılmış etlerde ve tütünün tutuşması
sırasında oluşan nitrosaminlerin ve n-nitroso bileşiklerin kanserojen etkilerini azaltır. Kolon, meme,
akciğer ve prostat kanserinde, ayrıca lösemide apoptosisi (hücre ölümü) teşvik eder.
Epidemiyoloji araştırmaları, en çok sarımsak tüketen insanlarda daha az böbrek ve prostat kanseri
görüldüğüne işaret etmektedir.
Dahası, tüm soğangiller kan şekeri düzeylerinin denetlenmesine yardım eder; bu da insülin ve IGF
salgısını, dolayısıyla kanserli hücrelerin gelişmesini azaltır.
Kullanım tavsiyesi: Rendelenmiş sarımsak ve soğan biraz zeytinyağında hafifçe kızartılıp, buharda
pişmiş ya da tavada kızartılmış sebzelerle karıştırılarak içine köri ya da zerdeçal eklenebilir. Salataya
karıştırılarak ya da çok tahıllı ekmek ve organik tereyağı (ya da zeytinyağı) ile yapılan bir sandviçte
çiğ olarak da tüketilebilir.
Karoten Bakımından Zengin Sebze ve Meyveler
Havuç, yerelması, tatlı patates, kabak, balkabağı, domates, hurma, kayısı, pancar ve tüm parlak renkli
—turuncu, kırmızı, sarı, yeşil— meyve ve sebzeler. İçerdikleri A vitamini ve likopenin, bazıları (beyin
gliyomaları gibi) özellikle saldırgan olan birkaç türde kanserli hücrenin gelişmesine ket vurma
kapasitesi kanıtlanmıştır.
Lutein, likopen, fıtoen ve kantaksantin, bağışıklık hücrelerinin çoğalmalarını teşvik eder ve tümör
hücrelerine saldırma kapasitelerini artırır. Doğal katil hücreleri daha saldırgan hale getirir.
Domates ve Domates Sosu
Domatesteki likopenin, haftada en az iki öğün domates sosu tüketen prostat kanserli erkeklerde yaşam
süresini uzattığı gösterilmiştir. Dikkat: İçerdikleri likopenin serbest kalması için domatesler pişirilmelidir. Ayrıca, zeytinyağı domatesin daha iyi özümlenmesini sağlar.
Bunlar kanserli hücrelerde apoptosisi teşvik eder ve komşu dokuları kuşatmak için ihtiyaç duydukları
enzimleri bloke ederek yayılmalarını azaltırlar. Biberiyedeki karnosol de güçlü bir antioksidan ve anti-
enflamatuardır. Bazı kemoterapilerin etkililiğini artırma kapasitesi kanıtlanmıştır.
Maydanoz ve kereviz, apigenin içerir; bu, apoptosisi teşvik eden ve Gleevec adlı ilacınkine benzer bir
mekanizmadan yararlanarak anjiyogenesisi bloke eden bir anti-enflamatuardır.
Omega-3’ler
Yağlı balıklarda (ya da kaliteli saf balık yağlarında) bulunan uzun zincirli omega-3’ler iltihabı azaltır.
www.altinicizdiklerim.com Sayfa 21
Hücre kültürlerinde, çok çeşitli tümörlerde (akciğer, meme, kolon, prostat, böbrek, vb.) kanserli
hücrelerin büyümesini geciktirir. Tümörlerin metastaz şeklinde yayılmasını azaltmaya da yarar.
İnsanlar üzerinde yapılan pek çok araştırma, en az haftada iki kez balık yiyenlerde birkaç kanser
riskinin çok daha düşük olduğunu göstermektedir. Dikkat: balık ne kadar büyükse (örneğin orkinos, ama özellikle köpekbalığı ve kılıçbalığı), besin zincirinde o kadar yukarıdadır ve okyanus dibinde bol miktarda bulunan cıva, PCB’ler ve diyoksinle o kadar kirlenmiştir. En iyi yağlı balık kaynakları istavrit ve sardalye (omega-6 bakımından çok zengin olan ayçiçeği yağında değil
de zeytinyağında muhafaza edilmesi koşuluyla, konserve sardalye dahil) gibi küçük balıklardır. Somon da iyi bir omega-3 kaynağıdır ve kirlenme düzeyi hala kabul edilebilir. Dondurulmuş balıklar muhafaza süresi içinde yavaş yavaş içerdikleri omega-3’leri kaybederler.
