6 DEPREMİN SOSYOLOJİK İNCELENMESİ: 2011 VAN DEPREMİ Z. Yonca Odabaş * Sosyal bilimler ile doğa bilimlerinin kesişim noktalarından birisi olan afet olgusu, bahsi geçen çalışma alanlarının ilgisini özellikle son on yıllarda daha fazla çekmeye başlamıştır. Böylesine yönelimin arkasındaki temel nedenlerden bir tanesi afetlerin niceliksel olarak yirminci yüzyılın birinci yarısı ile kıyaslandığında artış göstermesi sayılabilir. Bu artışın oluşumunda ise karmaşık ilişkiler ağı bulunmaktadır. Çoklu unsurların farklı kombinasyonlarla birbirlerini, karşılıklı olarak etkilemeleri, karmaşık ilişki ağlarının temel mantığını ifade etmektedir. Böylesine iç içe girmişlik, afet olgusunun çoklu disipliner bir çalışma alanı olarak ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu çoklu disipliner özellik ise başta da belirtildiği gibi modernitenin mantığını içselleştirilmiş ve onun somut örneği olan olan sosyal ve doğal bilim ayrımının yavaş yavaş belirsiz hal alması ile eş zamanlılık göstermektedir. Farklı bir ifade ile afetlerin tanımlanmasında kullanılan tek nedenli ve doğrusal bir çizgiye odaklanan bakış açısı son on yıllarda yerini çok nedenli ve döngüsel bir anlayışa bırakmış bulunmaktadır. Böylesine bir akıl yürütme biçimini önemseyen afet tanımlamaları da odak noktaları açısından farklılık göstermiş olmasına rağmen, genel olarak hemen hemen hepsinde olan ortak noktalar bulunmaktadır (Fritz,1961). Bu çalışmada da bu ortak noktalardan hareket edilerek bir afet kavramsallaştırması yapılmaya çalışılmıştır. Bunun yanı sıra son on yıllarda doğa bilimlerde ortaya çıkan ve etki alanını sosyoloji ve psikoloji dahil olmak üzere farklı sosyal ve doğa bilimlerinde de gösteren “Karmaşıklık ve Kaos Çalışmaları” perspektifi de bu araştırmanın ana bakış açısını ifade etmektedir. Belirtilen kavramsal ve teorik bakış açılarından yararlanılarak bu çalışmada, 2011 yılında Van İli’nde meydana gelen iki büyük ve yıkıcı depremin sosyal etkileri ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Risk Toplumu, Dünya Risk Toplumu ve Afet Olgusu Risk Toplumu ile ilgili tartışmalar, 1990’lı yıllardan itibaren sosyal bilimler literatüründe kendini göstermeye başlamıştır. Bu kavramın sahipleri olan Giddens ve Beck, bu kavramı tanımlama ve bu olgunun ortaya çıkma nedenlerini açıklamada ortak argümanlarda bulunmuşlardır. Her iki düşünüre göre, modern toplum ötesinde bir nitelik gösteren bu yeni olgu, Batı toplumlarının aşırı bireyselciliğe ulaşmasından dolayı ortaya çıkmaktadır. Farklı bir şekilde ifade edilecek olursa, Risk Toplumu, sosyolojinin kurucularından olan Durkheim’ın en büyük korkusu olan “anomi”nin, yani kolektif bilincin çözülmesinin, bireyselleşmenin yoğun bir şekilde yaşanmasının gerçekleşmiş halidir denilebilir. Batı toplumları buna ek olarak Horkheimer(2005)’ın ifade ettiği Çalışma, Atatürk Üniversite Bilimsel Araştırmalar Projesi kapsamında yürütülen projenin sonuç raporudur. * Doç. Dr., Çankırı Karatekin Üniversitesi Sosyoloji Bölümü, [email protected]
30
Embed
DEPREMİN SOSYOLOJİK İNCELENMESİ: 2011 VAN DEPREMİ · DEPREMİN SOSYOLOJİK İNCELENMESİ: 2011 VAN DEPREMİ Z. Yonca Odabaş* Sosyal bilimler ile doğa bilimlerinin kesişim
This document is posted to help you gain knowledge. Please leave a comment to let me know what you think about it! Share it to your friends and learn new things together.
Transcript
6
DEPREMİN SOSYOLOJİK İNCELENMESİ: 2011 VAN DEPREMİ
Z. Yonca Odabaş*
Sosyal bilimler ile doğa bilimlerinin kesişim noktalarından birisi olan afet olgusu, bahsi geçen
çalışma alanlarının ilgisini özellikle son on yıllarda daha fazla çekmeye başlamıştır. Böylesine
yönelimin arkasındaki temel nedenlerden bir tanesi afetlerin niceliksel olarak yirminci yüzyılın
birinci yarısı ile kıyaslandığında artış göstermesi sayılabilir. Bu artışın oluşumunda ise karmaşık
ilişkiler ağı bulunmaktadır. Çoklu unsurların farklı kombinasyonlarla birbirlerini, karşılıklı
olarak etkilemeleri, karmaşık ilişki ağlarının temel mantığını ifade etmektedir. Böylesine iç içe
girmişlik, afet olgusunun çoklu disipliner bir çalışma alanı olarak ortaya çıkmasına neden
olmaktadır. Bu çoklu disipliner özellik ise başta da belirtildiği gibi modernitenin mantığını
içselleştirilmiş ve onun somut örneği olan olan sosyal ve doğal bilim ayrımının yavaş yavaş
belirsiz hal alması ile eş zamanlılık göstermektedir. Farklı bir ifade ile afetlerin tanımlanmasında
kullanılan tek nedenli ve doğrusal bir çizgiye odaklanan bakış açısı son on yıllarda yerini çok
nedenli ve döngüsel bir anlayışa bırakmış bulunmaktadır.
Böylesine bir akıl yürütme biçimini önemseyen afet tanımlamaları da odak noktaları açısından
farklılık göstermiş olmasına rağmen, genel olarak hemen hemen hepsinde olan ortak noktalar
bulunmaktadır (Fritz,1961). Bu çalışmada da bu ortak noktalardan hareket edilerek bir afet
kavramsallaştırması yapılmaya çalışılmıştır. Bunun yanı sıra son on yıllarda doğa bilimlerde
ortaya çıkan ve etki alanını sosyoloji ve psikoloji dahil olmak üzere farklı sosyal ve doğa
bilimlerinde de gösteren “Karmaşıklık ve Kaos Çalışmaları” perspektifi de bu araştırmanın ana
bakış açısını ifade etmektedir. Belirtilen kavramsal ve teorik bakış açılarından yararlanılarak bu
çalışmada, 2011 yılında Van İli’nde meydana gelen iki büyük ve yıkıcı depremin sosyal etkileri
ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır.
Risk Toplumu, Dünya Risk Toplumu ve Afet Olgusu
Risk Toplumu ile ilgili tartışmalar, 1990’lı yıllardan itibaren sosyal bilimler literatüründe kendini
göstermeye başlamıştır. Bu kavramın sahipleri olan Giddens ve Beck, bu kavramı tanımlama ve
bu olgunun ortaya çıkma nedenlerini açıklamada ortak argümanlarda bulunmuşlardır. Her iki
düşünüre göre, modern toplum ötesinde bir nitelik gösteren bu yeni olgu, Batı toplumlarının
aşırı bireyselciliğe ulaşmasından dolayı ortaya çıkmaktadır. Farklı bir şekilde ifade edilecek
olursa, Risk Toplumu, sosyolojinin kurucularından olan Durkheim’ın en büyük korkusu olan
“anomi”nin, yani kolektif bilincin çözülmesinin, bireyselleşmenin yoğun bir şekilde yaşanmasının
gerçekleşmiş halidir denilebilir. Batı toplumları buna ek olarak Horkheimer(2005)’ın ifade ettiği
Çalışma, Atatürk Üniversite Bilimsel Araştırmalar Projesi kapsamında yürütülen projenin sonuç raporudur. * Doç. Dr., Çankırı Karatekin Üniversitesi Sosyoloji Bölümü, [email protected]
7
“Akıl Tutulmasını” yaşamışlar ve pozitif bilime karşı saplantılı bağlılıklarını her fırsatta (bilimde,
sanatta, gündelik yaşamda) göstermişlerdir.
Böylesine bir deneyimin yaşandığı Batı toplumu Giddens ve Beck’e göre artık “Akıl
Tutulması”nın sınırlarına gelmiş ve sorgusuz sualsiz fetişleştirdiği bilim başta olmak üzere
modern toplumun tüm değerlerine karşı kuşkucu bir gözle bakmaya başlamıştır. Özellikle
pozitif bilime ve onun pratiklerinden olan teknolojiye karşı olan aşırı sadakat, pozitif bilimin
“pozitif” yönlerinden daha ziyade “negatif” yönlerine maruz kalma nedeni ile çözülmeye
uğramıştır. Refleksif modernite ya da düşünümsel modernite denilen bu süreç ile bilim ile
toplum arasındaki ilişki yeniden düzenlenmeye çalışılmıştır.
Risk toplumunda bilim, bir boyutu ile yeni risklerin kaynağı olarak görülmeye başlanmıştır. Bu
yeni riskler, gelecek konusunda toplumlar kendilerine belirli bir yol çizmelerinde sınırlılıklara
neden olmaya başlamakta ve rasyonel toplum olan modern toplumun kesinliğinden giderek
uzaklaşılmaktadır. Olasılıkların egemen olduğu bu yeni oluşum içinde, toplumlar ve kişiler,
karanlık içinde kendilerine güvenilir yollar bulmak için farklı stratejiler geliştirmeye başlamış ve
korkularının kaynağını ortadan kaldırmaya çalışmışlardır.
Beck ( 1992, 1999), Risk Toplumu ile ilgili dile getirdiği bu argümanlarını zaman içinde daha
da geliştirmiş ve Dünya Risk Toplumu kavramsallaştırması ile Batı toplumlarında ortaya çıkan
değişim ve dönüşümleri adlandırmıştır. Bu yeni olguda, riskler ulus devlet sınırlarını aşmış ve
uluslararası bir arenada boy göstermeye başlamıştır. Özellikle, pozitif bilimin pratiği olan
teknolojik gelişmeler, bu oluşumda en önemli etken olarak görülmüş ve teknoloji aracılığı ile
ortaya çıkan yeni tür risklerden bahsedilmiştir. Nükleer santrallerden kaynaklanan sorunlar,
genetiği ile oynanmış gıdalar, biyolojik silahlar Dünya Risk Toplumu’nun temel örnekleri
arasında yer almaktadır. Bu riskler ile başa çıkmada, diğer bir deyişle mücadele etmede artık,
ulus devletlerin tek başına müdahalesi yeterli olmamakta, bu nedenle uluslararası bir girişime
ihtiyaç duyulmaktadır.
Gerek Risk Toplumu’nun gerekse Dünya Risk Toplumu’nun geleceğe yönelik belirsizliklere
odaklanan ve içerik bakımından karamsar bakış açısı, fizyolojik bir varlık olan yerkürenin sahip
olduğu potansiyel riskleri de içermektedir. Depremler, seller, fırtınalar yerkürenin fizyolojik
özelliklerinden kaynaklanabilen riskler arasında yer almaktadır. Bu riskler gelecekte insan
birlikteliklerini tüm yönleri ile tehdit etme potansiyeline sahip bulunmaktadır. Bunun yanı sıra
bu doğa olayları geçmişte de insan birlikteliklerini tüm yönleri ile tehdit etmiştir. Doğa olayların
geçmiş zamana ait olma durumu, gerek doğa bilimleri, gerekse sosyal bilimleri ilgilendiren yeni
bir kavramı karşımıza çıkarmaktadır: Afet.
Bununla birlikte, afet tanımlamalarında odak unsur sadece doğa olayları olmamış, kavramın
sınırları, Giddens (1998)’ın “dışsal risk” ile “imal edilmiş risk” arasında yaptığı ayrıma benzer
şekilde doğal afetleri ve imal edilen yani insanlar tarafından üretilen afetleri de içerecek şekilde
genişletilmiştir. Bunun yanı sıra iki kutuplu bir bakış açısının neden olduğu sorunların da
farkına varılarak, bu iki uç noktanın kesişim alanları da afet tanımlamaları içinde yerlerini
bulmuştur.
8
Afet ile risk arasındaki temel farklılık zaman boyutunda karşımıza çıkmaktadır. Doğal, insan
ürünü ya da melez nitelikli afetler, aslında geçmişte yaşanmış olaylardır. Bunların gelecekte
yaşanma olasılığı ise, afet riski kavramının içeriğini oluşturmaktadır. Bahsi geçen her iki kavram
politika alanında da yansımasını bulmakta ve düzen ve ilerleme mantığı çerçevesinde
kurgulanmış olan toplum kavramsallaştırmaları afet ve afet yönetimi anlayışını üretmektedir.
Diğer bir deyişle, gerek afet olgusu, gerekse afet riski kavramsallaştırması, insan birlikteliklerinin
“normal işleyişlerini” bozduğu için, “düzeni” kırdığı için, onunla başa çıkmak amacı ile
disiplinlerarası bir çalışma alanı olan ve afetlerin ya da afet risklerinin olumsuz etkilerinin
hazırlıksız olmaktan kaynaklanan afet iyileşmesi dikkat çeken başlıklar olmaktadır. Tehlikelere
maruz kalma durumu, insanların belirli coğrafi alanları işgal etmesi ile yakın ilişki içinde
bulunmaktadır. Dere yataklarını yerleşim alanlı olarak belirleme bu duruma örnek olarak
verilebilir. Buna ek olarak, fiziksel incinebilirlik başlığı da kendi içinde alt bileşenlere sahip
bulunmaktadır: insan incinebililiği (yaşam kaybı ve yaralanmalar), tarımsal incinebilirlik (tarım
alanlarının zarar görme potansiyeli), yapısal incinebilirlik (alt yapı hizmetleri, bina kalitesi vb.)
bu başlıklar içinde ilk sıralarda yer almaktadır. Tüm bu süreçler ise, fiziksel ve sosyal etkileri
ortaya çıkarmakta ve /veya varolan fiziksel ve sosyal koşullardan etkilenmektedir. Bahsi geçen
fiziksel etkilere ölüm, yaralanma ve taşınır taşınmaz malların zarar görmesi örnek olarak
verilebilir. Sosyal etkiler ise, psikososyal etki (olumlu ya da olumsuz yönlerde kişiler arası ilişki
biçimlerine afetlerin etkisi bu başlık altında yer almaktadır), demografik etkiler (nüfusun
nicelikse ve niteliksel olarak afet nedeni ile değişime uğraması gibi), ekonomik etkiler (iş kaybı,
kaynak kaybı vb), politik etkiler (politik sisteme güvenin azalması, politik düzenin kırılması vb.)
başlıklarını içermektedir. Burada unutulmaması gereken en önemli nokta, tüm bu fiziksel ve
sosyal etkilerin hem kendi aralarında hem de daha önce belirtilen üç etki boyutu ile karşılıklı
olarak etkileşim içinde olduğudur.
Afet öncesi
koşullar
Tehlikeye
maruz kalma
Fiziksel
incinebilirlik
Sosyal
incinebilirlik
Acil durum yönetimi müdahaleleri
Tehlike
azaltma Acil duruma hazırlıklı
olma
İyileşmeye
hazırlıklı olma
Fiziksel
etkiler
Sosyal etkiler
Tehlike olayı Hazırlıksız olmaktan
kaynaklanan afet tepkisi
Hazırlıksız olmaktan
kaynaklanan afet iyileşmesi
Olaya özgü koşullar
11
Acil durum müdahaleleri başlığında ise, afet öncesi ve sonrası şeklinde yapılan afet yönetiminin
sınıflandırılması mantığı karşımıza çıkmaktadır. Doğrusal bir mantık çerçevesinde afet ile başa
çıkma süreçlerinin bu şekilde iki ayrı döneme ayrılması, Mileti(1999)’nin de belirtiği gibi afet
yönetiminin sürekliliğinin kısıtlanmasına neden olmaktadır. Böylesine sınırlılıktan kurtulmak için
ise, afet yönetiminin dört aşaması olarak da dile getirilen azaltma, hazırlıklı olma, tepki ve
iyileşme başlıkları döngüsel bir ilişki ağı içinde ele alınmalıdır.
Afetlerin şu ana kadar dile oluşum nedenleri ve etki alanları çerçevesinde bu çalışmanın temel
problemini, afetlerin sosyal düzeni bozma özelliği oluşturmaktadır. Bu sorundan yola çıkılarak
bu araştırmada 2011 yılında Van İli’nde meydana gelen iki büyük ve çok sayıda arttı depremin
sosyal ekonomik politik ve kültürel alandaki yansımaları birbirleri ile olan bağlantılarına da
dikkat edilerek tartışılmaktadır.
Amaçlar
Yukarıda dile getirilen genel amaca ek olarak bu yazıda ele alınan alt amaçlar şu şekilde
sıralanabilir:
1. Toplumsal cinsiyet olarak kavramsallaştırılan kadın ve erkeğin afet deneyimi ve bu deneyim ile
başa çıkma mekanizmaları nelerdir?
2. İncinebilirliği yüksek grup olarak değerlendirilen çocukların afet deneyimleri nelerdir?
3. Katılımcıların afet bilgi ve farkındalığı ne seviyedir. Bu seviyeyi etkileyen unsurlar nelerdir?
Önem
Afetler, homojen nitelik göstermeyen insan birlikteliklerini değişik derecelerde etkilemektedir.
Bu etkileme bir yönü ile incinebilirliği işaret ederken; diğer yönü ile de incinebilirliğin azaltılması
için neler yapılabileceği konusunda politika yapıcı, uygulayıcı ve araştırmacılara ipuçları
sağlamaktadır. Tabandan hareketle bir afet yönetimi (bottom up approach), bu amaca
ulaşmada oldukça işlevsel niteliğe sahip bulunmaktadır. Böylesine bir bakış açısı ve sayıltıdan
hareket eden bu çalışma, sürdürülebilir bir afet yönetimin gerçekleşebilmesi için ilk aşama olan
incinebilirlik boyutları ile başa çıkma kapasitelerinin neler olabileceğini belirli bir örneklem
içinde gösterebilme potansiyeli bakımından önem taşımaktadır.