Keten tohumu, kısa zincirli bitkisel omega-3 ve lignan bakımından zengindir. Bu fitoöstrojenler,
kanserin gelişmesini teşvik eden hormonların zararlı etkisini azaltır. Düzenli keten tohumu
kullanımının prostat tümörlerinin büyümesini kayda değer biçimde yavaşlattığı bulgulanmıştır.
Probiyotikler
Bağırsaklar normalde, sindirime yardımcı olan ve düzenli bağırsak hareketlerini kolaylaştıran “dost”
bakteriler içerir. Bunlar bağışıklık sisteminde önemli bir dengeleyici rol de oynarlar. Bu bakterilerin en
yaygın olanları laktobasillus asidofilus ile laktobasillus bifıdustur.
Bu probiyotiklerin kolon kanseri hücrelerinin büyümesine ket vurduğu kanıtlanmıştır. Bağırsak
hareketlerini kolaylaştırmadaki etkileri, bağırsakların yiyeceklerdeki kanserojen maddelere maruz
kalma süresini azaltarak kolon kanseri riskini de düşürür. Böylelikle probiyotikler toksinlerden
arınmada da bir rol oynarlar.
Organik yoğurtlar ve kefir, probiyotik kaynaklarıdır. Soya yoğurdu genellikle probiyotiklerle
zenginleştirilmiştir. Bu değerli bakteriler lahana turşusu ve kimçide de bulunur.
Son olarak, kimi yiyecekler probiyotiktir, yani probiyotik bakterilerin çoğalmasını teşvik eden früktoz
polimerleri içerirler. Örneğin sarımsak, soğan, domates, kuşkonmaz, muz ve buğday gibi.
Kırmızı Meyveler Çilek, ahududu, böğürtlen, yabanmersini ve yaban üzümü, ellajik asit ve çok sayıda polifenol içerir.
Bunlar kanserojen maddeleri yok edici mekanizmaları uyarır ve anjiyogenesise ket vurur.
Antosiyanidinler ve proantosiyanidinler de kanserli hücrelerde apoptosisi kolaylaştırır.
Kırmızı meyveler, meyve salatalarına ya da ara öğün yiyeceklerine kan şekerini yükseltmeden taze,
tatlı bir tat verir. Kırmızı meyvelerin dondurulması anti kanser moleküllere zarar vermediğinden, kışın
taze yerine donmuşları tüketilebilir.
Turunçgiller Portakal, mandalina, limon ve greyfurt, anti-enflamatuar flavonoidler içerir. Kanserojen maddelerin
karaciğer tarafından arındırılmasını da teşvik eder. Mandalina kabuğundaki flavonoidlerin
—tanjeritin ve nobiletin— beyin kanseri hücrelerine girdiği, apostosis yoluyla ölümlerini
kolaylaştırdığı ve komşu dokuları istila etme potansiyellerini azalttığı gösterilmiştir. (Kabuğunu
kullanacaksanız, mutlaka organik mandalinaları tercih edin.)
Nar Suyu
Narsuyu Fars tıbbında binlerce yıldır kullanılmaktadır. Antienflamatuar ve antioksidan özellikleri gibi,
(diğerleri arasında), en şiddetli biçimlerinde bile prostat kanserinin gelişmesini epeyce azaltma
www.altinicizdiklerim.com Sayfa 22
kapasitesi de doğrulanmıştır. İnsanlarda, nar suyunun her gün tüketilmesi yerleşmiş bir prostat
kanserinin yayılmasını % 67 oranında yavaşlatır.