Sınırlılıklar
2011 yılı sonlarına doğru Türkiye’nin nüfusun etnik yapı ve bununla bağlantılı olarak gelişim
gösteren siyasi tercih bakımından göreli olarak Kürt kökenli vatandaşlarının yaşadığı Van İl’inde
meydana gelen iki büyük ve devamındaki artçı depremler, gerek bölgenin gerekse Türkiye’nin
genelinde farklı etkiler ve tepkilerin oluşumuna neden olmuştur. Ekonomik, siyasi, sosyal ve
kültürel değişimlerin her birisinin birbirleri ile karşılıklı olarak etkileşim içinde olduğu bu
çalışmanın temel kabulleri arasında yer almaktadır. Bu sayıltı üzerine kurgulanarak bu
çalışmada, depremin sosyal yaşam üzerine, afet topluluğunun gündelik yaşamında ve yaşam
12
algısında meydana getirdiği kırılmalar daha ayrıntılı olarak incelenmektedir. Çalışma sonucunda
ortaya çıkan sonuçlar, örneklem tekniğinin izin verdiği ölçüde sadece araştırmaya katılanlar ile
sınırlı tutulmaktadır.
Yaklaşım ve Sayıltılar
Bu çalışmanın teorik bakış açısını Karmaşıklık ve Kaos Çalışmaları oluşturmaktadır. Wallerstein
(1999) tarafından klasik sosyoloji kültürüne yönelik başkaldırılar arasında yer alan Karmaşıklık
Çalışmaları, klasik sosyolojinin tek nedenli açıklamalarının sınırlılıklarına dikkat çekmektedir.
Sayğan (2014), karmaşıklık kavramının sosyal ve doğa bilimlerinden farklı isimler tarafından
sıklıkla son dönemlerde kullanılmaya başlanıldığını ifade etmektedir: bu isimler arasında yer
alan Allen (2001:150’den akt. Sayğan, 20154) karmaşıklığı, “çevresine sadece bir yönden değil,
çok farklı yönlerden tepki gösterebilme kapasitesine sahip bir sistem” olarak tanımlamaktadır.
Allen’a göre bu tanım, karmaşıklığın tek yönlü ve doğrusal bir sistem olmadığı daha ziyade
dallanıp budaklanan çoklu unsurların bir arada karşılıklı olarak etkileşim içinde olduğu bir
sistam anlamına gelmektedir. Sistem ile ilgili çalışmalarda önemli bir diğer isim olan ve
sosyolojik olarak yeni işlevselciler arasında sayılan Luhmann (1985’den akt. Sayğan, 2014) da
karmaşıklığı “bir sistemde gerçekleşme ihtimali olan çok sayıda olasılık” anlamına gelmektedir.
Karmaşıklık, 1970’lerde ve 1980’lerin başında, bir grup bilim adamının yoğun çalışmalarının
neticesinde geniş bir alan olarak ortaya çıkmıştır. Biyoloji, kimya, bilgisayar simülasyonları,
evrim, matematik, sosyoloji, uyum psikolojisi, fizik karmaşık sistemler üzerine odaklanan farklı
çalışma alanlarından birkaçı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Doğrusal ve tek boyutlu bir var olmadan ziyade çoklu etmenlerin karşılıklı ilişkisine odaklanan
karmaşık sistemin özelliklerini şu şekilde sıralamak mümkündür (Sayğan, 2014):
Doğrusal Olmama ve Öngörülemezlik: Karmaşıklık Teorisi’ne göre, doğrusallık ve neden-sonuç
ilişkisi ve modernitenin önemli bileşenlerinden olan “tahmin edilebilirlik”, gerçekliği anlamada
sınırlı bir niteliğe sahiptir. Bu nedenle pozitif bilimlerin söz konusu mantığını reddetmektedir.
Bunun yerine, karmaşık sistemlerin dinamikliğinden dolayı geleceği tahmin etmenin çok güç
olduğunu ileri sürmektedir. Bu nedenle karmaşıklık sistemlerde öngörülemezlik temel özellik
olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kelebek Etkisi (Küçük Girdilerin Büyük Değişikliklere Neden Olması), Hassaslık ve Çekici
Öğelerin Etkisinde Kalma: Karmaşık sistemlerde çok küçük girdiler, çok büyük değişikliklere
neden olmaktadır. Brezilya’da küçük bir kelebeğin kanat çırpmasının Teksas’ta kasırganın ortaya
çıkmasında etkili olması ile özetlenen bu karmaşık bağlılık durumunun en örneklerinden bir
tanesi de “ekolojik zincir” kavramı ile somutlaşmaktadır. Açık bir sistem olarak yeryüzünde
denge hali istenilen bir durumdur ancak bu denge çok sayıda, gerçekte sayılamayacak sayıda
birimleri barındırmakta ve bu birimlerden bir tanesinin normalden uzaklaşması sistemin diğer
bileşenlerini de etkilemektedir. Bu nedenle sisteme yapılacak küçücük bir müdahale,
beklenmeyen ve öngörülemez çok büyük değişikliklere neden olmakla birlikte tüm sistemin
davranışını değiştirebilmektedir. Dolayısıyla karmaşık sistemler girdileri, doğrusal olmayan bir
şekilde çıktılara dönüştürmektedir.
13
Bağlılık (Connectivity) ve Karşılıklı Etkileşim / Karşılıklı Bağımlılık: Bu özellik ile “kelebek
etkisi” ne benzer şekilde karmaşık sistem içerisindeki parçaların birbirine sıkı bir şekilde bağlı
olması ve sistemin bir parçasında meydana gelecek bir değişikliğin, diğer parçaları etkileyeceğini
ve değişikliğe uğratabileceği ifade edilmektedir.
Kendi Kendini Örgütleme Karmaşık sistemler, kendi kendini örgütleme davranışında
bulunmaktadırlar bu davranış, bir görevi yerine getirmek için bir araya gelen bir grubun, ne
yapacağına, nasıl yapacağına, ne zaman yapacağına, dışarıdan her hangi bir müdahaleye ve
düzenlemeye maruz kalmadan kendisinin karar verip, bunu kendiliğinden gerçekleştirmesidir.
Planlamanın, Tasarımın ve Önceden Belirlemenin Mümkün Olmaması: Karmaşık sistemler her
ne kadar çalkantılı dalgalanmalar geçirseler de sonunda tutarlı bir düzene kavuşurlar. Burada
özellikle belirtilmek istenen husus oluşan bu düzenin, dışarıdan herhangi bir müdahaleye ve
planlamaya gerek kalmadan, kendiliğinden gerçekleşmesidir. Böylesine bir durumun arkasındaki
temel etmen, sistemlerin doğasında var olan dengeye ulaşma eğilimidir. Bu önceden planlanmış
bir eylem değildir. Bir önceki maddede de belirtildiği gibi spontane bir biçimde yani
kendiliğinden oluşmaktadır. Bu noktada ANT (Actor Network Theory )tarafından kabul edilen
insan olmayan varlıkların da kendi kendilerine eylemde bulunma kapasiteleri karşımıza
çıkmaktadır.
Ortaya Çıkış (Oluşum/Meydana Geliş): Gestalt Psikolojinin temel kabulü olan “bütün kendini
oluşturan parçalardan ayrı ve bağımsız bir varlıktır” fikrinin benzeri bu başlık altında karşımıza
çıkmaktadır. “Karmaşık sistemlerde bütünü oluşturan parçaların ayrı ayrı ele alınarak
incelenmesi doğru değildir. Sistem, onu oluşturan parçalara indirgenemez. Bütün, bütünü
oluşturan parçaların toplamından farklı, fazla ve tahmin edilemeyen bir değer ifade etmektedir.
Önemli olan parçaların oluşturduğu bütündür. “Ortaya çıkış”, bütünle ilişkilidir. Tek tek
parçalara indirgenmek ve bağımlı ve bağımsız değişken ayrımı yapabilmek doğru değildir.
Birlikte Evrim: Birlikte evrimin temelinde yatan husus, karşılıklı etkileşimdir. Birlikte evrim,
sistem içindeki farklı alt sistemlerin birbirlerini karşılıklı etkileyerek kendi özelliklerine göre
birbirlerini uyumlulaştırdığını ve en genelinde değişikliklere neden olduğunu ifade etmektedir.
Karmaşıklık ve Kaos çalışmalarından yola çıkılarak gerçekleştirilen bu çalışmada, toplum
karmaşık bir sistem olarak kabul edilmekte ve denge bu toplumun temel hedefi olarak kabul
edilmektedir. Modernitenin temel mantığı olarak dile getirilen ve pozitif bilimlere öykünen
sosyolojide de geniş kabul gören bu eğilim daha önce de belirtildiği gibi afet çalışmalarının da
dikkatini çekmektedir. Afet olgusu ile dengeye ulaşma ve dengede olma hedefi sekteye
uğramaktadır. Karmaşıklık ve Kaos çalışmalarının temel özelliklerini topluma uyarlamak söz
konusudur. Büyük bir oluşum olan toplum kendisini oluşturan alt birimlerde meydana gelen
bir değişiklik ile farklılaşabilmektedir. Fiziksel coğrafyada, mekanda meydana gelen afet ile
toplumun sosyal yaşamının değişime uğraması “kelebek etkisinin” somut bir örneği olarak
değerlendirilebilir. Buna ek olarak, afet sonrasında afet yaşayan topluluğun afet öncesi
yaşantısına olabildiğince geri dönme girişimi yani dengeye geri dönme çabası da kendi iç
dinamikleri ile gerçekleşebilmektedir. Bu durum ise Karmaşıklık ve Kaos Çalışmaları’nın bir
diğer özelliği olan “kendi kendini örgütleyebilme” ile benzeşim göstermektedir. Sosyal destek
mekanizmaları dengenin sağlanmasında oldukça işlevsel bir özelliğe sahip bulunmaktadır
14
Yöntem
23 Ekim 2011 tarihinde Van’da meydana gelen 7,1 büyüklüğündeki deprem, AFAD verilerine göre
604 kişi hayatını kaybetmiş ve 4152 kişi yaralanmıştır. 11232 bina yıkılmış ve zarar görmüş,
bunlardan 6017 tanesi ise yaşanmaz hale gelmiştir. Deprem sonrasında en az 8321 hane, 60000
kişi evsiz kalmış
a. Araştırma Tipi
Deprem sonrasında afetzede toplulukta meydana gelen değişimlerin incelendiği çalışma bu
amaç açsından değerlendirildiğinde betimsel bir çalışma özelliğini taşımaktadır. Buna ek olarak,
alan çalışması sırasında önceden öngörülemeyen değişimler ile de karşılaşılması çalışmanın
keşfedici çalışma olarak değerlendirilmesine olanak sağlamaktadır
b. Araştırma Tekniği
Çalışmada bilgi toplama tekniği olarak açık ve kapalı uçlu sorulardan oluşan yapılandırılmış
mülakat formu kullanılmıştır. Formda yer alan sorular, projede yer alan ve sosyoloji alanında
yüksek lisans eğitimi gören araştırmacılar tarafından katılımcılara yönlendirilmiştir. Soru
formunda, demografik sorulara ek olarak, afet sosyolojisi ile ilgili olarak Türkiye’de yapılan farklı
çalışmalarda (Kasapoğlu ve Ecevit, 2002) kullanılan sorulara da yer verilmiş, böylelikle sonuçlar
arasında karşılaştırma yapabilme olanağı sağlanmıştır.
Bu sorular arasında psiko-sosyal değişkenlerden olan “denetim alanı (locus of control)” (Hines
ve ark., 1986)dır. Denetim alanını ölçmek için “Deprem sorununun çözümünde en büyük
sorumlu devlettir” ifadesi kullanılmış ve üçlü Likert ölçeği ile katılımcıların görüşleri (Tamamen
katılıyorum, Oldukça katılıyorum, katılmıyorum) öğrenilmeye çalışılmıştır. Hines ve ark.
(1986)’nın argümanlarına dayanarak, “Tamamen katılıyorum ve Oldukça katılıyorum
seçeneklerini işaretleyenlerin “dış denetim alanının” gelişmiş olduğu varsayılmış ve “0” ile
SPSS’te kodlanmıştır. Katılmıyorum seçeneğini işaretleyenler ile “1” ile kodlanmış ve “iç denetim
alanları” gelişmiş olarak kabul edilmiştir. Regresyon analizi ile demografik özellikler arasında bir
ilişkinin olup olmadığı ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır.
Denetim alanı ile ilgili soruya ek olarak çalışmada kullanılan bir diğer ölçek ise, Seeman (1965)‘ın
“yabancılaşma” ölçeğidir. Seeman tarafından gerçekleştirilen ölçekteki tüm maddeler
kullanılmamış sadece beş tanesi ele alınmıştır. Daha önceki soruda kullanılan üçlü Likert ile
seçenekler derecelendirilmiştir:
“Neler olup bittiğini anlayamıyorum” (Anlamsızlık)
“Bireysel olarak depremin çözümünde benim yapabileceğim fazla bir şey yok” (Güçsüzlük)
“Çoğu zaman depremden korunmaya aykırı uygulamalarda bulunmaktayım” (Kuralsızlık)
“Televizyon gazete okumuyorum, izlemiyorum” (Kültürel yabancılaşma)
“ Depremin karşısında kendimi yalnız ve korumasız hissediyorum” (yalnızlık)
15
Katılımcıların bugün ve gelecekteki en önemli endişelerinin ne olduğunu ortaya çıkarmak amacı
ile kendilerine soru yöneltilmiştir. Böylesine bir sorunun sorulmasındaki en önemli gerekçe ise,
afet farkındalığı, tutum ve davranışı ile kişilerin hayatlarından beklenti ve hayatlarında karşı
karşıya oldukları sorun ve endişeleri arasındaki ilişkinin varlığı kabul edilmiştir .
Kişilerde afet farkındalığının tutum, bilgi ve davranış boyutlarında oluşturabilmesi için
kullanılan önemli değişkenlerden bir tanesi kaderciliktir. Çalışmada “kadercilik” (Kasapoğlu ve
Ecevit, 2003,) değişkeni ise, “olup bitenler takdir-i ilahidir, bizim elimizden bir şey gelmez”
önermesi şeklinde ve “tamamen katılıyorum”, “oldukça katılıyorum” ve “katılmıyorum
”seçenekleri ile sorulmuştur.
Afet çalışmalarında sıklıkla kullanılan bir diğer unsur olan “güven” olgusu da bu çalışmada yer
almaktadır. Katılımcılara, açık uçlu soru halinde “hayatta en fazla neye güvenirsiniz” sorusu
yöneltilmiş ve verdikleri cevaplar çerçevesinde değerlendirmeler yapılmaya çalışılmıştır.
Bununla birlikte, çalışmada geleneksel bilgi toplama tekniklerine ek olarak, sosyal bilimlerde son
dönemlerde kullanılmaya başlanılan görsel tekniklerden ( Harrison, 2002; Rose, 2007) de
faydalanılmıştır. Rose (2007), görsel malzemelerin çoğu zaman söz den önce geldiğini ifade
etmektedir. Benzer şekilde Harrison (2002) da, görselin sosyal yaşamın anlaşılmasında
kullanılması gereken, ancak son on yıllara kadar bu önemi yeteri kadar kavranamamış bir unsur
olduğunu ileri sürmekte ve geleneksel araştırma teknikleri ile görsel tekniklerin bir arada
kullanılmasının daha verimli olacağını ileri sürmektedir. Böylelikle, sosyal pratikler, güç ilişkiler
gibi sosyal gerçeklik içinde yer alan farklı bileşenler hakkında daha ayrıntılı bilgi toplama olanağı
elde edilmektedir (Rose, 2007:xv). Görsel analizde farklı yaklaşımlar mevcuttur. İçerik analizi,
görsel antropoloji, kültürel çalışmalar, semiyotik ve ikonografi, psikoanalalitik imge analizi,
sosyal semiyotik görsel analiz, etnometodoloji, söylem analizleri ve konuşma analizleri bu
yaklaşımlardan bazılarıdır. Görselin (resim, video, fotoğraf olabilir)ne olduğu, ne tür
bileşenlerden oluştuğu, bu bileşenlerin görsel içinde nasıl sıralandığı, ne tür bir bilgi ya da mesaj
içerdiği, ne tür bilgileri dışarıda bıraktığı gibi sorulara yanıt arayarak, görselin değerlendirmesini
yapmak mümkündür (Rose, 2007:258).
Görsel sosyolojinin alt tekniklerinden biri olan resim çizdirmeyi kullanarak araştırmacılar,
çocukların deprem sonrasındaki deneyimlerinin ne olduğu ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır.
Resim çizmeyi kabul eden çocuk katılımcılar ile daha sonra çizdikleri resimler hakkında
görüşmeler gerçekleştirilerek, resimlerinde neyi anlatmak istedikleri hakkında daha derin bilgi
elde edilmeye çalışılmıştır. Toplamda 13 çocuk resim çizmiş ve onlar ile çizdikleri resim ile ilgili
olarak derinlemesine mülakat gerçekleştirilmiştir.
Görseller, semiotik (gösterge bilim) tekniği kullanılarak yorumlanmaya çalışılmıştır.
Göstergebilim olarak da bilinen semiyotik, bu çalışmada kullanılan analiz araçlarından bir
tanesidir. Genel olarak, işaretlerin (sign) incelenmesi (Chandler, 2002) olarak tanımlanabilecek
olan yaklaşımın önemli isimleri arasında Ferdinand de Saussure ve Charles Peirce ilk sıralarda
yer almaktadır. Peirce (1931; 1958)‘ın insanların işaretler aracılığı ile düşündüklerine dair
değerlendirmesi, bu bakış açısının temelini oluşturmaktadır. İşaretler, kelimeler, imge, ses, koku,
tat, eylem ya da nesne olabilirler. Ancak, bütün bu öğelerin kendi başlarına bir varlıkları
16
bulunmamaktadır ve insanlar tarafından bir anlam yüklenmedikleri takdirde, işaret olarak kabul
edilmeleri mümkün değildir (Chandler,2002).