Kırmızı Şarap
Kırmızı şarap, şu ünlü resveratrol da dahil olmak üzere pek çok polifenol içerir. Bu polifenoller
mayalanma yoluyla dışarı çıkar; dolayısıyla şaraptaki konsantrasyonları üzüm suyuna göre çok daha
fazladır. Üzümün kabuğu ile çekirdeklerinden elde edildiği için, beyaz şarapta daha az polifenol
bulunur. Şarabı muhafaza etmek için kullanılan yöntemler onu oksijenden korur; bu da resveratrolün,
polifenollerinin çoğunu kaybetmiş olan yaş ya da kuru üzümde olduğu gibi hızlı oksidasyona maruz
kalmaması anlamına gelir.
Resveratrol, sağlıklı hücreleri yaşlanmaya karşı koruduğu bilinen (sirtuin adlı) genler üzerinde
etkilidir. NF-KappaB’nin etkisini engelleyerek kanserin üç aşamalı gelişimini —başlangıç, gelişme,
yayılma— de yavaşlatabilir.
Kullanım tavsiyesi: Bu sonuçlar günde bir kadeh kırmızı şarap tüketiminden sonra elde edilenlere
benzer konsantrasyonlarda gözlenmiştir (kanserde artışa neden olabileceğinden, günde bir kadehten
fazlası tavsiye edilmez). İklimin nemli olduğu Burgonya bölgesinin şarabı (Pinot Noir), resveratrol
bakımından özellikle zengindir.
Bitter Çikolata
Bitter çikolata (%70’in üzerinde kakao) belli sayıda antioksidan, proantosiyanidin ve pek çok polifenol
içerir (bir parça çikolatada, bir kadeh kırmızı şaraptakinden iki kat fazla ve bir fincan gereğince
demlenmiş yeşil çaydaki kadar polifenol bulunur). Bu moleküller kanserli hücrelerin büyümesini
yavaşlatır ve anjiyogenesisi sınırlar.
Günde 20 gramlık tüketim (bir tabletin beşte biri), kabul edilebilir miktarda kalori verir. Sağladığı
doyum çoğunlukla bir şekerleme ya da tatlıya göre daha fazladır ve iştahı kesmekte daha etkilidir.
Glisemik endeksi (kan şekeri düzeyini yükseltip zararlı insülin ve IGF zirvelerine yol açma kapasitesi)
hafif, beyaz ekmeğe göre çok daha düşüktür. Dikkat: Çikolatanın sütle karıştırılması kakao moleküllerinin yararlı etkilerini yok eder. Sütlü çikolatadan kaçının. Kullanım tavsiyesi: Yemekten sonra (yeşil çayla birlikte) birkaç parça bitter çikolata.
Anti-kanser Zihin
Zihin-Beden Bağlantısı
Araştırmalara göre, meme kanseri teşhisi konan kadınların büyük bir bölümü, bu hastalığın —kürtaj,
boşanma, çocukların hastalanması ya da çok bağlı oldukları bir işi kaybetme gibi— büyük bir stres
sonucu ortaya çıktığı kanısındadır. Doktorlar da uzun süredir psikolojik stresi kanserle
ilişkilendiriyorlar. İki bin yıl önce Romalı hekim Galien, depresif insanların bu hastalığı geliştirmeye
özellikle eğilimli olduklarını gözlemlemiştir.
Hücre bozukluğu şeklindeki kanser “tohumu”nun saptanabilir bir kanserli tümöre dönüşmesi genellikle
10 ila 40 yıl arası bir zaman alır. Sağlıklı bir hücrede bu tohum, ya anormal genler yüzünden, ya da
daha yaygın olarak radyasyona, çevredeki toksinlere veya sigara dumanındaki bonzo(a)piren gibi diğer
kanserojen maddelere maruz kalındığı için oluşur. Bu kanser tohumunu kendi başına yaratabilecek
herhangi bir psikolojik etken şimdiye kadar tespit edilmemiştir.
Bununla birlikte, psikolojik stres bu tohumun geliştiği toprağı derinlemesine etkiler. Tanıdığım
hastaların çoğu, Bernard gibi kanser teşhisi öncesindeki aylar ya da yıllarda özellikle stresli bir dönem
www.altinicizdiklerim.com Sayfa 23
geçirdiklerini hatırlıyorlar. Stres genellikle korkunç bir çaresizlik duygusu yaratan sıkıntılardan
kaynaklanır. Birçoğumuz çözümsüz görünen kronik bir anlaşmazlıkla ya da boğucu zorunluluklarla
karşı karşıya kalmışızdır. Bu durumlar kanseri başlatmaz, ama 2006’da Nature’da yayımlanan bir
makalede gözlemlendiği gibi, bugün artık bunların tümöre daha hızlı gelişme olanağı sağladığını
biliyoruz. Kansere katkıda bulunan etkenler öyle çok ve birbirinden öyle farklıdır ki, kimse bu hastalık
için kendini suçlamamalıdır. Yine de, kanser teşhisi konmuş bir kişi, farklı bir yaşam sürmeyi
öğrenerek tedavisine katkıda bulunabilir. Benim yapmak zorunda kaldığım şey de buydu.
Psiko-Nöro-İmmünolojinin “Hareketli Beyni”
Bugün stresin kanserin gelişmesi üzerindeki etkilerini çok daha iyi anlıyoruz. Stresin vücuttaki
enflamatuar tepki gibi “acil durum” sistemlerini harekete geçiren hormonların salgılanmasına yol
açarak, tümörlerin gelişmesini ve yayılmasını kolaylaştırdığı artık biliniyor. Stres aynı zamanda
sindirim, doku onarımı ve bağışıklık sistemi gibi “beklemeye alınabilecek” bütün o işlevleri de
yavaşlatıyor.
Nörolojik ve bilinçdışı stres reflekslerini harekete geçiren bu kimyasal maddeler, bağışıklık hücreleri
üzerinde de etkili olur. Akyuvarların yüzeylerinde stres hormonlarının varlığını saptayan ve kan
dolaşımında bu hormon düzeylerinin dalgalanmasına göre tepki veren reseptörler vardır. Bu hücrelerin
bazıları, enflamatuar sitokin ve kemokinleri serbest bırakarak tepki verir. Doğal katil hücreler
noradrenalin ve kortizol tarafından bloke edilir ve virüslere ya da anormal öncül kanser hücrelerine
saldırmak yerine edilgen bir biçimde kan damarlarının çeperlerine yapışık kalırlar.
Bağışıklık Hücreleri ve Yaşama İsteği Dr. Herberman ayrıca, Washington dolaylarında Candace Pert’in Ulusal Kanser Merkezi’ndeki
laboratuarına yakın olan kendi laboratuarında, kanserle psikolojik olarak daha iyi yüzleşebilen meme
kanserli kadınlarda aktif doğal katil hücrelerin, depresyona girip çaresizliğe kapılanlara kıyasla sayıca
daha fazla olduğunu ortaya koydu. 2005’te, Iowa Üniversitesi’nden Dr. Susan Lutgendorf, bu
sonuçları yumurtalık kanseri olan kadınlarda da doğruladı. Sevildiğini ve destek gördüğünü hisseden
ve moralini yüksek tutan kadınlarda doğal katil hücrelerin sayısı, kendini yalnız, terk edilmiş ve
duygusal bakımdan perişan hissedenlere kıyasla daha fazlaydı.
Her şey, bağışıklık sisteminin akyuvarlarının —doğal katil hücreler, T ve B lenfositler— çaresizlik
duygusuna, yani hastalığı yenmek için hiçbir şey yapılamayacağı kanısına ve ardından yaşama
arzusunun yitirilmesine karşı özellikle duyarlı olduklarını işaret ediyor. … Fare —ya da kişi— hayatın
artık yaşanmaya değmeyeceği duygusuyla teslim olduğunda, bağışıklık sistemi de silahlarını bırakır.
Candace Pert’in tanımladığı gibi, bunlar gerçekten de aynı “beyin”in iki özelliğidir.
Buna karşılık yaşama isteğine yeniden kavuşmak, çoğu kez hastalığın gidişatında kesin bir dönüm
noktasının habercisidir.
Geçmişten Gelen Yaraları İyileştirmek
Bir inceleme, bu tür duygusal ve psikolojik zorluklarla boğuşan kadınlarda meme kanseri riskinin
dokuz kat fazla olabileceğini göstermiştir. Bu nedenle, kanserden kaçınmaya gayret ederken çaresizlik
psikolojisiyle savaşmak elzemdir.