Göstergelerin mantıksal işlevinden ziyade toplumsal işlevi üzerine yoğunlaşan Saussure (1974),
maddesel olmayan unsurların bu konuda önemli işlevlere sahip olduğunu ifade etmektedir ve
işaretleri iki başlık altında ele alan bir model geliştirmiştir. Diğer bir deyişle, işaret, gösteren
(signifier) ve gösterilen (signified)in birlikteliğini ifade etmektedir. İşaret, biçimsel, genelleşmiş
ve soyut bir sistemin bir parçası olarak kabul edilebilir ve anlam, yapısal ve göreli bir özellik
taşımaktadır. Farklı bir deyişle, şeylerden ziyade ilişkiselliğe önem vermektedir (Chandler,2002).
İşaretler arasındaki olumsuzluğa ya da zıt durumlara odaklanarak Saussure, yapısal analizlerde
karşılıklı zıtlıkları ele almaktadır.
Genel olarak, Semiyotiğin iki temel analiz biçimlerine genel olarak bakıldığında ikilikler üzerine
kurulduğunu görmek mümkündür. Semiyotik, ilişkilerin çalışılması olarak tanımlanabilir (Law,
1999:7). Bu çalışmada da zıtlıklar ve bu zıtlıkların birbirleri ile ilişkileri, karmaşıklık
çalışmalarının temel sayıltılarına paralel olarak çocukların çizdikleri resimler üzerinden ifade
edilmeye çalışılmıştır.
c. Evren ve örneklem:
Çalışmada olasılıklı olmayan örneklem tiplerinden yarar örneklemi (convenience
sampling)tekniği kullanılmıştır. Soru formunda yer alan sorular, Van merkezde yerleşmiş olan
200 kişiye yöneltilmiş ancak, SPSS ile analize dahil olma niteliğine sahip 182 soru formu saha
çalışmasından elde edilmiştir. Sonuçlar görüşme yapılan kişiler ile sınırlıdır.
Buna ek olarak araştırmacılar görsel sosyolojinin alt tekniklerinden biri olan resim çizdirmeyi
kullanarak, çocukların deprem sonrasındaki deneyimlerinin ne olduğu ortaya çıkarılmaya
çalışılmışlardır. Resim çizmeyi kabul eden çocuk katılımcılar ile daha sonra çizdikleri resimler
hakkında görüşmeler gerçekleştirilerek, resimlerinde neyi anlatmak istedikleri hakkında daha
derin bilgi elde edilmeye çalışılmıştır. Toplamda 13 çocuk resim çizmiş ve onlar ile çizdikleri
resim ile ilgili olarak derinlemesine mülakat gerçekleştirilmiştir.
BULGULAR VE TARTIŞMA
Örneklem Hakkında Genel Bilgiler
Çalışmanın bu bölümünde, ilk bölümde yer alan amaçlar çerçevesinde, anket tekniği ile elde
edilen verilerin istatistiksel analizlerinin sonuçları, buna ek olarak derinlemesine mülakat ile
sağlanan veriler ve yerel yönetim tarafından yapılan basın açıklamaları çalışmanın problemi ve
ilgili literatür bağlamında tartışılmıştır.
Fişek ve arkadaşlarının (2002) sürdürülebilir, yerel temelli afet yönetiminin oluşturulması için
afetten etkilenen nüfusun demografik özellikleri, afet ve çevre farkındalığı, hassasiyetleri, sosyal
sermayeleri hakkında daha fazla bilgi sahibi olunması şeklindeki görüşlerine paralel olarak
çalışmanın bu bölümünde, katılımcılara ait bilgiler sunulmuştur.
17
Örneklemin yaş değişkeni açısından dağılımına bakıldığı takdirde yaş ortalamasının 37,4 (std.
12,8) yıl olduğu görülmektedir. Minimum yaş 17 iken en yaşlı katılımcı 79 yaşındadır. Van İl
merkezinde ikamet etmekte olan katılımcıların 74’ü Van Valiliği, Van, Diyarbakır Belediyelerinin
oluşturdukları konteynır kentte kalmaktadırlar. Geriye kalan 107 katılımcı ise kalıcı konutlarda
(kiracı, ev sahibi) yaşamlarına devam etmektedirler. Araştırmaya dahil olan bir katılımcı ise bu
soruya yanıt vermemiştir. Konteynır kentte kalan katılımcılar ile ilgili olarak, siyasi temsilciler
ve sivil halk arasında, söz konusu nüfusun gerçek depremzede olmadıkları yönünde tutum ve
davranışlara araştırma sürecinde karşılaşılmıştır. Ancak sosyolojik bakış açısının gereği olan
tarafsızlık anlayışına dayanarak bu çalışmada konteynır kentte kalan kişilerin de deneyimlerine
yer verilmektedir.
Afet deneyimlerinin kadın ve erkeklerde farklılaştığı yönündeki tartışmalara (Enarson,1999)
dayanarak bu çalışmada kadın ve erkek katılımcıların olmasına özen gösterilmiştir. Kadın
katılımcıların sayısı 95 (%52,2) iken; erkek katılımcıların sayısı 87 (%47,8)’dir. Afet
deneyimlerinin kadın ve erkeklerde farklılaştığı yönündeki tartışmalara (Enarson,1999)
dayanarak bu çalışmada kadın ve erkek katılımcıların olmasına özen gösterilmiştir. Kadın
katılımcıların sayısı 95 iken; erkek katılımcıların sayısı 87’dir. Medeni durum olarak bir
değerlendirme yapıldığında çalışmada yer alan katılımcıların büyük bir çoğunluğunun evli (125,
%22,7) olduğu görülmektedir. Diğer katılımcıların medeni durum dağılımı ise şu şekildedir:
Bekar (41; %22,7), dul (9; %5,0), boşanmış (5; %2,8) olmak üzere bu soruya toplamda 180 kişi
yanıt vermiştir.
Örneklemin eğitim durumuna göre dağılımı Tablo 1’de verilmektedir.
Tablo 1: Eğitim Durumu
Sayı Yüzde Okuryazar değil 33 18,2 Okuryazar 18 9,9 İlkokul mezunu 24 13,3 İlkokul terk 5 2,8 Ortaokul mezunu 7 3,9 Ortaokul terk 6 3,3 Lise mezunu 32 17,7 Lise terk 4 2,2 Üniversite mezunu 38 21,0 Üniversite terk 1 0,6 Lisansüstü program mezunu 12 6,6 Lisansüstü program terk 1 0,6 Toplam 181 100,0
Tablo 1’e göre katılımcıların büyük bir çoğunluğunun üniversite mezunu (%21,0) oldukları
ortaya çıkmaktadır. Sırası ile okur yazar olmayanlar (%18,2), lise mezunu (%17,7), ilkokul
mezunu (%17.7)iken, en son sırada üniversite terk (%0,6) ve lisansüstü program terk (%0,6)
eden katılımcılar yer almaktadır.
18
Afet farkındalığının sağlanmasında önemli bileşenlerden biri olarak değerlendirilen kişilerin
algıladıkları sosyoekonomik durum ile ilgili soruya katılımcıların büyük bir çoğunluğu (96; %
52,7)kendilerini düşük/alt SES ‘te gördüklerini ifade ederek yanıt vermişlerdir. Alt-orta SES’te
yer alan katılımcıların sayısı 63 (%34,6) iken; üst-orta SES’te kendilerini gören yanıtlayıcıların
sayısı 23 (%12,6)’tür. Kişilerin SES ile ilgili özellikleri, gündelik hayatlarındaki öncelikli sorun
alanlarını, farklı sosyal hizmetlere (eğitim sağlık, politik temsiliyet gibi) imkanlarını etkilemekte
ve u durum da afet ile ilgi düzeylerini belirleyebilmektedir.
Çalışma durumları açısından değerlendirildiğinde, yanıtlayıcıların büyük bir çoğunluğunun
çalışmadıklarını ifade ettikleri görülmektedir (çalışan 76, %42,0; çalışmayan 105, %58,0).
Çalışanların ise çoğunluğu (48; %63,2) tam zamanlı/ücretli olarak istihdam edildiklerini
belirtmektedirler. Geçici işlerde çalışan yanıtlayıcılar ise, ikinci sırada yer almaktadırlar (21;
%27,6).
Deprem nedeni ile iş kaybının yaşanıp yaşanmadığı konusu ile ilgili olarak ise yanıt veren 90
katılımcıların çoğunluğu “Hayır”(61; %66,3) yanıtını vermiştir. Evet”, cevabını verenler (31;
%33,7) ise iş kaybının nedenleri ile ilgili olarak, inşaat sektörünün sekteye uğraması, iş yerinin
yıkılması ya da işverenin deprem nedeni ile iş yerini kapatması, psikolojik ve /veya fizyolojik
sağlıklarının deprem nedeni ile kaybedilmesi gibi nedenleri sıklıkla dile getirmektedirler:
“Depremden önce evimde çocuk bakıcılığı yapıyordum bayağı da iyi kazancım vardı. Ama
depremden sonra burada konteynerde kaldığımız için kimse çocuklarını bana bırakmak
istemiyor. Burası dışarıdan kötü olarak görülüyor. Öyle olmasa bile” Kadın, evli, konteyner
kentte kalıyor
Yukarıda görüşleri yer alan kadın katılımcının deneyimleri damgalama” kavramı ile ifade
edilebilir. Damgalama süreci, ötekileştirme ve dışlama süreçlerini de beraberinde getirmektedir.