Çaresizlik Duygusu Travmatiktir “Travma”, hastanın beyninde acı ve derin bir iz bırakan bir şok (ya da bir dizi şok) için kullanılan
terimdir. Hayatın normal gidişatı içinde yaşanan küçük zorluklar ya da başarısızlıklar, kişiyi birkaç
www.altinicizdiklerim.com Sayfa 24
gün rahatsız edebilir, ama beyin “şifa” yetisine sahiptir. Tıpkı küçük bir yaranın iz bile bırakmadan
kapanması gibi, beyin de duygusal yaraları iyileştirecek doğal bir mekanizmaya sahiptir. Bu yaralar
kalıcı bir iz bırakmaz ve genellikle hem olgunlaşmaya hem de kişisel gelişime saik oluştururlar.
Duygusal yara içimizdeki derin yaşamsal süreçleri de etkiler. Tıpkı derideki bir kesiğin onarım
mekanizmalarını harekete geçirmesi gibi, psikolojik bir yara da stres tepkisi mekanizmalarını devreye
sokar: kortizol, adrenalin ve enflamatuar faktörler salgılanır ve bağışıklık sisteminde bir yavaşlama
olur. Nature Cancer Reviews ve Lancet dergilerinde yayımlanan makalelerde gösterildiği gibi, bu
psikolojik stres mekanizmaları kanserin gelişip yayılmasına katkıda bulunabilir.
Ne var ki, iyileşmemiş travmalar kişiyi asılsız bir güçsüzlük duygusuna geri götürür. Geçmişte belki de
gerçek olan bu güçsüzlük, şimdiki zamanın gerçek bir yansıması değildir. Hastanın bu
yanılsamayı fark etmesini sağlamak, terapinin anahtarıdır.
(**) EMDR’nin etkililiği, bu satırları yazdığım sırada, on sekiz kontrollü çalışma ve altı meta-analiz
tarafından büyük ölçüde onaylanmıştır. Öte yandan, dikkatin göz hareketleriyle (ya da EMDR’de
kullanılan başka tekniklerle) uyarılması yoluyla travmatik anıların hızla iyileşmesini sağlayan
mekanizma henüz tam olarak açıklığa kavuşturulmamış olsa da, birçok hipotez sinirbilim
araştırmalarında etkin biçimde irdelenmektedir.
Yaşam Gücüyle Yeniden Bağlantı Kurmak
Stresten ne pahasına olursa olsun kaçınmak imkansızdır. Ama yapılabilecek şey, gerginlikleri düzenli
olarak boşaltmaktır. Deneyimler sayesinde, stresin üzerimizden —su gibi— akıp gitmesine izin
vermeyi öğrenebiliriz.
Eski Çincede “düşünce” sözcüğü için kullanılan imge iki karakterden oluşur: “beyin” ve “kalp”. Eski
Çin felsefesi zihinsel faaliyeti akılla duygunun kaynaşması olarak görürdü. Modern tıp bilimi bunun
yalnızca şiir değil, bedenin işleyişine dair derin ve yararlanılabilir bir sezgi olduğunu kanıtladı.
Bedenin Bütün Beyinleri
Aslında kalp, bir tür küçük, yarı-özerk beyin oluşturan 40.000 1 sinir hücresiyle donatılmıştır. Bu sinir
hücreleri sayesinde kalp, kafatasının içinde barınan esas beyinle sıkı bir ilişki halindedir. Bazı
kardiyologlar ve sinirbilimciler bütünleşmiş bir “kalp-beyin sistemi”nden bahsederler.
Sonuç olarak, kişinin bütün dürtüleri, arzuları, kararları, kendine özgü bir biçimde çevresindeki yaşamı
sürdürmeye çalışan bu moleküllerin işleyişinin dış tezahüründen ibarettir ve bunlar da söz konusu
işleyişi etkiler. “Sağlık” ise, bütün bu alışverişler arasındaki dengenin bir sonucudur. Uyumlu bir genel
titreşim; belirli bir organ içinde yer almayan, ama bütün bu etkileşimlerden ortaya çıkan bir “ruh”tur.
Şimdiki Zamanda Kendine Odaklanmak
Üçgenin ortaya çıkmasına yardım eden dengeyi korumanın yollarını herkes öğrenebilir. Son beş bin
yıldır, Doğu’nun —yoga, meditasyon, tai çi, ya da çikung gibi— tüm büyük tıbbi ve ruhsal
gelenekleri, her bireyin kendi iç varlığının ve bedensel işlevlerinin dizginlerini ele geçirebileceğini
öğretiyor. Bu, sadece zihni yoğunlaştırarak ve soluğuna odaklanarak başarılabilir. Bugün pek çok
inceleme sayesinde biliyoruz ki, bu hakimiyet stresin etkisini azaltmanın en iyi yollarından biridir.
Ayrıca kişinin fizyolojisinde uyumu yeniden oluşturmanın ve sonuç olarak, bedenin doğal savunmasını
kamçılamanın da en iyi yollarından biridir.
Fizyolojiye hakim olma sürecinde ilk adım, dikkatini toplayıp içeri çevirmeyi öğrenmekten ibarettir.
www.altinicizdiklerim.com Sayfa 25
Joel ve “Maymun Zihni” Gerçekte neredeydi acaba, görüldüğü kadarıyla ne işyerinde ne de evdeydi. Dikkatini ne konuştuğu
veya yazıştığı kişilere, ne de oğluna verebiliyordu. Dolayısıyla, bu uçucu etkinlik deneyimi içi boş bir
“tampon bölge”de yaşamaya benziyor olmalıydı. Doğu geleneklerinde buna “maymun zihni” denir. Bu
haldeyken, kişinin düşünceleri, kafesinin içinde sağa sola sıçrayan tedirgin maymunlar gibi, her yöne
gider.
Pozitif dikkat, dokunduğu her şeye iyi gelen bir kuvvettir. Çocuklar, köpekler, kediler, çoğunlukla
bunu bizden daha iyi bilirler. Belli bir amaç gütmeden, yaptıkları bir resmi, buldukları bir kemiği ya da
bahçede yakaladıkları bir fareyi bize göstermek için yanımıza gelirler.
Kabat-Zinn, kişinin her gün kendi başına zaman geçirmesinin “radikal bir sevgi edimi” olduğunu
ısrarla belirtiyor. Tek başına gerçekleştirilecek bir arınma ritüelini her zaman tavsiye eden büyük
şaman geleneğinde olduğu gibi, bu düşünce dolu yalnızlık, bedenin içindeki şifa güçlerini uyumlu hale
getirmenin temel koşuludur.
Soluk: Biyolojinin Kapısı
Yoga, meditasyon, çikung ve modern Batı yöntemlerinde, kişinin benliğine açılan kapı solumadır.
Sırtınız dik olarak, Tibetli üstat Sogyal Rinpoch’nin “vakur” duruş dediği konumda rahatça oturarak
başlayın. Bu konum, burun deliklerinden boğaza, oradan bronşlara, son olarak —geri dönmeden
önce— akciğerlerin dibine inen hava akışına tam bir hareket özgürlüğü verir. Yoğun bir dikkatle,
yavaşça iki derin nefes alarak gevşemeyi başlatın. Bir rahatlama, hafiflik ve esenlik duygusu
göğsünüze ve omuzlarınıza yerleşecek. Bu egzersizi tekrarladıkça, soluğunuzun dikkatiniz tarafından
yönlendirilmesine izin vermeyi öğreneceksiniz. Gevşerken, zihninizin altından geçen dalgalarla alçalıp
yükselerek su üstünde yüzen bir yaprak gibi olduğunu hissedebilirsiniz. Dikkatiniz her soluk alışınıza
ve verilen uzun soluğun bedenden nazikçe, yavaşça, zarifçe ayrılışına sonuna kadar eşlik eder, ta ki
ince, zor algılanabilir bir soluktan başka bir şey kalmayana dek. Sonra bir duraklama olur. Bu
duraklamada gitgide daha derinlere dalmayı öğrenirsiniz. Bedeninizle en mahrem teması çoğunlukla
orada kısa bir süre kaldığınızda hissedersiniz. Alıştırma yaptıkça, kalbinizin yıllardır bıkıp usanmadan
yaptığı gibi çarparak yaşamı sürdürdüğünü hissedebilirsiniz. Sonra da duraklamanın bitiminde, küçük
bir kıvılcımın kendi başına parlayarak yeni bir soluma döngüsünü başlattığını fark edersiniz. Daima
içinizde olan ve bu dikkat ve gevşeme süreci sayesinde belki de ilk kez keşfettiğiniz yaşam
kıvılcımının ta kendisidir bu.