Afet öncesinde sosyo-ekonomik olarak kendi ihtiyaçlarını karşılayabilen kadın katılımcı, afet
sonrasında bunu gerçekleştirememektedir. Bu ise afet nedeni ile kadının kırılganlığının daha da
artmasına neden olmaktadır. Toplumsal cinsiyet açısından ele alındığında, kadınların erkekler
ile kıyaslandığında afetlerden daha fazla olumsuz etkilendiklerini dile getiren tartışmalara
(kaynak) paralel olan bu alıntıya ek olarak erkelerin de afetlerden kadınlar kadar olumsuz
etkilendiklerini dile getiren tartışmalar da bulunmaktadır (Houghton,2009) Geleneksel roller ile
afetin yıkıcı etkisi arasında sıkışıp kalan erkeklerin kırılganlığını aşağıdaki alıntıda görmek
mümkün olabilmektedir:
“Ev yıkıldı. Kent eski ortamında değil. Aileyi yalnız bırakamadım. Ailemi konteynerde yalnız
bırakıp başka yerlere iş bulmaya gidemedim”. Erkek, evli, işsiz,
Ekonomik olarak kaynak bulma şeklinde de ifade edilebilecek olan ailenin reisi olma rolünü
yerime getirmede sıkıntılara neden olan afetler nedeni ile erkekler arasında intihar girişimi ya
da yakın çevresindekilere karşı şiddet uygulama literatürde karşılaşılan bir durumdur
19
(Houghton,2009) .Bu çalışmada da yukarıda yer alan alıntının sahibi olan erkek katılımcının
afet nedenli arada kalması sonrasında birkaç kez intihara teşebbüs ettiği çalışma sırasında başka
katılımcılar tarafından araştırmacıya söylenmiştir.
Afet sonrasında, bozulan statükonun yeniden sağlanması, afet yönetiminin aşamalarından biri
olan iyileşme sürecinin tamamlanması zaman bakımından farklılıklar gösterebilmektedir. Bu
süre, uzun ve kısa olabilmektedir. Sosyal destek mekanizmaları söz konusu sürenin ne olacağı
konusunda etkili olabilmektedir. Çalışmada, katılımcılara “deprem sonrasında başka yerlere göç
edip etmedikleri” sorulmuş ve çoğunluğunun göç etmediği (112; %62,6) ortaya çıkmıştır. Göç
etmeme nedenleri arasında sıklıkla kullanılan argümanları şu şekilde sıralamak mümkündür:
maddi durum yetersizliği, kentten, arkadaş, akrabalardan ayrılmama isteği, iş nedeni ile
ayrılamama durumu, ihtiyaçlarının karşılanmasında bir sorun ile karşılaşmama.
Deprem sonrasında göç, sıklıkla rastlanılan bir olgu olarak afet ile ilgili çalışmalarda ele
alınmaktadır (Palamut,2007) Özellikle barınma sorunu ndeni ile afet sonrasında sıklıkla göç
olgusu gözlenmektedir (Lindell,2013 ) Söz konusu göçün oluşabilmesi için gerekli kaynaklardan
bir tanesi, sosyal ilişki ağları ve bu ağlarda gerçekleşen sosyal destek mekanizmaları
olabilmektedir. Aynı nedenler, göç etmeme davranışının ortaya çıkmasında da büyük etkiye
sahip bulunmaktadır. Katılımcıların deprem sonrasında “aile üyeleri ve akrabalarının yanlarında
kaldıklarını” ifade etmeleri, sosyal destek mekanizmaları nedeni ile göç etmediklerini, diğer bir
ifade ile afetin olumsuz etkileri ile başa çıkabildiklerini göstermektedir. Kriz anlarında ortaya
çıkan sosyal destek mekanizmaları, sosyal sermaye nin oldukça önemli bileşeni olan güven ile
de yakın ilişki içindedir. Katılımcılar, güvendikleri kişilerin, aile ve akrabalarının, yanlarında
kalmayı tercih etmektedirler. Ancak söz konusu zorunlu misafirlik, her zaman uyum içinde
gerçekleşmeyebilir ve güven kırılması yaşanarak kırılabilir ve çatışmaya dönüşebilir
(Palamut,2009)
Buna ek olarak, deprem sonrasında devlet tarafından düşük sosyo ekonomik seviyede olan afet
topluluğunun şehir dışında barınma ihtiyacının karşılanması da söz konusudur. Katılımcılardan
bazıları, bu uygulamaya başvurduklarını ancak, olumlu bir sonuç alamadıkları için göç etmek
istemelerine karşın bunu gerçekleştiremediklerini ifade etmişlerdir. Diğer bir ifade ile Van’da
kalmaları kendi rızalarının dışında, dışarıdan farklı unsurlar, özellikle ekonomik, nedeni ile
gerçekleşmiştir.
Göç eden katılımcılar (67; %37,4) ise, göç etme nedenlerini sıralarken, başka şehirlerde yaşayan
akrabalarının yanına gittiklerini, eğitimlerinin devamlılığı için göç ettiklerini, sağlık sorunları
nedeni ile Van’dan ayrıldıklarını, deprem nedeni ile iş kaybı yaşadıklarını ve iş bulmak amacı ile
göç ettiklerini sıklıkla dile getirmişlerdir. Ancak söz konusu nedenler ile gerçekleştirilen göç
etme eylemi “geçici” bir nitelik göstermektedir. Kendileri ile görüşülen ve göç eden katılımcıların
hepsi Van’a geri dönmüşlerdir. Geri dönmelerinin arkasında, Van’daki yaşam koşullarının
normale dönmeye başlaması (ara verilen eğitimin tekrar aktif hale gelmesi), duygusal nedenler
(aile ve akrabaların yanında olma isteği), gittikleri yerlerde yaşayanların kendilerine yönelik
olumsuz davranışları etkili olmaktadır. Farklı alanlara kırılganlığı olan kadın katılımcının (tek
ebeveynli ailede yaşıyor olması, kadın hane reisi olması, depremzede olması ve Kürt olması)
yaşadıkları bu durumu oldukça iyi ifade eden bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır:
20
“Antalya’ya gittik. Kendi imkanlarımızla gittik. İki oğlumla birlikte, eşim ile ayrı yaşıyoruz.
Bizi terk etti. Deprem olduğunda da yanımızda değildi zaten. Bir ev tuttuk. Ev sahibi kira almadı
üç ay kaldık sonra buraya geri geldik çocuklar çalışmıyordu Antalya’da barınamadık pis Kürtler
geldi dediler sopa ile kovaladılar ev ararken biz de geri geldik.” Kadın, eşinden ayrı yaşıyor,
konteynerde kalıyor.
Eleştirel ırk Teorisinin “kesişimsellik” kavramı, her ne kadar ırksal farklılıklarından dolayı
kişilerin sosyal oluşumların farklı boyutlarında ayrımcılığa ve ötekileştirmeye maruz kaldığını
kabul etse de bunun diğer eşitsizliğe maruz kalan toplumsal tabakalar ile de ilişki içinde
olduğunu ifade etmektedir. Kadın, erkek olmak, yoksul olmak, engelli olmak, farklı etnik
kökenlere sahip olmak, yaşı olmak, çocuk olmak, zenci ya da beyaz ya da sarı ırktan olmak bahsi
geçen tabakalaşma unsurları olarak ifade edilebilir. Karmaşık ilişkiler ağı nedeni ile tüm bu
özellikler farklı kombinasyonlar ile birbirleri ile bağlantılı durumdadır ve bu ilişkinin yoğunluğu,
söz konusu kesimlerin/ tabakaların kırılganlığını daha da arttırmaktadır.
Fenomenolojik sosyolojinin en önemli kabullerinden olan “özne olan insanın düzen ve denge
peşinde olması” durumunu katılımcıların neden göç etmediklerini belirtmelerinde de kullanmak
mümkün olabilmektedir. Bilinmedik bir yerde tek başına belirsizlik içinde yaşamaktan ziyade
bilinen bir yerde katılımcıların bazılarının kalmayı tercih ettikleri görülmektedir. Bilinmeyen
yerde yaşamak risk almaktır. Risk toplumunun insanının en önemli niteliklerinden birinin risk
alma eğilimi içinde olma olarak tanımlayan Giddens’ı doğrularcasına katılımcılardan bazıları risk
alarak göç etmiş; bununla birlikte, risk almak istemeyen geleneksel topluma daha bağımlı olanlar
ise göç etmeme yönünde bir tercihte bulunmuşlardır.
Katılımcıların çoğunluğu (94; %52,5) deprem öncesinde kirada (lojman da dahil) olduklarını
belirtmişlerdir. Kendi evlerinde olanların (85; %47,5) büyük çoğunluğu (73; %91,2) tapulu eve
sahip olduklarını ifade etmişlerdir. Özellikle gecekondu tarzı yapılara sahip olan katılımcılar
evlerinin tapusunun olmadığını ifade etmişlerdir (12; %0,8). Tapusu olan katılımcılara, tapunun
aile üyelerinden hangisinin adına olduğu sorusu yöneltilmiştir. Ataerkil bir toplum yapısının
önemli göstergelerinden biri olan maddi kaynakların erkekler ile bir tutulması eğilimini (Demir
Gürdal ve Odabaş, 2014) bu çalışmaya dahil olan katılımcılar için de söylemek mümkündür.