Soluma, hem bilinçli zihne kıyasla tamamen özerk olan (sindirim ya da kalp atışları gibi, soluma da biz
onu düşünmesek bile süregelir), hem de irade tarafından kolayca denetlenebilen yegane vücut içi
işlevdir. Beynin tabanında yer alan solunum kontrol merkezi, duygusal beyin ile bedendeki bağışıklık
sistemini de içeren organlar arasında sürekli değiş tokuş edilen tüm moleküllere duyarlıdır. Solumaya
dikkat etmek insanları bedenlerindeki yaşamsal süreçlerin nabzına yakınlaştırır ve bilinçli düşünceye
bağlar. Neyse ki, bütün bunların gerçekleştiğini görmek ve yararlanmak için “inanmak” şart değildir.
Yoga ve meditasyon gibi egzersizlerle bedende olup bitenler arasındaki ilişkiyi ölçmenin tamamen
nesnel bir yolu vardır.
Mantra ve Tesbih Duası
2006’da, Ohio Üniversitesi ile ABD’deki Ulusal Sağlık Enstitü’nden Julian Thayer ve Esther
Sternberg adlı araştırmacılar, Annals of the New York Academy of Sciences’ta biyolojik ritimlerin
dalga büyüklüğü ve değişkenliği konusundaki tüm çalışmalarla ilgili bir inceleme yayımladılar.
Vardıkları sonuca göre, değişkenliği çoğaltan her şey sağlık açısından pek çok yararla ilişkilidir.
Özellikle de şunlarla:
www.altinicizdiklerim.com Sayfa 26
—bağışıklık sisteminin daha iyi işlemesi
—iltihabın azalması
—kan şekeri düzeylerinin daha iyi denetlenmesi
Bunlar, kanserin gelişmesini engelleyen üç temel faktördür.
Tüm Meditasyonlar Birleşiyor
En eski içsel farkındalık öğretisi yogadır. Sanskritçede “yoga”, birlik ve iç huzuru uğruna bedenle
zihni birleştirme amaçlı bir çalışmalar kümesi —her kişide doğuştan var olan “üst varlık”a giden,
yol— demektir. Bu gelenek, tek bir yol olmadığı ilkesini öne çıkarır. Aksine, her kültür ve her birey
kendine en iyi uyan yolu bulmalıdır. Bu alıştırmaların merkezindeki ortak nokta, dikkati geçici olarak
dış dünyadan koparıp seçilmiş meditasyon konusuna yeniden odaklanmaktır.
Anahtar unsur, dikkatin kontrolüdür. Dikkatin titizce denetlenmesi sayesinde, bu yolların her biri
bedenin biyolojik ritimlerinin entegrasyonunu ve uyumlu işleyişini destekleyen aynı iç tutarlılık haline
girme olanağını sunar.
İşin püf noktası ne belirli bir tekniktir, ne de belirli bir uygulama biçimi. Kanseri iyileştirebilecek bir
sır, büyülü bir parola yoktur. Tantrik yogada bedenin tüm enerjisini tam olarak hizaya getirebilecek bir
pozisyon bulunmamaktadır. Bedenin kuvvetlerini seferber etmek için elzem görünen şey, içimizde
sürekli titreşen yaşam gücüyle temasımızı her gün —içtenlikle, cömertçe ve sükunetle— yenilemek ve
onu saygıyla selamlamaktır.
Korkuyu Etkisiz Hale Getirmek
Kanserle savaşmayı öğrenmek, içimizdeki yaşamı beslemeyi öğrenmek demektir. Ama bunun ille de
ölüme karşı bir savaş olması gerekmez. Bu öğrenimi başarmak; hayatın özüne dokunmak, onu daha da
güzelleştiren bir tamama ermişlik ve huzur bulmaktır.
Yaşamak
Bugün “kanser” sözcüğü ölümle eşanlamlı değil artık. Ama gölgesini çağrıştırıyor. Benim için olduğu
gibi, birçok başka hasta için de bu gölge hayatımızı ve hayatta ne yapmak istediğimizi, düşünme
fırsatıdır. Ölüm günümüzde geriye haysiyetle, dürüstçe bakabileceğimiz şekilde yaşamaya başlama
fırsatıdır. O gün huzur içinde veda edebileceğimiz şekilde... Bu gerçekçi tutuma, kansere
yakalandıktan sonra kendilerine verilen istatistiklerin çok ötesinde hayatta kalmış olan hemen herkeste
rastladım: “Evet, öngörülenden önce ölebilirim. Ama daha uzun yaşamam da mümkün. Ne
olursa olsun, bundan böyle hayatımı olabildiğince iyi yaşayacağım. Olacaklara hazırlanmanın en iyi
yolu bu.”
Anti-kanser Beden
Birkaç çok basit sır, bedenimizle bu yeni ilişkiye geçişi kolaylaştıracaktır.
Düzenli olarak ve her yerde egzersiz yapın. İlk adım, çok fazla egzersize ihtiyacımız olmadığını kabul
etmektir; önemli olan onu alışkanlık haline getirmektir. Meme kanseri araştırmaları, haftada iki ila beş
saat normal hızda bir yürüyüşün nüksetmeyi önlemekte güçlü bir etkisi olduğunu gösteriyor.
Kolay faaliyetleri deneyin. Yoga ya da tai çi gibi bedeni yavaşça uyaran egzersizler, durumları ne
olursa olsun neredeyse tüm kanser hastaları tarafından yapılabilir. Daha zorlayıcı faaliyetler kadar
www.altinicizdiklerim.com Sayfa 27
etkili olduklarını gösteren bir inceleme yoktur, ama bedenle ve onun enerjileriyle özenli bir teması
korurlar.
Sonuç
Kanser tehdidi altındaki kişilere yardım etmek, bize artık sağlığımızı destekleyecek bir çevre
sağlayamayan yaralı gezegenimizi kurtarmak için hangi esasları aklımızda tutmalıyız? Bu kitapta
sunduğum ve kendimi korumak için her gün kullandığım fikirler, üç noktada özetlenebilir:
— içimizdeki “arazi”nin önemi
— bilincin etkileri
— doğal güçlerin sinerjisi
İçimizdeki “Arazi”nin Önemi
Tibetli meslektaşlarım, belirli bir hastalığı belirli bir müdahale ya da ilaçla tedavi eden Batı tıbbının bir
kriz durumunda son derece etkili olduğunu gönülden kabul ediyorlar. Apandisit için ameliyat, verem
için penisilin, akut alerjik reaksiyon için epinefrin sayesinde, bu tıp her gün pek çok hayat kurtarıyor.
Ama kronik bir hastalıkla uğraşırken de sınırlarını hemen belli ediyor.
Kanserin gelişme mekanizmalarına ilişkin son keşifler de bizi benzer bir sonuca götürmektedir. Kanser
tam anlamıyla kronik bir hastalıktır. Tüm çabalarımızı tümörlerin taranıp tedavi edilmesine
odaklayarak kanseri yok etmemiz pek olası değildir. Burada da “arazi”yle ilgilenmemiz gerekir. Dünya
Kanser Araştırmaları Fonu’nun 2007 raporunda vurgulandığı gibi, bedenin savunma mekanizmalarını
güçlendiren yaklaşımlar, aynı zamanda önleyici ve tedavi edici temel katkılardır. Doğal süreçlere
dayandıkları için, önlem ile tedavi arasındaki sınırı yok ederler. Bir yandan hepimizin içinde taşıdığı
mikro tümörlerin gelişmesini engellerler (önlem); diğer yandan ameliyat, kemoterapi ya da