Tapu ile ilgili olarak araştırma sürecinde ortaya çıkan bir durum ise “tapunun tek bir kişi adına
değil, birden fazla kişi adına hazırlanmış olmasıdır.” Hisseli tapu nedeni ile hak sahipleri arasında
yaşanılan çatışmalara (Kentsel dönüşüm uygulamaları nedeni ile Türkiye’de hak sahipleri
arasında çatışmalar yaşanmaktadır. Aynı şekilde araştırmacının kendisi tarafından Artvin Borçka
ve Muratlı Barajlarının istimlak edilmesi ile ilgili olarak yaptığı sosyal etki araştırmasında da
varisler arasında çatışmaların yaşandığı gözlenmiştir) benzer şekilde, deprem sonrasında
özellikle TOKİ tarafından verilen kalıcı konutlara yerleşim ya da hak etme konusunda taraflar
arasında çatışma yaşanmaktadır.
Deprem sigortasına sahip olup olmama ile ilgili soruya katılımcıların çoğunluğu “hayır” cevabını
vermiştir (65; %86.5). Tapu sahibi olan katılımcılara yöneltilen bu soruya ek olarak deprem
sigortası yaptırmadıklarını belirten katılımcılara neden sigorta yaptırmadıkları sorulmuş ve
21
yanıtlayıcılar maddi durum yetersizliği, bilgi yokluğu (deprem sigortasının ne olduğu konusunda
bilgi sahibi olmama), ortak tapu sahipliği ya da sigorta yaptırmaya gerek duymama gibi
nedenlerden dolayı sigorta yaptırmadıklarını ifade etmişlerdir. “Bizim buralarda DASK bilinmez”
şeklinde yanıt veren katılımcının ifadesi, DASK farkındalığının farklı nedenler ile oldukça düşük
olduğunu göstermektedir. Kadercilik anlayışının bu noktada önemli bir etken olduğunu
söylemek mümkündür. Katılımcılar ile yapılan yüz yüze görüşmelerde pasif bir teslimiyet eğilimi
araştırmacı tarafından hissedilmiştir. Bu pasifliğin arka tarafında katılımcıların dış denetim
alanlarının gelişmiş olması da dikkate alınması gerek bir faktör olarak değerlendirmeye
katılmalıdır. Sorunların çözümü konusunda dışsal unsurlardan(devlet, aile arkadaş gibi) destek
beklemek ve kendi başına bir şey yapamama algısı, tutumu ve davranışı içinde olmak şeklinde
de açıklanabilecek olan dış denetim alanının gelişmesi, sosyal sorunların çözümünde önemli bir
engel olarak değerlendirilebilir. Kaderciliğin sadece teslim olma ve bir şey yapmama olarak
algılanması dış denetim alanının daha fazla gelişmesi ile iç içe girmiş durumdadır. Bu sorunun
üstesinden gelebilmek için, kişinin kendine saygı ve güven duymasını sağlayacak farklı eğitimsel
uygulamalar (formel ve informel eğitim pratiğinin gerçekleştiği her yerde) yararlı olacaktır.
DASK farkındalığının düşüklüğü ile ilgili bir diğer etmen ise DASK’ın yaptırımının ve
tanınırlılığının sıradan insanın gündemine henüz tam olarak inmemesi olabilir. Afet
farkındalığının bir boyutu olarak kabul edilebilecek olan DASK farkındalığı, afet farkındalığının
sağlanmasında kullanılan teknikler (eğitim ve bu eğitimde kullanılacak afet iletişimi) aracılığı ile
sağlanabilir. Bu konu ile ilgili olarak özellikle afet ve risk iletişiminde kullanılan dil ve mesajın
sunum biçimi oldukça önemlidir. İçerik bakımından kötü olaylar ve örnekler ile dolu bir iletişim
biçimi yerine başarı hikayeleri ile sunulan bir afet ve risk iletişiminin daha etkili olduğu
yönündeki argümanlara dayanarak “topluluk temelli sosyal pazarlama” tekniği kullanılabilir.
Türkiye’de sigarayı bırakma ile ilgili olarak hazırlanan kamu spotlarında sigara nedeni ile
sağlığını kaybeden insanların yer aldığı reklamlardan, sigarayı bırakan insanların yaşadıkları
olumlu gelişmelere odaklanan reklamlara doğru yaşanılan değişim topluluk temelli sosyal
pazarlamaya örnek olarak verilebilir. DASK ile ilgili zorunlu misafirliğe odaklanan reklam yerine
DASK yaptıranların mutluluk hikâyelerine odaklanan reklamların daha etkili olacağı bu
yaklaşıma dayanarak ileri sürülebilir.
Katılımcıların Deprem Deneyimleri
Çalışmanın bu bölümünde toplumsal yapının farklı kesimlerinden olan kadın, erkek, yaşlı, çocuk,
genç ve engellilerin afet ile ilgili deneyimlerinin örnekleme dahil olan katılımcıların deneyimleri
ile karşılaştırarak tartışılması gerçekleştirilmektedir. Toplumsal yapılanmanın homojen bir
nitelik göstermemesi, tabakalaşmaya neden olmakta ve bu tabakalaşma beraberinde eşitsizliği
de getirmektedir. Kırılganlıklar afete gibi olağanüstü durumlarda daha şiddetli bir şekilde
deneyimlenmektedir. Her kesimin deneyimleri benzerliklerine rağmen statüleri gereği tamamı
ile aynı olmamaktadır.
Toplumsal Cinsiyet ve Afet
22
Toplumsal cinsiyet kavramı, içerik bakımından ele alındığında “kadın” ve “erkek” olarak ikiyi
ayrılan ve biyolojik farklılıklar temelinde kurgulanan bir kavram olarak değerlendirilmektedir.
Bununla birlikte, gerek politik söylemlerde gerekse gündelik dilde bu kavram, içeriği olan
taraflardan sadece “kadın”ları ifade etmektedir.
Bununla birlikte, birer inşa olarak değerlendirilen kadınlık ve erkeklik durumunun, transgender
olarak ifade edilen ve ne kadınlık durumunu ne de erkeklik durumunu kabul eden tartışmalar
için bir sınırlılık olduğunu da belirtmek gerekmektedir. Diğer bir ifade ile, toplumsal cinsiyet
tartışmalarının eşitsizlik durumu yaratan her türlü sosyal sorun çerçevesindeki ele alınışı,
transgender kavramını dışlaması bakımından önemli bir sınırlılığa sahiptir.
Afet ve afet riskinin tanımlanmasında sıklıkla kullanılan “statüyü bozması”, afet öncesindeki
statünün iki yönde değişmesini içermektedir. Öncelikli olarak, olumsuz yönde insan
birlikteliklerini etkileyen ya da etkileme potansiyeli olan afet ve afet riskleri, süreç içinde söz
konusu insan birlikteliklerinin lehine sonuçlar doğurabilir. “Fırsatlar penceresi” yaratarak,
afetlerden etkilenen kesimlerin güçlenmesine katkıda bulunabilir. Böylesine bir olumlu durumun
yaratılmasında, “afet toplulukları” olarak da değerlendirilen insan birlikteliklerinin sahip
oldukları, kırılganlık ve kapasitelerinin etkisi önemlidir. Bu kırılganlık ve kapasiteler, aynı
zamanda afet ve afet riski yönetimi kavramsallaştırma ve pratiklerinde anahtar rol
üstlenmektedir. Böylesine bir anlayış, “”tabandan hareket eden” bir bakış açısını belirtmektedir.
Kadın ve Afet
Toplumsal cinsiyeti oluşturan taraflardan biri olan kadınların ve kızların, afet ve afet riski ile
afet ve afet riski yönetimi anlayışında merkezi bir rol oynadığını ileri süren farklı argümanlar
bulunmaktadır (Pincha, 2008; Enarson ve Chakrabarti, 2009). Hemen hemen hepsinde ortak
olan noktalardan bir tanesi, kadının sosyal ilişki ağlarındaki kilit konumlarına odaklanmış
olmalarıdır. Söz konusu merkezcilik, “sosyal sermaye” kavramsallaştırması ile literatürde karşılık
bulmaktadır. Sosyal ilişki kurabilme yeteneği olarak da ifade edilebilecek olan bu özellik, kadının
toplumsal cinsiyet rolleri ile organik ilişki içinde bulunmaktadır: Annelik
Enarson (2009), riskin insan yaşamının önemli bir parçası olduğunu belirtirken, risk ile karşı
karşıya gelme durumundan insanların temel eğiliminin hayatta kalmaya çalışmak olduğunu ifade
etmektedir. Böylesine bir durum, insanların birer risk yöneticisi haline gelmelerine neden
olmaktadır ve söz konusu eğilimin özellikle kadınlar için ayrı bir anlam ifade ettiğini dile
getirmektedir. Ona göre kadınlar ve kızlar, toplumsal yaşamın her boyutunda hem bireysel
boyutta hem de sosyal konumları nedeni ile daha komünal düzeyde çok sayıda riskler ile karşı
karşıya gelmektedirler. Ekonomik eşitsizlikler, politik eşitsizlikler, sağlık alanındaki eşitsizlikler,
en genelde hane içi ve dışında karşı karşıya olduğu her türlü şiddet ve baskı kadının ve kızların,
riskler ile başa çıkmasında olağanüstü bir çaba sarfetmek zorunda kalmasına neden olmaktadır.
Bu insanüstü çaba, kadının sosyal ilişki ağlarındaki merkezi konumu nedeni ile daha da
ağırlaşmaktadır:
23
“Adalet yok belediye arsasına ev yapılmış 12 yaşında ailem bana çok çektirdi. Kuma üzerine
geldim ailem yaşımı evlendirebilmek için büyüttü. Beş yıl önce eşim kazada öldü. Abilerim vardı
onlar için Van’a geldim ama sonra onlar ile anlaşamadık. Annem yok babam başkası ile evli.
Kimse arayıp sormuyor. Eşimin başka çocukları var onlara da ben baktım. konteyner istedim
vermediler önce. Hak sahibi olmadığımı söylediler sonra verdiler. Üç senedir ev bekliyorum
hak sahibi olmadığım için vermediler”. Kadın, konteynerde kalıyor okuma yazması yok ev
hanımı
İngilizce karşılığına bakıldığında annelik ile ilgili iki kavram karşımıza çıkmaktadır:
“motherhood” ve “mothering”. Bunlardan ilki olan “motherhood”’u Türkçe’ye “annelik olgusu”
olarak tercüme etmek mümkün olabilmektedir. Ondokuzunu yüzyılın sonlarına doğru Batı
toplumlarında kullanılmaya başlanılan “motherhood”, anne olma durumunu ifade etmektedir.
Annelik pratiği olarak Türkçeleştirilebilen “mothering” kavramından farklı olarak, annelik olgusu
ideolojik bir unsur olarak değerlendirilmektedir. Annelik pratiği ise, anne olma durumu ile
ilişkili olarak algılanan her türlü bakım ve koruma eylemlerini ifade etmektedir. Annelik
olgusunda kadın tek sorumlu olarak kabul edilirken, özellikle çalışma yaşamına dahil olmanın
artması ile birlikte, annelik pratiğinde sorumlu tarafların sayısı çoğalmış ve erkekler de bakım
ve koruma işlevlerini yerine getirebilecek bir kesim olarak kabul edilmeye başlanmıştır. Bununla
birlikte, annelik pratiğinde kadının yükümlülüğü erkek ile kıyaslandığında her zaman daha fazla
olmaktadır. Farklı bir ifade ile kadın için annelik pratiği elde var bir sorumluluk iken, erkek için
bu durum geçici bir nitelik göstermektedir. Böylesine bir eğilim, kadın ve erkek arasındaki
eşitsizliğin bir diğer yansıması olarak değerlendirilebilir.
Afet, toplumda var olan eşitsizliklerin daha da derin hale gelmesine neden olan bir unsur olarak
değerlendirilebilir. Annenin, sosyal ilişki ağlarındaki merkezi konumu ve bu konumundan
kaynaklanan kırılganlıkları, sadece kadını değil, etrafında bulunan farklı sosyal kesimleri de
etkilemektedir. Aynı şekilde annenin ya da sahip olduğu kapasiteler de afet ile mücadelede
önemli bir kaynağı teşkil etmektedir.
Afet durumunda anne, annelik olgusunun kendine çizdiği rol çerçevesinde çaba göstermekte,
kelimenin tam manası ile kendini feda etmektedir. Afet öncesinde farklı toplumsal tabakalarda
bulunan kesimlerin afet ile kısa süreliğine de olsa eşitlik kazandığı ancak bu durumun çok da
uzun sürmediği bilinen bir gerçektir. Kayıplar hemen hemen her kesimde olabilir. Bu şekilde
bir eşitlik olsa da, kayıpların niteliği ve niceliği afet öncesi sosyo-ekonomik, kültürel ve politik
konumlara göre farklılık gösterebilmektedir. Bu nedenle farklı annelik ideolojisine ve pratiğine
dahil olan anne ve kadınların da afet sürecindeki etkilenme düzeyleri değişiklik
gösterebilmektedir.
Afetin yarattığı kaos ortamında kadın ve kızların, erkeklere nazaran daha kırılgan olmasının
arkasında yatan nedenleri Ariyabandu and Wickramasinghe (2004) şu şekilde sıralamaktadır:
Sosyal hareketlilik açısından sınırlılıklar, bunun yanı sıra sosyal ve kültürel olarak kadınların
erkeklere bağımlı olması durumu
Uyarı bilgilerine ulaşmada ve bu uyarılara tepki verme (afet anında yapılması gereken
davranışlar) konusunda sınırlılıklarının ve zayıflıklarının olması durumu
24
Cinsel istismara, hane içi ve dışı şiddete yüksek oranda maruz kalma riski
Çocuk doğurma ve büyütme ile ilgili faktörler
Okuma yazma ve okullaşma seviyesinin oranının düşük olması
Aile içindeki tüm kesimlerin (çocuk, yaşlı, hasta, engelli, genç gibi) bakımından sorumlu
olması
Önce biz bilemedik. Ses gürültü korktuk. Gündüz vakti dışarıda oturduk. Bahçeden dışarı
çıkamıyorduk. Yolda durduk. Çocuklarla bahçede oturduk. Kendimi anne ve insan olarak
tanımlarım ama yeterince annelik yapabiliyor muyuz? Bilemiyorum. Çocuklarımızın psikolojileri
bozuk. . Bazen kendimi suçlu hissediyorum. Çalışmak istedim ama çocuklarıma bakacak kimse
yoktu bu nedenle çalışamadım. Çocuklarıma bakacak biri olsa idi çalışırdım.. Eşim yılda iki üç
ay çalışıyor inşaatlarda ama bir kere çalıştı mı bir süre sigortanız oluyor. Gerçekte çalışmıyor
ama sigorta var gözüküyor.” Kadın, evli ev hanımı
Yukarıda yer alan alıntılar, katılımcının annelik rolünü içselleştirmiş olmasından kaynaklanan
sembolik şiddeti (Bourdieu) dile getirmektedir. Geleneksel cinsiyet rollerinin ataerkil düşünce
yapısı ve pratiğinin somut unsurlarından biri olması olarak ifade edilen bu durumun
katılımcının kendisini zor koşullarda bile öncelikli olarak yapması gereken işin annelik
statüsünün gereğini rollerini yerine getirme konusunda zorunlu hissetmesine neden olmuş ve
bu durum kendisinin psikolojik sağlığına olumsuz yönde etkide bulunmuştur. Sembolik şiddete
örnek olabilecek bir diğer alıntıda ise katılımcı sınırlı kaynaklarından dolayı çocukları arasında
seçim yapmak durumunda kalmıştır:
“Bir evim olsun. Dört öğrenci çocuğum var. Biri servise verildi. Okul çok uzak ve sadece bir
çocuğun servis parasını verebiliyorum. Eşim yazın şoför kısın iş yok. Çalıştığı zaman sigorta
var. Diğer zamanlar yok iki ay dışarıda kaldım poşet içinde yaşamaya çalıştık.” Kadın ev hanımı
Afet sonrasında kadına yönelik olarak erkekler tarafından uygulanan fiziksel, cinsel ve psikolojik
şiddetin artış gösterdiği de bilinen bir gerçektir ( Houghton, 2008). Stres, bu istismarın arka
planında yer alan önemli bir faktördür. Özellikle, erkeğin kendi hayatı ve yakın çevresindekiler
üzerindeki kontrolünü afet nedeni ile kaybetmesi hane içi şiddeti beraberinde getirmektedir.
Geleneksel roller içinde erkeğe atfedilen ekonomik kaynak bulma görevinin yine afet nedeni ile
yerine getirilememesi (işini kaybetmek, sermayesini kaybetmek nedeni ile), erkeğin kendisini
baskı altında hissetmesine ve öfkeye neden olabilmekte ve bu baskı ve öfke de yakın çevrede
yer alanlara, özellikle kadınlar ve çocuklara yönelik şiddetin gerçekleşmesine olanak
sağlamaktadır. Afet nedeni ile dışarıya bağımlı olma durumu afetzedelerde utanma ve umutsuz
duygularına da yol açabilmektedir (Fothergill, 2003’den akt. Houghton, 2008).
“Depremde başka şehirlerden gelen insanlar oldu. Eşlerine şiddet yaptırıp fuhuş yaptıranlar var.
Eşlerine şiddet yaptırıp çalıştıran (temizlik) erkekler var. burada bu konteynır kentte kocalar
sık sık bağırıyor. Her türlü insan var. Kendi çocuğumuzu dışarıya bırakmaya korkuyoruz.
25
İftiralar var. Başkasının kızına kötü gözle bakıyorlar. “ Kadın eşinden ayrılmış bir çocuğu var,
konteynerde kalıyor.
Annelik pratiğinin gereklerinden olan çocuk ve bebekler başta olmak üzere aile bireylerinin